Bir Ramazan Binbir İstanbul: Süheyl Ünver’in Ramazan Yazıları
Hep böyle olur. Öncesinde kendisini karşılayacak insanlara bir heyecan bahşetmeden gelmez Ramazan. Bu heyecan sadece bir ibadeti yerine getirecek olmanın veya bir Ramazan’a daha erişmiş olmanın sevinci dersek belki eksik söylemiş oluruz. Ramazan’ın kendine özgü, yıllar içerisinde oluşmuş kültürü de bizim heyecanımızı tetikler. Ailemizle, dostlarımızla yaptığımız iftarlar veyahut bir mahallenin en uzun caddesine kurulmuş iftar sofraları heyecanımızı pekiştiren sevinçlerdir. Mesela iftar öncesinde teravih için gidilecek camiyi seçmek kritik bir vazifedir. Hangi camilerde hatimle veya Enderun usulü teravih kılındığı, gidilecek caminin imamının ve müezzininin kimler olduğu bir önceki Ramazan’ın tecrübesini gerektirir. Teravih çıkışı camiye bitişik çayhanelerde dostlarla oturmak, iki lafın belini kırmak diğer on bir ayda alamadığımız zevklerdir. İftarlar, sahurlar, mahyalar, teravihler, imsak vakitleri, Ramazan programları, belediyelerin Ramazan aylarını festivale dönüştürme çabaları… Bütün bunlar Ramazan’a ait hususlardır.
Zaman içerisinde Ramazan’a mahsus bir edebiyatın da oluştuğu söylenebilir. Şiirlerde, hikâyelerde, dergilerde, gazetelerde, hatıratlarda yazılanlar Ramazan’ın hem kültürünü besleyen hem de sonraki nesillere aktarılmasını sağlayan eserlerdir. Yahya Kemal’in “Atik-Valde’den İnen Sokakta” şiiri, Aşçı Dede’nin hatıraları, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in, Cenab Şahabeddin’in, Ahmet Rasim’in, Ercüment Ekrem Talû’nun, Reşat Ekrem Koçu’nun yazdıkları eserler bunlar için birer örnektir. 1957 yılının Ramazan’ında Süheyl Ünver’in Vatan gazetesinde “Ramazan Köşesi” başlığı altında bir ay boyunca yazdıkları da kıymetli bir kaynaktır. Ünver, yukarıda ismini zikrettiğimiz isimlerden ve birçok isimden öğrendiklerini bir ay boyunca gazetedeki sütununda yazmıştır. Bu yazıları 1997 yılında derleyen İsmail Kara, Bir Ramazan Binbir İstanbul başlığı altında bir kitap olarak yayımlamıştır. Süheyl Ünver bu yazılarında Ramazan’a ait olan ama kaybolan birçok geleneğe vurguda bulunmuştur. Söz gelimi bir gencin, kaybolan eski Ramazanların; Karagöz’ün, Orta oyunun, meddahların, musiki âlemlerinin ve Ramazan deyince ilk akla gelen Şehzadebaşı’nda Direklerarası’nın havasını ve muhtevasını öğrenmek için ancak o zamanları gören yazarları okuması gerektiğini vurgular.
Süheyl Ünver bugüne kıyasla teknolojinin ve imkânların kısıtlı olduğu Osmanlı’da, Ramazan ayının rü’yeti meselesinde kimlerin sorumlu olduğu, nerede toplanıldığı, nerelerden hilali görmenin kolay olduğu, mahyaların ne zaman yakıldığı gibi birçok Ramazan prosedürünü anlatır:
“Ramazan ayının rü’yet meselesiyle İstanbul Kadılığı meşgul olurdu. Ramazan olması melhuz olan akşam İstanbul Kadısı ile maiyetindeki memurlar Şeyhülislâm dairesinde toplanırlardı. O akşam için Kadı’nın dairesinde dâvetli ricale ve büyük rütbeli ilmiye memurlarına mükemmel bir ziyafet çekmesi mutaddır. İstanbul’da güçlük çekmeden hilâlin görülmesi mümkün olan yerler Bayezid yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Cerrahpaşa, Sultan Selim ve Edirnekapı Camii minareleridir.”
Daha sonra hilali gören şahitler huzura alınır “Bu akşam ezanından üç dakika sonra minareden mübarek hilâli re’ye’l-âyn gördük. Bu gece Ramazan gurresi olduğuna şehadet ederiz.” derler ve hilalin kesinliği teyit edildikten sonra bu müjdeyi verenlere ikram, Mahyacıbaşı’na da mahyaları yakması emri verilir. Süleymaniye Camii’nin minaresinde hazır bulunan kandilciler kandilleri yaktıktan sonra diğer camilerde bekleyenler de bunu görüp kendi camilerinin kandillerini yakarlar ve Ramazan böylece halka duyurulmuş olunur.
Ramazan aylarının ilk günlerinde hatırı sayılır bir zorluk yaşadığımız, ilk orucun bizi biraz sarstığı malumdur. On bir ay sonra tekrar gelen orucun karşısında yaşadığımız bir acemiliktir bu. Uyku düzenindeki farklılık ve yeme içme saatlerimizin değişmesi bizdeki hâlsizliğin, tahammülsüzlüğün başlıca sebepleridir ancak ne var ki bu süreç çok uzun sürmez ve birkaç gün sonra bu yeni normale alışırız. Ercüment Ekrem Talû, 1920 yılının Ramazan ayının ilk günlerinde bu durumu şöyle tasvir eder: “Ramazan’ın birinci günü daima halkta bir acemilik olur. Orucun kendine mahsus tiryakiliği, neşesi, sarhoşluğu ile ülfet etmeyen vücutlar, dimağlar biraz zahmet çeker.”
İftarlar ve teravih namazları, Ramazan’ın en hareketli olduğu zaman dilimleridir. Oruçlar açılmış, iftarda ölçüyü eğer biraz kaçırmışsak zar zor akşam namazlarını kılıp kendimizi hemen dışarıya atmışızdır. İftar sonrası cami avlularındaki hareketlilik, Ramazan’a eriştiğimiz için şükrümüzü artıracak niteliktedir.
Osmanlı’da ise bu durum büyük konak ve saraylarda, günümüzde kaybolmuş bir gelenek ile devam etmiştir. Bu büyük yapılarda yaşayan; paşalar, beyler ve kalburüstü zevatın evlerinin avlularında her akşam teravih namazları kılınır; uşaklar avlulara halılar, seccadeler ve beşizli şamdanlar koyarlardı. O evlere meşhur imamlar ve sesi güzel, musikîde behredâr olan müezzinler seçilerek davet edilirlerdi. Öyle ki her dört rekâtın sonunda hangi makamda ilahiler icra edileceği bile bellidir:
“İlk dört rek’at sonunda Sabâ ve Dügâh yahut Bestenigâr ve ikinci rek’atta Hüzzam ve üçüncü dört rek’atta ekseriya Ferahnâk ve dördüncüde mutlaka Evc, beşincide de behemâl Acem bestelerinden ilâhi okunur. İmam Efendi de mihrabdan, okunan ilâhinin makamıyla okumak zaruretindedir.”
İstanbul Ramazanlarında Şehzadebaşı ve Direklerarası’nın kendine has bir hareketliliği ve neşesi vardır. İftar ve teravih sonrası Ramazan gecelerinde gençler, kadınlar ve beyler bu cadde üzerinde vakit geçirirlerdi. İstanbul’un diğer cadde ve sokaklarına nazaran bu semt daha ışıklı, hareketli ve kalabalıktır. Direklerarası’nın İstanbul Ramazanlarındaki yerini Cenab Şahabeddin 1920 yılında, Alemdar gazetesindeki sütununda tasvir etmiştir:
“İstanbul hayatı Ramazan geceleri bilhassa Direklerarası’nda tekâsüf eder. Bu bir an’ane mesabesindedir. Kendimi bildim bileli her sene iftardan sonra Vezneciler ’den Saraçhanebaşı’na kadar uzanan bir miting manzarasını görürüm. Minarelere mahyalar asılırken Şehzadebaşı’nın menâbi-i ziyası taz’if olunur. Camekanlar müteaddit ve mumlu fenerler gibi parlar. Çayhanelerden lambalar sokaklara kadar taşar. O civarda mutad olmayan bir şa’şayla her yer aydınlanır. Edebî ve gayrı edebî, ciddî ve hünerli temâşâlar oradadır. Yerli ve yabancı, yalancı ve doğru pehlivanlar, davul zurna ile orada boy ölçüşürler. Garp ve Şark musikisini, incesâzla bando mızıkayı orada karşı karşıya mest-i ihtizâz bulursunuz…”
Osmanlı’ya mahsus geleneklerden bir diğeri ise padişahın huzurunda yapılan Huzur dersleri olmuştur. Dersler III. Mustafa devrinde başlamıştır. Bu dersler Ramazan’ın birinci günü başlayıp sekizinci gününde sona ererdi ancak bu usulü II. Abdülhamid değiştirmiş ve bu derslerin günün kendisi tayin etmiştir. Bu sekiz huzur dersi bir mecliste icra olunur; derste şer’î ilimlerde âlim olan bir zat, dersi verecek olan bir müderris ve hitap edeceği sekiz kişi bulunurdu. Huzur dersleri 1759’da başlamış hilafetin kaldırılacağı 1924 yılına kadar devam etmiştir. Bu dersler hakkında Ebül‘ulâ Mardin Huzur Dersleri başlıklı müstakil ve muhallet bir eser dahi yazmıştır. Süheyl Ünver ise bu meclisi şöyle tarif etmiştir:
“Bu sekiz huzur dersinin beherine meclis denir, her mecliste şer’î ilimlerde cidden âlim, bir ders verecek müderris ve bir de hitap edeceği sekiz kadar da muhatap bulunurdu. Bu miktar artabilirdi. Padişahın maiyetiyle kalabalık bir meclis olurdu. Her huzurda birkaç âyet-i kerîme okunur, sonra izahına geçilir. Muhataplar arasında isteyen sualler sorar, cevaplar alırdı.”
Ramazan, her gün biraz daha bizdeki tahassürü artıran bir heyecanla tekrar geliyor. Unutulmuş, gözden düşmüş, sadece kitaplarda kalmış olan Ramazan’a ait güzellikler yerini kolay kolay dolduramıyor. Ama böyle olması bile bizim iştiyakımızı azaltmıyor. Aksine Ramazan hâlâ devam eden güzellikleriyle, kendisine erişmemizin sevincini yaşatarak, otuz gün boyunca oruç tutarak tatmadığımız zevkleri tattırmak için geliyor!