Bir çöp olarak hayat

Mal mülk kaybından kaynaklanan depresyonlar, o mülkün gidişiyle kişiliğin de büzüştüğü ve benliklerimizin hiçleştiği yanılsamasından beslenir. Onulmaz bir iştahla nesne biriktiren, onları atmaya kıyamayan insanlarda bu nesneleri kaybetmenin onları çırılçıplak bırakacağı korkusu vardır.
Mal mülk kaybından kaynaklanan depresyonlar, o mülkün gidişiyle kişiliğin de büzüştüğü ve benliklerimizin hiçleştiği yanılsamasından beslenir. Onulmaz bir iştahla nesne biriktiren, onları atmaya kıyamayan insanlarda bu nesneleri kaybetmenin onları çırılçıplak bırakacağı korkusu vardır.

Biriktirme, ölümle ilgili korkularımızla baş etmenin bir yolu da olabilir. Bir tür ölümsüzlük yaratma tutkusu. Ölümün kaçınılmazlığı ve onun tahmin edilemezliği kimi insanlarda felç edici bir korku oluşturur. Bu muhtemel dehşetle yüzleşmenin bir yolu da bir parçamızın biz öldükten sonra da yaşamaya devam edeceğine duyduğumuz inançtır. Yani kimileri de biriktirerek ölümle boğuşur. Koleksiyonerler, bibliyofiller, servet yığıcıları ve nihayet biriktirme hastaları.

Geleneğimiz, eşyaya aslen iki işlev yüklüyordu, ilki ihtiyacın tatmin edilmesi, azami fayda sağlanması. Bu özellikler tüketimi asgariye indirmek için insanı disiplin altında tutuyordu. İkincisi ise “semiyotik işlev” denilen, nesnenin kendini aşan derin bir anlam taşımasıdır. Esasında eşya bir şeye delalet eder, bir şey ifade eder. Yenilen, tüketilen her nesne bir nimet, bir ayettir ve insanın onunla anlamlı bir ilişki kurması zorunludur. O yüzden sofrada acele edilmesi, ayak üstü atıştırılması, insanların ortasında yenip içilmesi ayıp kabul edilir. Nimeti vereni anmadan ve O’na hamd etmeden kalkılan bir sofranın bereketinden sual edilir.

  • Eşyadan sadece yarar sağlaması beklenmez, eşyadan ibret almak da gerekir. Bu anlayış, insanı eşyayı artırmaktan alıkoyarak, onun içine gizlenmiş anlamı aramaya koyulmak ve nihayet o anlamı artırmak yoluyla tatmin eder. O eşya insana hizmet ettiği için hemen derdest edilip atılamaz, onun da yıllar içinde kendisine mahsus bir mizacı oluşmuştur; bize konuşur, bize bir şey der hâle gelmiştir. Bu ancak, ruhumuzun hanelerimize yayılması, insani olanın eşyaya sinerek onu kendisinden bir parça hâline getirmesiyle mümkün olur. İnsan şeyleşmez, eşya insanlaşır. Ev hatıraların kutsi saatini taşıdığı için bu mümkün olur. Eşya da hatıralarımızın oluşmasında bize bir istikamet sağlar: Onların yıpranmışlığı bizim yaşamışlığımıza delil sayılır.

Kullan-at toplumu

Tüketim toplumu ise var olmak için nesneleri yok etmeye ihtiyaç duyar. Nesneler gereğinden fazla olarak vardırlar ve yok oluşlarında zenginliğe tanıklık ederler. Modernlik ve sonrası çağda her şey uçucu, buharlaşmaya ve yok olmaya yatkın hâle gelmiştir. Fikirler, değerler, uygulamalar bile o kadar gelip geçicidir ki bir gün moda olanın yerinde ertesi gün yeller esiyor. Hızlı olanın yavaş olanı yuttuğu bir dünya...

Tüketim toplumu ise var olmak için nesneleri yok etmeye ihtiyaç duyar.
Tüketim toplumu ise var olmak için nesneleri yok etmeye ihtiyaç duyar.

Kimse babasının saatine özenmiyor, kimse babasının giysilerini giymiyor. Moda, üretim teknikleri ve emek süreçleri de uçarı, ürünler de öyle. Her yeni gün teknolojik ürünlerin yenisi sökün ediyor ve bazı ürünler de hızla tarihin çöp sepetinde yerini alıyor. Artık kaset dinlemiyor, fotoğraflarımızı filmle çekmiyoruz. Anında tatmin toplumunda ihtiyaçların çabuk doyurulması önemli, bir tuşla istediklerimize erişmek vazgeçilmez bir rahatlık. Kullan ve at. Bu tüketimci ideoloji insan ilişkilerine de sirayet eder ve arkadaşlıklar “harcanabilir” kıvama getirilir. Geçmişe sadakat yok, sonsuz bir şimdinin içinde yaşıyor insanlar. Hafızayla bir rabıta yok, geleceğe atılan bir çengel de yok, sadece bugün var. O bugün de alabildiğine haz ve neşe içinde yaşanmalıdır, yeni nesnelere sahip olmanın keyfini sürerek.

Yalnızca üretim nesnelerini değil, bununla birlikte yerleşik değerlerin, tarz-ı hayatın, eşya, mekân ve insana dair alışılmış tarzlara bağlılığın da atıldığı bir “kullan-at” toplumu bugün içinde yaşadığımız. Dostlukların bile bir tıkla değiştiği, yüzlerimizin “fotoğraflar kadar kısa ömürlü” olduğu bir dünya.

Tüketim alanında malların devrinin hızlandırılması, şeylerin hızla işe yaramaz hâle gelişiyle sağlanır bu tarz bir toplumda. Gayet güzel iş gören bir cep telefonu, bir üst modelin arzıendam etmesiyle birden gözden düşer, işe yaramaz bir atık hâline gelir.

Biriktirme hastalığı

Nesnelere sahip olmayı mutluluğun vazgeçilmez rüknü olarak gören ve onlardan hızla kurtularak yeni nesneler edinmeyi marifet bilen bir kültürde kimileri de var ki, sahip oldukları hiçbir nesneden feragat edemiyor. Eline geçirdiği her şeyi biriktiriyor ve korkunç bir keşmekeş içinde yaşıyor. “Biriktirme hastalığı” bugün takıntılı davranışın bir alt türü olarak kabul ediliyor. Çöp evler, çöp odalar her türlü lüzumsuz eşya ile dolduruluyor ve bunların atılmasına asla razı gelinmiyor.

“Maddi varlığımız egomuzun uzantısıdır”

Sahip olduğumuz eşyanın kamusal ve özel anlamları var. Bir eşya kamusal sahada statü, zenginlik ve sosyal duruşumuzun bir ifadesi olabilir. Eşyanın kamusal anlamı neyi arzulayacağımızı, neye sahip olmak istediğimizi belirler.

Sahip olduğumuz eşyanın kamusal ve özel anlamları var.
Sahip olduğumuz eşyanın kamusal ve özel anlamları var.

Yeni zenginler geçen yüzyılın başından bu yana maddi zenginliği, kendilerini diğer sosyal sınıflardan ayırmak için kullanagelmişlerdir. Sıradan bir eşya imtiyazlı olduğu düşünülen bir sosyal grup tarafından kullanılırsa önem kazanabilir. Sahip olduğumuz şeylerin benliğimizi genişlettiği yanılsamasını yaşarız. Simmel şöyle der: “Maddi varlığımız egomuzun bir uzantısıdır ve ona gelecek bir müdahale kişiliğimizin ihlal edilmesi anlamına gelir”. Mal mülk kaybından kaynaklanan depresyonlar, o mülkün gidişiyle kişiliğin de büzüştüğü ve benliklerimizin hiçleştiği yanılsamasından beslenir. Onulmaz bir iştahla nesne biriktiren, onları atmaya kıyamayan insanlarda bu nesneleri kaybetmenin onları çırılçıplak bırakacağı korkusu vardır.

Bazıları da biriktirdikleri nesneleri geçmişleriyle bağ kurmanın bir vasıtası olarak görür. Bu yüzden çöp ile korunmaya değer olan arasındaki ayırımı gözetemez ve evlerini lüzumsuz eşya deposuna çevirirler. Depolayarak modern tüketimciliğin “kullan-at” düsturunu bir ölçüde dizginler ancak eşyanın sıkıştırdığı hayatlarında kendilerine yer açamazlar. Biriktirme hastalığında sorunlardan birisi lüzumsuz, kullanılma ihtimali kalmamış eşyaya sıkı sıkıya tutunmak ise, diğeri yeni şeyler edinmeye devam etmektir. Bütün bunlar büyük bir dağınıklık ve karmaşayla tamamlanır.

Eşya ile ölümsüzleşme arzusu

Biriktirme, ölümle ilgili korkularımızla baş etmenin bir yolu da olabilir. Bir tür ölümsüzlük yaratma tutkusu. Ölümün kaçınılmazlığı ve onun tahmin edilemezliği kimi insanlarda felç edici bir korku oluşturur.

Biriktirme, ölümle ilgili korkularımızla baş etmenin bir yolu da olabilir.
Biriktirme, ölümle ilgili korkularımızla baş etmenin bir yolu da olabilir.

Bu muhtemel dehşetle yüzleşmenin bir yolu da bir parçamızın biz öldükten sonra da yaşamaya devam edeceğine duyduğumuz inançtır. Yani kimileri de biriktirerek ölümle boğuşur. Koleksiyonerler, bibliyofiller, servet yığıcıları ve nihayet biriktirme hastaları. Gogol’ün Ölü Canlar’ındaki Plyuşkin gibi, her şeyi biriktirip muhafaza etmek isteyen karakterler. Biriktirme hastaları şeyler arasında tasnif yapamaz ve bu sebeple aşırı dağınıktırlar. Biriktirmecilik, bu yönüyle tüketimciliğin başka bir veçhesi gibidir.

Eşyaya atfedilen anlam o kadar yüksektir ki, eşya ruhun bir parçası, hatta onun yayıldığı bir uzay hâline gelmiş ve baş köşeye kurulmuştur. Çöp, kutsal bir statü kazanmıştır. Böyle insanların hikâyelerini dinledim. “Bir gün lazım olur” düşüncesiyle on yıllar öncesinin mecmua ve gazetelerini atamayan, kullanım değeri kalmamış çöp eşyayı âdeta bir müzenin nadide bir eseriymişçesine titizlikle saklayan insanlar. Evlerine, odalarına oluşan nesne dağından bir yol bulup da girmeniz pek zordur ama bir eşya yerinden oynatılacak olsa kıyameti koparırlar.

İradi sadelik

Son yıllarda tüketim kültürüne ayak direyen hareketler boy veriyor ve bunlar sayesinde çöp üretimi de azalıyor. İradi Sadelik (Voluntary Simplicity) bir anti-tüketim hareketi olarak sadelik ve basitliği hayatın mihveri hâline getiriyor ve çok zorunlu olmadıkça tüketim kültürünün bir parçası olmamayı öneriyor. Hayatı sadeleştirmeyi, mutluluğu tüketimde aramamayı, hayatımızı nesnelerin tahakkümünden kurtarmayı telkin ediyor.

Maddi olmayan tatmin ve anlam kaynaklarına yönelerek gereksiz mülkiyetten feragat etmeyi ve insanı zengin bir iç hayatı yaşamaktan alıkoyan maddi uğraşlardan imtina etmeyi salık veriyor. İradi Sadelik hareketine göre şeylere ve maddeye bağlanma, yüzeysel ve yabancılaşmış bir var olma biçimidir, sahici ve derin değildir. Hayatın niteliği, şeylerin niceliğinden önce gelmelidir. Maddi hedeflerle aşırı meşguliyet hayattan memnuniyetsizliği kaçınılmaz olarak birlikte getireceği için, iyisi, kanaat etmeyi ve maddi olmayan şeylerden zevk almayı öğrenmektir. Mutluluğu daha fazla tüketerek elde edeceğimiz düşüncesi giderek daha fazla çöp üretiyor, bu da yetmiyor, zihinlerimizin içini ve hayatlarımızı değersiz bir çöp yığınına dönüştürüyor.