Birbirimizin yüzüyleyaşamak

Salvador Dali (1938)
Salvador Dali (1938)

Artık hepimiz maskeliyiz. Covid-19 salgını bizlere yüzümüzü saklama zorunluluğu getirdi. Birbirimizin “gerçek yüzünü” görmüyoruz. Normalde makyaj yapmaktan hoşlanan kadınlar bile makyajsız dolaşabildiklerini söylüyor. Traş sırasında yanlışlıkla bıyığını kesen erkeklerin gönlü ferah, ergenler sivilceleri için artık daha az dertlenebilir.

  • “Ne korkunç insanlardı, Tanrım
  • Sanki ezberlenmiş,
  • numaralandırılmış,
  • yinelenmiş gibiydiler”
  • Yorgo Seferis

Türkiye’deki ilk yüz nakli operasyonunu, yani Uğur Acar’ın hikâyesini hatırlarsınız. Henüz bir aylıkken evinde çıkan yangında yüzünün yüzde 90'ında yanık nedeniyle kalıcı hasar meydana gelen Acar'ın hayatı, 21 Ocak 2012 tarihinde gerçekleştirilen ülkemizin ilk yüz nakli operasyonu ile değişti. O günlerde 19 yaşında olan Acar, Akdeniz Üniversitesi’nde Prof. Dr. Ömer Özkan’ın operasyonuyla yeni bir yüze kavuştu. 39 yaşında hayatını kaybeden Ahmet Kaya’nın yüzü Acar’a nakledildi. Bu operasyonların arkası da geldi. Hayatlarının çeşitli dönemlerinde yüzlerinden yaralan insanlar yeni görünüşlere kavuşmaya başladı. Olayları dışardan izleyenler olarak biz, hem şaşkın hem de mutluyduk.

Uğur Acar
Uğur Acar

İşte o günlerde ben de genç ve acar (!) bir gazeteciydim. Gerçek Hayat dergisinin yazı işleri toplantısında, arkadaşlarımızla bu konuyu masa yatırdık. Aklımda onlarca soru işareti vardı. Başkasının yüzüyle yaşayabilir miyiz? Başka bir sima ile, maske ile... Üstelik bu çıkarılabilir bir maske de değil. Sonsuza dek değiştiremeyeceğimiz, yeni bir yüz... Aynaya baktığımızda artık “kendimizi gerçekten göremeyeceğimiz” yeni bir yüz, “yaralı bir yüzden” daha mı az acıtır canımızı? Bu sorulardan yola çıkarak hazırladığım haber, o haftanın manşeti oldu. Aradan yıllar geçti, ben hâlâ bu soruların cevaplarını aramaya devam ediyorum.

  • Mecburi nedenler dışında, tamamen estetik kaygılarla operasyon geçiren eşim, dostum ve arkadaşlarımla da bu mesele yeniden önüme geldi. “Nasıl yani?” dedim her seferinde, “İnsan kendisinin olmayan bir burunla yaşayabilir mi? Eski burnunu özlemez mi? Eski fotoğraflara baktığında kimi görür?” Peki, insan kendini gerçekten maskeleyebilir mi? Kendinden kurtulabilir mi? Başka bir yüzle yeni bir hikâye kurabilir mi?

Gelelim günümüze... Artık hepimiz maskeliyiz. Covid-19 salgını bizlere yüzümüzü saklama zorunluluğu getirdi. Birbirimizin “gerçek yüzünü” görmüyoruz. Normalde makyaj yapmaktan hoşlanan kadınlar bile makyajsız dolaşabildiklerini söylüyor. Traş sırasında yanlışlıkla bıyığını kesen erkeklerin gönlü ferah, ergenler sivilceleri için artık daha az dertlenebilir. Çeşitli hastalıkları nedeniyle maske takmak zorunda olanları fark etmemiz de mümkün değil. Rastlaşmak istemediğimiz insanları görmezden gelebiliriz. Hırsızlar, güvenlik riski oluşturanlar, belki eylemciler... Artık hepimiz aynıyız. Yüzsüz, numaralandırılmış, tek ve yalın hale getirilmiş durumdayız. Hepimiz, biraz birbirimizin yüzünü taşıyoruz. Pamuklu kumaşlar yüzümüzün yarısından büyük bir alanını kaplarken, bir kardeşlik, birbirine benzeme hali içine giriyoruz.

Artık hepimiz maskeliyiz. Covid-19 salgını bizlere yüzümüzü saklama zorunluluğu getirdi.
Artık hepimiz maskeliyiz. Covid-19 salgını bizlere yüzümüzü saklama zorunluluğu getirdi.

Maskenin hayatımıza getirdiklerini, götürdüklerini düşünürken bir yandan da Uğur Acar’ı yeniden merak ediyorum. “Acaba bugün ne yapıyor?” sorusunun peşine düşünce nakil olduğu hastanede görevli olarak çalıştığını, yeni bir hayat kurduğunu, düzenli olarak da, biz medya mensupları tarafından rahatsız edildiğini öğrendim. Yapılan haberlerde kendisine yöneltilen sorular birbirine benzer: “Hayatın nasıl?”, “Yeni yüzünle mutlu musun?”, “Yüzün ile ilgili tıbbi gelişmeler var mı?”, “Jest ve mimik yapabiliyor musun?” Bu röportajları izlerken benim de Acar’a sormak istediğim ama onun hassas ve zaten yaralı kalbini yeniden kırmamak için soramayacağım bir sorum olduğunu fark ettim: “Her sabah kalktığında, yüzünü yıkayıp, aynaya baktığında kimi görüyorsun? O sen misin?”

Perdelenen simalar...

Şimdi konuya bambaşka bir bağlamdan bakalım istiyorum. Sizinle beraber yüzlerce yıl öncesine gidelim. Abbasiler dönemine... İslam tarihinin yalancı peygamberlerinden biri de Hişam b. Hakim el-Mukanna idi. Onu halk “Maskeli Peygamber” adıyla da andı. Söylenenlere göre şaşılığı vardı, çirkindi ve bir gözü zaten görmüyordu. Bu nedenle yüzünü bir peçe ile kapatıyordu. Hem peygamberlik hem de ilahlık iddiasında bulunuyordu. Çevresine çok sayıda insan topladı. Ama isyanı uzun sürmedi, Abbasiler tarafından bastırıldı.

Alçaklığın Evrensel Tarihi
Alçaklığın Evrensel Tarihi

Yüzlerce yıl sonra Jorge Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi isimli kitabında onun hikâyesini kendine has üslubuyla anlattı. Borges, peçenin sırrı hakkında halkın ağzındaki yaygın anlatımı şu cümlelerle bize aktarıyordu: “Hakim'in kafası, cennetin en yüksek katında, Tanrı'nın huzuruna çıkarılmış ve orada, Tanrı, Peygamberlik görevi vermişti ona. Öyle sözcükler öğretmişti ki Tanrı, söyleyen insanın ağzı yanardı. Öyle bir nur gelmişti ki yüzüne, bakmaya dayanamazdı ölümlülerin gözleri. Maske kullanmasının nedeni de buydu. Yeryüzündeki tüm insanlar yeni öğretiye inançlarını ikrar edince açacaktı yüzünü.” Tabii aşağı yukarı her sahte peygamberin başına gelen el- Mukanna’nın da başına geldi. Tarih bize onun isyanının bastırıldığını, Borges ise yüzündeki peçenin çekilip alındığını söylüyor: “Peçeyi söküp aldılar. O denli şişmiş ve inanılmazdı ki Hakim’in yüzü, seyirci kitleye maskeymiş gibi geldi. Kaşları yoktu; sağ gözünün alt kapağı, pörsümüş yanağının üzerine sarkmış; koca bir yumrucuk kümesi dudağını kemirmişti; insana ait değilmiş izlenimini veren yassılmış burnu bir aslanınkini andırıyordu. Hakim, son bir taktik izlemeye yeltendi. “Bağışlanmayacak günahlarınız, benim görkemime tanık olmanıza izin vermez,” demeye başladı. Buna aldırmayan yüzbaşılar, mızraklarıyla delik deşik ettiler onu.”

  • El-Mukanna’nın yüzünün çirkinliğini gizleyen bir peçeydi. Ama bir grup insan peçenin arkasında gözlerinin göremeyeceği bir güzellik olduğuna ikna oldular. Yani gerçek yüz bazıları için, yeterince gerçek değildi. Tam da bu nedenle sahte peygamber öldürülse de, ona inananlar bir anda ortadan kaybolmadı. Peçenin gerçeği onlar için sakladığına, açıldığında ise gerçek için hazır olmadıklarına, bu nedenle maskenin gerekliliğine inanmaya devam ettiler.

Bu hikâye maske kullanımına dair tarihsel bir örnek ama aynı zamanda karşımıza yeni sorular da getiriyor. İlk olarak “İnsan kendini maskeleyerek, başka biriymiş gibi yaşayabilir mi?” sorusu zihnimizi kurcalayabilir. Belki sıraya daha da zor bir soru ekleyebiliriz: Maske günümüzde bir kimlik problemine dönüşür mü? Kendimizi sakladığımız, örtünme halinin gerçeği bastırdığı, belki gerçeği kendimizin bile unuttuğu bu problem, modern zaman insanı içine alabilir.

Jestlerimizi yitirmek!

Şimdi yeniden güncele gelelim. Bugüne ve sokaktaki halimize... Simamızı perdelerken yani koronavirüs nedeniyle maske takarken jestlerimizden de yoksun kalıyoruz. Normal dünyamızda yüzümüz dış dünyayla tanışma aracımız, jestlerimiz ise iletişim kurmanın önemli bir parçasıydı. Ama artık yolda gördüğünüz bir çocuğa gülümsemek, karşılaştığınız bir tanıdığa gözlerinizle selam vermekte zorlanıyoruz. Dahası yorgunluğumuz, kızgınlığımız, durgunluğumuz da yüzümüzden okunmuyor. Tüm anlam ve iletişim çabası gözlerimize ve dilimize kalıyor.

Ama artık yolda gördüğünüz bir çocuğa gülümsemek, karşılaştığınız bir tanıdığa gözlerinizle selam vermekte zorlanıyoruz.
Ama artık yolda gördüğünüz bir çocuğa gülümsemek, karşılaştığınız bir tanıdığa gözlerinizle selam vermekte zorlanıyoruz.

Bu durum bana popüler kültürümüzün akılda kalan bir parçasını, Avrupa Yakası’nın bir bölümünü hatırlatıyor. Gülse Birsel’in senaryosunu yazdığı, 2000’lerin kült komedi dizisinde Hümeyra tarafından canlandırılan İffet Sütçüoğlu karakterinin, estetik ameliyatlar olduktan sonra iletişim biçimlerinin tamamen değiştiğini komedi ekseninde izlemiştik. İffet hanım, gençleşme arzusuyla bir takım operasyonlar geçirince yüzünün tüm jestlerini kaybetmişti. Bu da onun ailesiyle sağlıklı iletişim kurmasını engellemeye başlıyordu. Artık konuşurken, “şu an gülüyorum”, “şu an çok kızgınım” gibi ifadeler kullanarak kaybettiği jestlerinin yerini doldurmaya gayret etse de hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının da farkındaydı. Öyle sanıyorum ki artık maske takıp sokağa çıktığımızda, özellikle de uzaktan bir tanıdığı gördüğümde bizim “Şu an aslında sana gülümsüyorum” diye bağırmamız gerekiyor. Bu da maskeli yüzün sadece dile ve göze dayalı yeni iletişim biçiminin sonucu.

Maskeden sonra

Tüm bu düşüneler, tespitler ve örneklerle yeni kamusal yüzümüzü kabullenip kabullenmeyeceğimizi mütevazi bir biçimde sorgulamaya çalıştım. Bunun yanında maskeden kurtulma ihtimalimizin de hâlâ mevcut olduğunu söylemek gerekiyor. Yani aşılar, sürü bağışıklığı veya virüsün gücünü yitirmesi gibi birçok olumlu senaryodan bahsedebiliriz. Ancak iyi senaryolardan birinin gerçekleşmesine bile hazır olup olmadığımızı da sorgulamalara eklemeden geçemeyeceğim. Hayatımızı, sağlığımızı ve sevdiklerimizi korumak için taktığımız maskeleri bir gün aniden nasıl çıkarabiliriz ki! Aklımızda bir soru işareti oluşmadan kalabalık ortamlarda bulunmak, rahatça konuşmak, sohbet etmek ne zaman mümkün olacak?

Hayatımızı, sağlığımızı ve sevdiklerimizi korumak için taktığımız maskeleri bir gün aniden nasıl çıkarabiliriz ki!
Hayatımızı, sağlığımızı ve sevdiklerimizi korumak için taktığımız maskeleri bir gün aniden nasıl çıkarabiliriz ki!

Peki ya bu bir alışkanlığa dönüşecek, maskeyi çıkaramayacaksak? Taktığımız maskeyi bir daha çıkaramayacaksak onu hâlâ bir maske olarak tanımlayabilir miyiz? Yoksa yüzümüzün kendisi mi olmaya başlayacak? Bu sorunun cevabını belki Uğur Acar’ın hayatında bulabiliriz. Gördüğümüz kadarıyla o, yaşamına devam ediyor. Yeni biri gibi, yeni bir hayatı var. Eminim bu hayatın kusurları yok değildir. Herkes ve hepimiz gibi. Belki de maskenin en büyük meselesi de bu. Hepimiz birbirimizin yüzünü taşırken, tüm farklılıklarımızdan arınıp, birbirimize benzemeye devam edeceğiz. Burun ameliyatı olup bir Yunan büstüne benzeyen insanlar gibi, yüzümüz artık sadece peçeli olacak, gerçeği mahrem bir alana çekeceğiz.

Ama bu sefer de, kendimizle baş başa kaldığımız bir anda bile yüzümüzü görmekte zorlanıp, zorlanmayacağımızı düşünmemiz gerekiyor. Yani maskenin bir parçası acaba yüzümüze yapışıp kalacak mı? Şimdi Rilke’ye kulak verelim. Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Rainer Maria Rilke’nin şu haykırışı durumu bize en yalın ve çarpıcı haliyle anlatabilir: “Rolümüzü bilmediğimizi anlıyoruz, bir ayna arıyoruz, yüzümüzdeki boyaları silip sahte olanı çıkarmak ve gerçek olmak istiyoruz. Ama yine de bir maske parçası yapışıp kalmış bir yerimizde, unutmuşuz. Kaşlarımızda bir abartma izi durmakta; ağzımızın köşesinde bir kıvrım olduğunu fark etmiyoruz. Ve bu halde, dolaşıyoruz ortada; bir maskara ve bir yarım halinde ne gerçek bir insan ne de bir oyuncu olarak.”