Bir hazin hikaye : Amerika' da yazma eserlerin koleksiyonun keşfi

​Bir  hazin hikaye :  Amerika' da  yazma  eserlerin   koleksiyonun  keşfi​
​Bir hazin hikaye : Amerika' da yazma eserlerin koleksiyonun keşfi​

Orada kimin tarafından konulduğunu bilmediği eski sandıklar gördüğünü, kendisine amirlerinden depoyu boşaltma emri verildiği için sandıkların bir kısmını forklift (motorlu çatallı kaldıraç) kullanarak çöp konteynerine attığını, geri kalanlarla ilgili aynı işlemi yaparken sandıklardan birinin kapağının açıldığını, içinde eski kitapların olduğunu gördüğünü, ne yapacağını bilemediğini, bu sebeple danışma gereği duyduğunu söyledi.

Yıl 2011, yer şehirlerin anası Mekke-i Mükerreme, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın umre organizasyonunu yönetmekle görevliyim.

Görev, ibadet, dua, hayat, umutlar, gerçekler, gündelik meşgaleler ve akıp giden zaman. İnsanın hayatında zamanı durdurmak istediği anlar vardır. Yakaladığı anın sürüp gitmesini ister.

Böyle anlardan birinde Medine-i Münevvere’ye doğru yalnız başıma araçta seyir hâlindeyim, zamanın Diyanet İşleri Başkanı telefonla arar ve düşündüğü yeni görevimi söyler. Hayat böyle bir şey, ne yaparsan yap, neyi kurgularsan kurgula kendi akışına çeker seni.

Yeni görev yerimiz Amerika. Görev, Vaşington Din Hizmetleri Müşavirliği. Beklediğim bir görev değildi. Gerçi sınava girmiştim ama Avrupa’yı, Hollanda’yı istiyordum daha çok. Vaşington Din Hizmetleri Müşavirliği görevimiz yedi sene sürdü.

Allah, güzel ve hayırlı hizmetler yapmayı nasip etti bize. Maryland eyaletindeki Amerika Diyanet Merkezi’ni, Amerika şartlarında binbir türlü engellemeleri aşarak yapmayı başardık.

Mabetleri bir medeniyet pratiği ve uygarlık simgesine dönüştüren ecdadımıza layık bu kompleksin yapılmasında Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere emeği geçenlere ve milletimize Amerikalı Müslümanlar medyunu şükrandır.

Sayın Cumhurbaşkanımız, projeyi bütün aşamasıyla takip etti ve nihayet açılışını da bizzat kendileri gerçekleştirdi (2 Nisan 2016).

Amerika Diyanet Merkezi
Amerika Diyanet Merkezi

Bugün Amerika Diyanet Merkezi, bir külliye olarak sadece Türklerin değil, bu ülkedeki tüm Müslümanların müşterek sorunlarına çözümler arayan, hukukunu savunan, yaşam standartlarının iyileşmesine katkıda bulunan, temel konularda birlik ve beraberlik içinde hareket etmelerini sağlayan, bir arada yaşama kültürünü geliştiren, dahası Müslümanların bu kıtada oluşturdukları tarihsel tecrübeyi geniş sekmenlerin istifadesine sunarak yeni etkileşim alanlarının doğmasına imkân sağlayan bir merkez hâline gelmiştir.

Mehmet Münir Ertegün
Mehmet Münir Ertegün

Tarihin cilvesine bakın ki 1944 yılında vefat eden ülkemizin o zamanki Vaşington Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün cenazesinin İslami usullere göre kaldırılamadığı bir ülkede, daha yetmiş yıl geçmeden bir İslam müessesesi inşa ediyoruz, din hizmetlerini kurumsallaştırıyoruz. Bu cepheden bakınca az şey değil yaptığımız iş.

Böylece Allah’ın yardımıyla Amerika’ya bir Selimiye, bir Sultanahmet, bir Eyüpsultan camileri inşa etmiş olduk. Tarih aktıkça var olacak, evrensel mesajı insanlığa aksettirecek bir ses, bir duruş, bir kapı burası.

Mübarek ecdadımıza yaraşır bir iş. Amerika Diyanet Merkezi’nden, Maryland Külliyesi’nden İstanbul’a, Eyüpsultan’a, oradan da Mekke-i Mükerreme’ye bir köprü kurmuş oluyoruz. Bu, bizim milletimizin bu çağdaki nasibidir.

Evet, Amerika’da ülkemizi, kurumumuzu temsil etmeye çalıştık. Yedi milyonu bulan, çoğu eğitimli Müslüman toplumun hayatına dokunma imkânımız oldu.

Bu inanılmaz bir şey, tamamen nasip meselesi. Trabzon’un, Akçaabat’ın bir köyünden kalk ve Amerika’ya ülkene, dünya Müslümanlarına hizmet etmeye git...

Rüyamda görsem hayra yormazdım belki. İlahi tecelli böyleymiş meğer. Amerika’da din hizmeti de eğitim hizmeti de kültür hizmeti de yaptık. Bunların içinde kültür hizmeti başka bir şey. İnançlar, idealler, hayaller, rüyalar birbirine karışıyor, birleşiyor ve enerji oluyor. Önünüze umulmadık fırsatlar çıkıyor. Küçük bir atılım yeni bir umut oluyor.

Geçmişle geleceği, Doğu ile Batı’yı bir anda elinizde, kucağınızda buluyorsunuz. Neyi kovaladığınızı kovalama sırasında anlamıyorsunuz bile. İş bitince ben ne yaptım, neye vesile oldum, diye uyanıyor şükür makamında sükûnete teslim oluyorsunuz. Böyle bir girizgâh kaçınılmazdı. Anlatınca hak vereceksiniz.

Hikâye başlıyor

2016 yılının başlarıydı. Külliye’de hummalı çalışmalar yürütüyor, planlanan büyük açılışa hazırlanıyor ve eksikliklerimizi tamamlamaya gayret ediyorduk. Çorum’dan Amerika’ya getirdiğimiz genç ustalarımızdan Fatih Atan bir gün odama gelerek depo temizliği yaptığını ve orada kimin tarafından konulduğunu bilmediği eski sandıklar gördüğünü, kendisine amirlerinden depoyu boşaltma emri verildiği için sandıkların bir kısmını forklift (motorlu çatallı kaldıraç) kullanarak çöp konteynerine attığını, geri kalanlarla ilgili aynı işlemi yaparken sandıklardan birinin kapağının açıldığını, içinde eski kitapların olduğunu gördüğünü, ne yapacağını bilemediğini, bu sebeple danışma gereği duyduğunu söyledi.

Bir tarihçiyi heyecandan yerinden hoplatacak şeylerdi duyduklarım. Yerimden fırlayıp depoya koştum. Forklifte yüklenmiş sandığı indirttim, bir de ne göreyim; sandıklar yazma ve matbu Arapça, Farsça, Osmanlıca eserlerle dolu.

Kısa bir araştırmayla sandıkların içindeki eserlerin içimizden biri olan ve yakından tanıdığımız Ali İhsan Tangören’e ait olduğunu öğrendim. Evinde yaşadığı depo sorunu sebebiyle kimseden izin almadan sandıkları külliyenin inşaat malzemelerinin konduğu mekâna koymuş.

Çöp konteynerine atılan sandıkların çıkarılması işine bizzat nezaret ettim. İşin ciddiyetinin farkına vardıktan sonra sandıklardaki saklı hazinenin başına bir iş gelmemesi için onu mekânımızın en korunaklı yeri olan “makam odama” çıkarttım.

Kitap sandıkları 1960’lı yıllarda kıymetli eşyaların taşınması için kullanılan cephane mahfazalarına benzediği için dam âdeta bir cephanelik gibiydi. Misafirlerime bizi savunacak gerçek cephanenin bu sandıklarda saklı olduğunu söyleyerek içini açıp kitapları gösteriyordum. Boş zamanlarımda sandıkları açıp büyük bir zevkle kitapları inceliyordum.

Külliye bünyesinde kurduğumuz Diyanet Institute for Islamic Studies (DIRI) bünyesinde de çalışmalar yürüten Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Öğretim Üyesi Dr. Himmet Taşkömür ve George Mason Üniversitesi Tarih Bölümü hocalarından Osmanlı tarihçisi Dr. Hüseyin Yılmaz’a uzman gözüyle kitapları incelettim.

Yaptıkları incelemeler neticesinde bir kısmını çöpten geri çıkardığımız sandıkların bin yıllık medeniyetimize ait kıymetli eserlerle dolu olduğunu, aralarından bir kısmının ise çok ama çok nadir olduğunu bildirdiler. Yine bir gün eserlerle ilgili temizlik ve kimlik tespit çalışmaları yaptığımız sırada eserlerin sahibi Ali İhsan Tangören, elinde beş adet yazma eserle odamıza çıkageldi ve bunların da diğerlerinin arasına dâhil edilmesini istedi. Bundan Ali İhsan Bey’in evinde başka eserlerin de olabileceği kanaatine vardık.

2017 yılında bir gün Büyükelçilik’teki resmî bir resepsiyondan dönerken Himmet Taşkömür ile birlikte Ali İhsan Bey’i ziyaret ederek evinde başka eserlerin bulunup bulunmadığını öğrenmek istedik. Ali İhsan Bey bizi Vaşington’un kuzeyindeki Bethesta mahallesindeki üç katlı boş bir eve götürdü.

Birinci ve ikinci katlarında hummalı bir renevasyon çalışması yürütülüyordu. Bizi doğrudan bodrum katına götürdü ve bu mekânda sakladığı bazı yazma eserleri gösterdi bize. Mekân tipik bir Amerikan evinin bodrumuydu.

Yüksek rutubetli, güvensiz, her türlü su baskını ve benzeri risklere açık bir mekân. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Böyle bir ortamda bu eserlerin zarar görmeden bugüne ulaşması Allah’ın bir lütfuydu. Üst katta gündelik yüz dolar ücretle çalışan İspanyol işçiler, bodrumda paha biçilmez yazma eserler!... Hâsılı burası, yazma eserler için son derece sağlıksız ve güvensiz bir ortamdı.

Nitekim bu sağlıksız ortamda uzun yıllar kalan yazma eserlerin bir kısmı deforme olmuş, yazıları ve ciltleri zarar görmüştü. Ali İhsan Bey’e kültürel mirasımızın korunmasının önemini dilimiz döndüğü kadar anlattık ve bu yerin son derece sağlıksız olduğunu söyledik.

Bunun için buradaki eserleri de diğerlerinin yanına götürmek istediğimizi belirttik. Kendisinin mesleği mühendislikti. Sorumluluk sahibi, muhafazakâr, kendi kültürüne âşık ve Amerika’daki ömrü boyunca eşiyle Müslümanlara yardımcı olmaya kendini adamış biriydi o.

İkna süreci biraz uzun sürse de neticede muvafakatını alarak eserleri Himmet Taşkömür Hoca’yla birlikte toz toprak içinden çıkarıp omuzlayarak aracımıza taşıdık. Bu eserler, Vaşington Din Hizmetleri Müşavir Vekili Dr. Fatih Kanca, Amerika Diyanet Merkezi Maryland Camii İmam-Hatibi Mehmet Ali Aracı ve İstanbul Şehir Üniversitesi yüksek lisans öğrencilerinin yardımıyla Amerika Diyanet Merkezi’nde temizlendi, asitsiz kutulara konarak muhafaza altına alındı.

Amerika Diyanet Merkezi çalışmalarımız sırasındaki kurduğumuz sıcak ilişkiler sayesinde Ali İhsan Bey’in güvenini kazanmıştım. Bu sebeple tavsiyelerimi nazar-ı dikkate alıyordu. Son kez Ali İhsan Bey’i ziyaret ederek kendisine teşekkür etmek ve varsa kalan kitapları da almak üzere tekrar evine gittim.

22 Şubat 2019 tarihinde evine yaptığım ziyaret esnasında misafiri olan George Town Üniversitesi profesörlerinden bir beyefendinin delaletiyle kırmızı bir valizin içinde başka el yazması eserlerin olduğunu öğrendim ve arayıp o kırmızı valizi buldum.

Açtığımda içinde 60’tan fazla yazmanın olduğunu tespit ettim. Bunun üzerine Ali İhsan Bey’in depolarını yeniden gözden geçirmeye karar verdim. Çünkü daha önce çok kabaca yapılan depo araştırmasında bazı eserlerin gözden kaçmış olabileceğini düşündüm. Ali İhsan Bey’in depolarına indim; ev eşyaları, çamaşırları arasında yaptığım aramalarda çarşafların içinde ondan fazla yazma eseri tespit edip aldım.

Bu çalışma ile birlikte artık Ali İhsan Bey’in uhdesinde daha başka yazmanın kalmadığı kanaatine ulaştım. Kendisiyle uzun uzun sohbet edip eserleri kaydettim ve oradan ayrıldım. Ali İhsan Bey yaşı ilerlemiş olduğu için söz konusu eserleri nerede sakladığını da unutmuş gibiydi. Onları gün ışığına çıkarıp korumaya almamızdan son derece memnun oldu ve bize içten dualar etti.

Yıllarca kitaplarının akıbetini düşündüğünü, farklı mesleklere yönelmiş evlatlarının bunlara sahip çıkamayacağını gördüğünü, dualarının kabul edildiğini, Yüce Allah’a bizi karşısına çıkardığı için şükrettiğini söyledi.

Böylelikle bu sefer de 72 parça eseri kurtarmış olduk. Ardından farklı makamlarla yürüttüğümüz görüşmeler neticesinde eserlerin Diyanet İşleri Başkanlığı merkezindeki nadir eserler kütüphanesine bağışlanmasının isabetli olacağı kararına vardık. Oldukça çetin geçen ikna turlarımız sonunda Ali İhsan Tangören ile Vaşington Din Hizmetleri Müşavir Vekili Dr. Fatih Kanca arasında ben ve Himmet Taşkömür’ün şahitlik ettiği bir bağış tutanağı düzenlemeyi başardık.

Hacı Hilmi Tolluoğlu kimdir?

Kültürel mirasa sahip çıkılması, onun korunması meselesi Türkiye’de son yıllarda ciddiyetle ele alınmaya başlandı. Tarihî eserlerin restorasyonları, arkeolojik kazılar, klasik eserlerin yeniden keşfi, geleneksel sanatlar, musiki, tarihî şahsiyetlerin tanınması vs. artık önemseniyor. Bunda Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük teşvik ve takiplerinin rolü son derece etkili oldu.

Hemen hemen her şehir ve kasaba kendi tarihî ve kültürel mirasını gün yüzüne çıkarmaya, onu güncellemeye ve böylece gelecek nesillere doğru aktarmaya çalışıyor. Bir anlamda Türkiye, son yıllarda kendi tarihine ve kültürüne yönelerek modern dünyaya açılmaya çalışıyor.

Hacı Hilmi Tolluoğlu
Hacı Hilmi Tolluoğlu

Kendinde olanı bilmez ve ona sahip çıkamaz san modern dünyanın oyuncağı olursun! Bu açılımın en somut belirtilerini turizm alanındaki gelişmelerde görüyoruz.

Dışarıdan ülkemize gelen insanlar doğal olarak tarihimizi ve kültürümüzü yakından tanımak istiyor. İlim, düşünce ve sanat alanında da kısmi gelişmeler var. Ancak ciddi bir atılım için bu henüz yeterli değil. Kütüphanelerimizde neler var, bunları henüz dünyaya tam açabilmiş değiliz.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken yaşadığımız uzun savaş yıllarında kaybolan, talan edilen, satılan, hatta çöpe atılan tarihî ve kültürel eserlerimiz dünyanın neresinde olursa olsun tespit edilmeli, onların yeniden ülkemize kazandırılmasının yolları aranmalı, bunun mücadelesi verilmeli, hiç olmazsa kopyaları getirilmelidir.

Bunun mücadelesi salt Dışişleri Bakanlığı veya Kültür ve Turizm Bakanlığı çabalarıyla olmaz. Bu konuda üniversitelerimiz de aktif olarak görev üstlenmeli. O zaman geçen yüzyılda yaşamış olduğumuz kültürel kopukluğu bu yüzyılda telafi etmeye çalışmış oluruz.

Millet olarak geçmişine, geçmiş değerlerine bağlı, en azından saygılı bir milletiz. Aidiyet ve aile duygumuz her şeye rağmen hâlâ sapasağlam. Halkımıza kültürel değerlere sahip çıkma konusunda verilecek eğitim, kazandırılacak bilinç en büyük sermayemiz olacaktır.

Biz kendi değerlerimize sahip olmanın gayretindeyiz, sömürgeci ruha sahip milletler gibi gözümüz başkalarının mirasını emperyalist ruhla talan etmede değildir. Böyle olsaydı yüzyıllardır hükümranlığımız altında olan topraklarda taş üstüne taş kalmazdı.

Kitaplara gelince büyük bir kısmı Hacı Hilmi Tolluoğlu’na ait bu koleksiyon, ortalama bir Osmanlı münevverinin entelektüel anlamda beslendiği kaynaklar hakkında önemli ipuçları vermektedir. Aynı zamanda Cumhuriyet’in nasıl bir kültürel mirası devraldığını göstermesi bakımından da önemlidir.

Hacı Hilmi Tolluoğlu kimdir? Öğrendik ki Ankara ulemasından müderris Hacı Caferi Sadık’ın oğlu olarak bir ilim geleneği içinde dünyaya gelen Hacı Hilmi Tolluoğlu, İstanbul’da belli bir süre medrese eğitimi aldıktan sonra önce Mekteb-i Nüvvâb, sonra da Dârülfünun yüksek ilimler şubesinden mezun olur.

Maarif Nezâreti’nde mektepler müfettişliği vazifesinin yanında, müderrislik, kaza ve vilayet kadılıklarında bulunur. Cumhuriyet’le birlikte şerî mahkemelerin ilgasını takiben adliyeye intisap edip hukuk ve ceza hâkimliği görevleri ifa eder.

Cumhuriyet döneminde, Osmanlı eğitim sisteminden aldığı diplomalarının denklik kriziyle karşılaşır ama yılmaz, çetin bir mücadele ile deyim yerindeyse bu savaşı kazanır. Onunkisi kişisel bir şey değil, geleneğin namusuna sahip çıkma mücadelesidir.

İstiklal Harbi’ne de katılıp büyük yararlılıklar göstermiş bir din adamıdır o. Ulema ailesine mensup olduğu kütüphanesinin zenginliğinden anlaşılır. Koleksiyonunda bir kısmı muhtemelen Beylikler döneminden kalma, mihrabiyeleri müzeyyen muhtelif boyda nefaisten Kur’an yazmaları, medreselerde ders kitabı olarak okutulan Arap dili ve belagatine dair meşhur eserler, Kaside-i Bürde, Gülistan, Bostan, Mesnevî gibi İslamî-dinî edebiyatın şaheserleri; tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf alanının kaynak kitapları ve bunların şerhleri, siyer, delâil, hasâis ve şemail kitapları, cönknameler, Ahmediye ve Muhammediye gibi halk klasikleri bulunmaktadır.

Ayrıca çok sayıda murakka ve hat örnekleri mevcuttur. Harf İnkılabı’nın yapılması, hızlı kentleşmeyle birlikte yaşanan sosyal değişimler Tolluoğlu ailesindeki ilim geleneğinde kırılmalara sebep olmuş, maalesef bu kitapları okuyacak ve sahiplenecek yeni nesiller yetişmemiştir.

Ali İhsan Bey’i tanıyalım

Ali İhsan Tangören 1933 doğumlu. Aslen Bolulu bir Türk göçmen. Dedesi, Osmanlı Devleti’nin sarayında aşçılık yapmış. Aile önce Ankara’ya yerleşmiş. Baba, Cumhuriyet döneminin 27. sırada ehliyet verdiği Ankara Valiliği şoförlerinden. Soyadları Tandoğan iken aynı soyadı taşıyan valinin emriyle Tangören olmuş. Ali İhsan Bey’in çocukluğu Ankara’da geçmiş. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamlamış.

Bu sırada Ankara’da babasıyla birlikte belli bir süre güzel sohbetleriyle maruf ve kendisine “Kikirik Hoca” denilen Hacı Hilmi Tolluoğlu’nun sohbetlerine katılmış. Kitaba özel ilgisi ve aşinalığı bu sohbetlerde başlamış. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’yi çeşitli vesilelerle ziyaret etme imkânı bulmuş; kendisinden kitaplar alarak okuyan, kitap sevgisinden dolayı Ahmet Hamdi Akseki Hoca’nın iltifatlarına mazhar olmuş bir insan.

Liseden sonra Ankara’da tıbbiye okumaya başlamış, ancak 1950’li yılların başlarında babasının rızasını almadan yüksek tahsilini Amerika Birleşik Devletleri’nde sürdürmeye karar vermiş. Amerika’da Petrol Mühendisliği okuyarak yüksek tahsilini tamamlamış.

Ali İhsan Tangören
Ali İhsan Tangören

Sonra bu ülkeye yerleşmeye karar vermiş. Master yaparak yüksek mühendis olmuş, bir müddet Amerika’da çalışmış, sonra Türkiye’den ihtisas yapmak için Amerika’ya gitmiş bir doktor hanımefendiyle evlenmiş ve 4 çocuk sahibi olmuş.

Bir ara çalışmak üzere ailece Türkiye’ye gelmişler, ancak Türkiye’nin şartlarına ayak uyduramamışlar. Karı koca bir müddet Ankara’da çalıştıktan sonra tekrar Amerika’ya dönmüşler. Hayat hikâyesine bakınca karşımızda tam bir “çılgın Türk” duruyor.

Ali İhsan Tangören’in çocukken sohbetlerine katıldığı Hacı Hilmi Tolluoğlu vefat edince, vârisleri kütüphanesinin yazma koleksiyonunun bir kısmını Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kütüphanesine bağışlamış, geri kalanları da Ali İhsan Bey’e vermişler.

Türkiye’ye gelip bir müddet çalıştıktan sonra tekrar Amerika’ya dönmeye karar verdiğinde, gerek Hacı Hilmi Tolluoğlu’nun kütüphanesinden aldığı yazma eserleri gerekse özellikle askerliği sırasında İstanbul’daki Sahaflar Çarşısı’ndan satın aldığı yazmalar ve eski belgeleri bir Amerikalı dostu vasıtasıyla önceden askerî bir uçakla Amerika’ya göndermeyi başarmış. Daha sonra kendisi Amerika’ya gittiğinde yaşayacağı mekâna kitapları taşımış.

Kırk yıl boyunca taşındığı her yere bu kitapları götürmüş, onları korumak için olağanüstü çaba sarf etmiş, yanından ayırmamış.

Bu sırada yazma eserlerin nasıl muhafaza edileceğine dair seminerler bile almış ve öğrendiği teknikleri kendi kendine amatörce uygulamaya çalışmış. Kitapları micro dalga yöntemiyle bakterilerden korumaya büyük özen göstermiş.

Kendisi Arapça ve Osmanlıca bilmediği için zaman zaman karşılaştığı bazı hocalardan yardım alarak kitapların kimliğini tespit çalışmaları da yapmış. Eserlerdeki minyatürler ve tezyinatı çok sevdiği için yazma eserlere ayrı bir özen göstermeye çalışmış.

Nitekim yazmalara bakmaya başladığımızda içlerinde bazılarıyla ilgili birtakım notlar olduğunu, eserin dili, yazarı ve muhtevası hakkında açıklayıcı kayıtların yer aldığını gördük.

Ali İhsan Bey, bu kitapları okuyacak bir dil bilgisine sahip olmasa da çok büyük bir kitap sevgisine sahip, kitap dostu örnek bir insan. Yazma eserlere içindeki minyatürler ve tezyinat sebebiyle ilgi duyduğunu, bundan dolayı onları toplamaya başladığını söyledi. Bu kitapları uzun yıllar evinde zor şartlarda muhafaza etmiş, taşındığı her eve götürmüş.

Onlara bir zarar gelmesin diye büyük fedakârlıklara katlanmış. Şüphesiz bu içten gelen bir sevgi. Ancak bunda sohbetlerine katıldığı Hacı Hilmi Tolluoğlu’nun ve Türkiye’ye olan derin aidiyet duygusunun etkisi de büyük. Kitaplar onun için ülkesi, geçmişi ve çocukluğu.

Bir miras, bir emanet, sığınılan bir huzur kapısı. Bir anlamda hayat kaynağı. Nasıl onlara sahip çıkmasın, nasıl onları korumasın? Bilinçaltında ve duygularında varoluşuyla ilişkilendirdiği bir durum bu. Hayranlıkla ve büyük bir saygıyla izliyoruz.

Ali İhsan Bey, paraya çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda dahi bunları satmayı düşünmemiş. Çünkü onun kitabında böyle bir şey yok. Ecdat yadigârı satılmaz. Tabii bu tür kütüphanesi olanların çoğunun başına geldiği gibi kendi evlatları da farklı mesleklere yönelmiş ve kitaplara sahip çıkma konusunda ona yardımcı olamamışlar.

 Süheyl Ünver
Süheyl Ünver

Süheyl Ünver’in talebesi olan, tarihe ve sanata yüksek derecede ilgi gösteren eşi Gülen Fatma İyigün Tangören de vefat edince Ali İhsan Bey yalnız ve çaresiz kalmış. Yaşı ilerlediğinden kitaplara gerekli ihtimamı gösteremez hâle gelmiş. Ne yapayım diye çokça düşünmüş, sonunda aklına onları Amerika Diyanet Merkezi’ne götürmek gelmiş.

Kimseye sormamış ve kitapları merkezin deposuna götürüp bırakmış. İyi ki de sormamış! Eğer sorsaymış muhtemelen bizler, içeriğini bilmediğimizden dolayı Amerika’da yaşanan tipik depo sorunu olarak düşünecek ve kabul etmeyecektik. Böyle olmadı. Kitapları kimseye sormadan getirip bıraktı.

Böylece tarihsel döngü tamamlanmış oldu. Kendini zorlu şartlarda sevenlerine muhafaza ettiren kitaplar yuvasına dönüyordu artık. Onlar için de yeni bir doğum başlıyordu.

Mağara uykusundan uyanmışlardı. Şimdi gerçek araştırmacılarla, gerçek okuyucularla buluşma vakti gelmişti. 1950’lerde çıkılan yolculuk sona ermişti. Ahmet Hamdi Akseki’nin hayali ve Hacı Hilmi Tolluoğlu’nun duası gerçek olmuştu.

Ali İhsan Bey’den bize, bu yetmiş yılda kitaplara dokunan herkes birer emanetçiydi, tarihin şahitliğinde görevini yerine getirmişti. Müthiş bir heyecan, müthiş bir duygu. Hayatımda yaptığım en anlamlı işlerden biri olarak görüyorum bunu, şükrediyorum.

Son olarak Ali İhsan Bey’le vedalaşırken kitaplarla ilgili bir soruma verdiği cevabı aynen buraya almak ve tarihe not düşmek istiyorum: “Allah Sübhanehu ve Teâlâ bana cevap verdi. Dualarımı kabul etti. Üzerimdeki bu ağır emaneti nasıl koruyacağım diye düşünür dururdum. Anladım ki biz yalnız değiliz. Allah Sübhanehu ve Teâlâ bizimle ilgili bize sürekli melekler gönderiyor ve bize fikir veriyor. Sıkıntılarımızı gideriyor. Çok şükür.”

O, kitaplar için kimseden bir şey istemedi; ne para ne pul peşinde; emaneti yerine teslim etmenin huzuru içinde ve şimdi asıl emaneti gerçek sahibine teslim edeceği anı bekliyor. Kalbinde iman, dilinde zikirle. Biz şahidiyiz...