Bit’in yazgısı

Yazı, ölümlü/geçici beden işlevi görerek görünene yardımcı olduğu iddia edilerek kenara itilmiştir. Çünkü gerçeklik ve onu bulacak akıl, ruhun karşılığıdır, ruh ise asla ölmez. Sokrates’in yazmaması ve bunun da çok matah bir şeymiş gibi anlatılması da bundandır. Acaba gerçekten öyle mi?
Yazı, ölümlü/geçici beden işlevi görerek görünene yardımcı olduğu iddia edilerek kenara itilmiştir. Çünkü gerçeklik ve onu bulacak akıl, ruhun karşılığıdır, ruh ise asla ölmez. Sokrates’in yazmaması ve bunun da çok matah bir şeymiş gibi anlatılması da bundandır. Acaba gerçekten öyle mi?

Yazının icadı insanın konuşmasından çok ama çok sonradır. Bu oldukça doğal ve normal bir durumdur. Doğan çocuklar da ilk önce konuşmaya başlar, yazmayı sonradan öğrenir. Dil ile düşünce arasında bir özdeşlik yoksa da doğrusal bir ilişki vardır. Bu demektir ki, konuşabilen insanlar düşünme konusunda daha öndedir ve önceliklidir. Çünkü konuşamayan insan zamanla duyamaz da. Akletme ve tefekkür hadisesinde ise işitme öncelikli yer alır. Çünkü bunu aktarma konusunda dil için kulak gereklidir. Bu bağlamda yazı aslında düşüncelerimizin aynasıdır. İnsan kendi konuştuğunu duyamayabilir ya da toparlayamayabilir. Elbette duyan ve toparlayıp en güzel şekilde aktaranlar da vardır. Ancak yazma eylemi daha çok kendini görme konusunda önem taşır.

Bu giriş mahiyetindeki ifadeler söz ile yazı arasında karşıtlık oluşturarak sözü öncelemek amacını asla taşımaz. Bu Antik Yunan’ın işidir. “Sözmerkezli” bir felsefe oluşturma geleneği, sözü bir çeşit ruh görerek soyut ve tümel bir bağlamda ele alınmasına sebebiyet vermiştir. Buna “sesmerkezlilik” de denmiştir. Dikotomik bakışaçısının her alana sirayet ettiği bu antik yorum biçimi de, görünen ve gerçeklik ayrışmasından başlamış, bunun metodu olarak da birincisine duyular, ikincisine de akıl yakıştırılmıştır. Tabii her zaman için bu ayrıştırmadan gerçeklik ve bunu sağlayan akıl galip gelmiştir. İşte bu ayrıştırmanın uzantılarından biri de söz ve yazı dikotomisidir ki yazının burada ölümlü/geçici beden işlevi görerek görünene yardımcı olduğu iddia edilerek kenara itilmiştir. Çünkü gerçeklik ve onu bulacak akıl, ruhun karşılığıdır, ruh ise asla ölmez. Sokrates’in yazmaması ve bunun da çok matah bir şeymiş gibi anlatılması da bundandır. Acaba gerçekten öyle mi?

Gerçekte söz yazıdan ayrı değildir ve yazı da aslen bir sözdür. Farklı organ ve araçlarla oluşması işlevin farklılığını gerektirmiyor. Her ikisi de sonuçta iletişim biçimidir. Birinin biraz daha yakın diğerinin daha uzak muhataplar için olması bu işlevin farklılığını gerektirmez. Yeni doğan için konuşmanın yazıya önceliği, bunun için gerekli olan organın kendisinde mevcut oluşundandır. Yazmak için kaleme ve kâğıda, bir de onu tutacak olan güçlü parmaklara ihtiyaç vardır. Zaten yazıya geçirilenler de sözler toplamıdır. Sözlerin hafızada güçlü bir şekilde yer alması, sözün uçmadığının kanıtıdır. Öyle sözler var ki, yazıya geçirilse bu kadar kalıcı olmaz. Sözün gücünü ve konuşmanın önemini başka yazıların konusu olarak beklemeye alalım şimdilik. Çünkü sözde göz vardır ve gözler de konuşur.

Yazmak bir bütünlük işidir, okumak da ancak bütün olanlar için geçerlidir. O hâlde yazmak bir çeşit okumaktır ve okumak için ille de bir metne/tekste ihtiyaç duyulmaz.
Yazmak bir bütünlük işidir, okumak da ancak bütün olanlar için geçerlidir. O hâlde yazmak bir çeşit okumaktır ve okumak için ille de bir metne/tekste ihtiyaç duyulmaz.

Türkçemizde yazmak fiilinin geçirdiği evrim bize bu anlatımlarımız için anahtar rol üstlenecektir. Buradan devam edersek sanırım muradımız ve maksadımız da daha iyi anlaşılacaktır. Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi “yazmak” fiilinin kökeni “yay”dır. Y ile z arasındaki ses değişimi iki farklı ve fakat sürekli birbirine bağlantılı bir gelişme kaydetmiştir. Aynı kökten olmak üzere bir taraftan “yaymak, yaygı, yayvan, yayık, yayla, yay(ıl)ım” gibi kelimeler dal-budak saçarken diğer taraftan da “yazmak, yazgı, yaz, yazı, yazık” gibi kelimeler serpilmiştir. Sanki birbirlerinden tamamen farklı gibi görünen bu iki küme arasında dikkatli bir “okuma” yaptığımızda çok anlamlı bir korelasyonla karşılaşırız. Ancak daha şaşırtıcı ve hayret uyandıran bir kök daha vardır ki, yazının yazgısı buradan başlar: Bitmek fiilinden bitki…

Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü kitabı.
Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü kitabı.

Eski Türkçemizde yazmak fiilinden önce bu anlamı karşılayan başka bir fiil vardı ki bu da bitimek’tir. Her ne kadar “bitimek” fiili bugün tedavülden kalkmışsa da hâlen kullandığımız “bitmek” fiilinin ilk kullanımının yazmayı ifade etmesi oldukça dikkat çekici ve şaşırtıcıdır. Şinasi Tekin’in İştikakçının Köşesi ile İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü kitaplarında da belirttiği üzere bu kelime Çince’den geçmiştir. Buna göre Çinliler yazmak için kullandıkları fırçaya “piet” adını vermişler. Bu kelime Türkçe’ye “bit” olarak girmiş. “Bitimek” bu bağlamda “yazmak” demektir. Kelimenin Çince’den gelip gelmemesi ve fırça ile ilişkisi bir tartışma konusu olabilir ancak bunun yazı ile bağlantısı kesindir. Türkçemizde “bitmek” fiili, uhdesinde çok ilginç bağlantıları taşır. “Yazmak” anlamına geldiği gibi ortaya çıkmak anlamına da gelir ki, bu anlam dağarcığı, her ne kadar “yazmak” edimi ile bağlantısı unutulsa da hâlen günümüzde kullanılmaktadır. “Yazmak” da aslen ortaya çıkmanın bir şeklidir. Bu ortaya çıkış, doğmak, kaynaşmak, büyümek, gelişmek, yetişmek, sona ermek anlamlarını da beraberinde getirmiştir. Bir şeyin kendi içinde tamama ermesidir söz konusu olan. Bu açıdan da Arapça bir kelime olan “tam/am” kelimesinin karşılığında Türkçe olarak kullandığımız “bütün” kelimesi de aslen “bitmek” fiilinden türemiştir. İ ile ü ses değişimi bizlere yeni açılımlar ve alanların oluşturulmasına imkân sağlamıştır. “Bitmek” ile “bütü”n kelimeleri de aslen aynıdır demek istiyoruz. Çünkü bir şeyin doğması, büyümesinin ve gelişmesinin başlaması demektir. Bu da bir şekilde sona ereceğinin göstergesidir. Doğuş ve sona erme hadisesi, içeriğindeki tüm evrelerle düşünüldüğünde elbette bir bütünlüğü temsil eder. Bu kök anlamdan yola çıkarak rahatlıkla denilebilir ki, yazmak bir sona erdirme ve bütünleme edimidir. Harflerden kelimeler ve cümleler doğar. Harfler kaynaşır, bir anlam dağarcığı oluşturur. Büyür gelişir yetişir ve bir bütünlüğe ererek sona erer. Bu aslında kendi içinde bir sondur. Diğer bir deyişle yeni bir başlangıcın, doğumun da işaretidir. Çünkü her son aynı zamanda bir başlangıç, her bitim aslında bir doğuştur. Bu bir çeşit, istenen ve hedeflenen sonuca ermektir. Bu aynı zamanda sağlamlığı da çağrıştırır.

Bitmek fiili, içinde yaratmayı da taşır. Doğmak edimi ile bağlantılıdır. Yazmanın yaratma olduğunu kavrayan Batı düşünce dünyası, zamanla sözün düşüşünü sağlamış ve yazıyı ön plana çıkartarak yazara tanrısal bir konum atfetmiştir.
Bitmek fiili, içinde yaratmayı da taşır. Doğmak edimi ile bağlantılıdır. Yazmanın yaratma olduğunu kavrayan Batı düşünce dünyası, zamanla sözün düşüşünü sağlamış ve yazıyı ön plana çıkartarak yazara tanrısal bir konum atfetmiştir.

Tabii, “bit/mek” denilince ilk akla gelebilecek kelime bitkidir. (Türkçede bir hayvan ismi olarak kullanılan bit de bitki ve hayvanlara yapışarak ondan beslenmesi sebebiyle bu adı almıştır. Bitpazarının ise bitle ilgisi yoktur.) Bitmek aslen bir yazma eylemi olduğuna göre bitki de “yazıt” yani “kitap” anlamına gelir. Her bitki tıpkı bir yazı gibi doğar büyür gelişir yetişir ve sürecini tamamlar. Bu tamamlama biçimi aslında ölümün de başlangıcıdır. “Öldüm, bittim.” deyimi de bunun için kullanılır. Çünkü “bitkin” olmak, bir çeşit ölü gibi “hâlsiz, dermansız” olmak demektir. Ama bitkinin ölümü, onun tohuma ve oradan da kendisi gibi başka bitkilerin doğacak oluşuna işarettir. Bitki öldüğünde geriye tohumu kalır ve oradan yeniden “biter”. Kitabın bir bitki gibi süslü ve yararlı olarak düşünülmesi gibi bitkinin de bir kitap gibi kendini göstermesi şayanı dikkat olduğu kadar hoş bir simgedir. Kâinatın bir kitap gibi değerlendirilmesi bu meyanda anlamını bulur ve benzetmenin romantik bir çağrışım yapmaktan çok öte olduğu anlaşılır. Hemen buradan “okumak” fiilini hatırlarsak, bu edimin de aslında kâğıt üzerine kalemle döktürülen bir yazı biçiminden çok daha geniş anlamda kullanıldığı görülür. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Peygamberimize gelen “oku” emri, bir metnin/tekstin* okunması değil “kâinatı ve bu oluşum içinde insanın kendini okuması” anlamına mebnidir. Peygamberimizin “ben okuma bilmem” şeklindeki karşılığı, aslında başka ayette geçtiği üzere “kitap nedir, iman nedir bilmez” bir hâle işarettir. Haddi zatında Peygamberimiz sürekli bir okuyuş içinde olan biriydi, bu yüzden de sık sık Hira’ya gitmekteydi. Lakin okumasını tamamlamamıştı ve kendi okumasından da o kadar emin değildi. Cebrail’in görünmesi, bu okuyuşun emin gelecek ve teminat verecek şekle girmesiydi. Bu eskisinden farklı değil, eskisini aşan bir tarzda okumadır. Arapçada Kur’an kelimesi “okumak” anlamına geldiği gibi (hemzesiz hâliyle: Kuran) “toplamak” anlamına da gelir. Toplanan okunur zaten; dağınık okumak aslında okumak değildir. Hedefsiz atılan ok gibidir, topla(n)madan okumak. Bu yüzden de kişiye emniyet ve insanlara da teminat vermez “Yazma” anlamında “bitimek” fiilini düşünür ve bunun da “bütmek” fiili ile eş kökenli olduğu akla getirilirse, yazmanın da bir okuma gibi bütünlük arz etmesi gerekliliği ortaya çıkar. Aynı şekilde yazı ile söz/okuma arasındaki şaşmaz bağlantı da sağlanmış olur. Yazmak bir bütünlük işidir, okumak da ancak bütün olanlar için geçerlidir. O hâlde yazmak bir çeşit okumaktır ve okumak için ille de bir metne/tekste ihtiyaç duyulmaz.

Yazının söze karşı üstünlüğü ya da alçaklığı yoktur. Çünkü sözde ve yazıda anlam yoktur. Anlamı kişiler kendi müktesebatınca var eder. Bu bağlamda anlam bir bitkidir.
Yazının söze karşı üstünlüğü ya da alçaklığı yoktur. Çünkü sözde ve yazıda anlam yoktur. Anlamı kişiler kendi müktesebatınca var eder. Bu bağlamda anlam bir bitkidir.

Bitmek fiili, içinde yaratmayı da taşır. Doğmak edimi ile bağlantılıdır. Yazmanın yaratma olduğunu kavrayan Batı düşünce dünyası, zamanla sözün düşüşünü sağlamış ve yazıyı ön plana çıkartarak yazara tanrısal bir konum atfetmiştir. Tüm dikotomilerde olduğu gibi antik dönemde sarkacın ilk kısmına verilen önem, modernite sonrasında tersine dönmüştür. Artık ruha değil bedene önem verildiği için yazı öne çıkmış ve söze verilen ehemmiyeti kapmıştır. Dikotomilerin kaderi budur. Hangisi kabul edilirse edilsin, sonuçta biri diğerini ezer. Bu çatışmadan kurtulmanın yolu denklemi bozmaktır ya da başka ifadeyle böylesi denklemlerden uzak durmaktır. Yazının söze karşı üstünlüğü ya da alçaklığı yoktur. Çünkü sözde ve yazıda anlam yoktur. Anlamı kişiler kendi müktesebatınca var eder. Bu bağlamda anlam bir bitkidir. Kişinin ektiğine ve ekim biçimine göre değişir. Batı düşüncesinde bu dikotomilerin çıkma ve sorun oluşturma sebebi aslında soyutlama özelliğinden kaynaklanır. Soyutlama bir tümel oluşturma biçimidir. Böylelikle öznesi belli olmayan ve havada asılı kalan bir ide’ye dönüşür.

Yazmak ile okumak haddi zatında ok ve yayın aşkı gibi kopmaz bir bağ içerir. Sonuçta ikisi de bir eylemdir ve sorumluluk içerir. “Kirâmen kâtibin” sadece yazdıklarımızı yazmaz, okuduklarımızı da yazar. Okumak sadece bir metin okuması değil, bunu yerine ve ötesinde bir dünya görüşü oluşturmaksa yazmak da eylemlerimiz çerçevesinde o görüşün uygulaması ve açılımıdır. Bu bağlamda eylemlerimiz bir yazma biçimidir. Okumak da bir edim olarak bu eylem skalasının içindedir. Bundan dolayı yazmanın yaratıcılıkla ilgisi kurulabilir. Yazmak yaratmaktır demek çok da abes değildir. Lakin burada dikotomiye düşmemek için aynı şeyi okumak için de geçerli olarak kullanabilmek şartıyla. Eylemlerimiz bir yaratım biçimi ise okuma da yazma da birer eylem olarak bu varoluşa gark olur.

Eski Türkçemizde yazmak fiilinden önce bu anlamı karşılayan başka bir fiil vardı ki bu da bitimek’tir. Her ne kadar “bitimek” fiili bugün tedavülden kalkmışsa da hâlen kullandığımız “bitmek” fiilinin ilk kullanımının yazmayı ifade etmesi oldukça dikkat çekici ve şaşırtıcıdır.
Eski Türkçemizde yazmak fiilinden önce bu anlamı karşılayan başka bir fiil vardı ki bu da bitimek’tir. Her ne kadar “bitimek” fiili bugün tedavülden kalkmışsa da hâlen kullandığımız “bitmek” fiilinin ilk kullanımının yazmayı ifade etmesi oldukça dikkat çekici ve şaşırtıcıdır.

Eğer yaratım kelimesini özel bir fiil olarak almak ve bunu sadece Allah için kullanmak istersek, bu da makuldür. Kur’an ayetlerine dikkat ettiğimiz vakit aslında bu özelliği yazma ve okuma edimi üzerinden görürüz. Kur’an’da “yazma” Allah’a, “okuma” ise insana/kula raci bir eylem olarak zikredilir. Kalemin sahibi de kalemle yazmayı öğreten de Allah’tır. Yaratan Allah aslında her yaratışıyla bir yazılım meydana getirmektedir ve bunun deşifresi olarak okumak da insandan istenmektedir. “Kaleme ve satırlara yemin” eden Allah, herkesin kendi amelini kendisinin yazdığını ve satırlardan nasıl bir story ile history çıkaracağının insanın kendisine ait olduğunu, Allah’ın indinde de bunun asla unutulmayacağı ve karşılığının mutlaka verileceğinin kısa ve öz ifadesini bizlere sunar. İnsan yazmaktadır elbet, ama bu bağlamda aslında okumanın başka bir çeşididir yazmak: okuduğunu yazmaktadır. Tüm yazılanlar gibi de bir sınır içerir ve bir gün unutulup gidecektir. “İnsan Allah’ın hazinelerini yazmaya kalksa zaten yazamaz, velev ki denizler mürekkep ve ağaçlar da kalem ola.” Bu imkânsız eylem biçimi hem insan kapasitesi ile ömrünün sınırlılığına işaret eder hem de yaratılışın an be an tekrar ettiğini ifade etmenin başka bir biçimidir. Sürekli yaratılış hâlinde olan evreni yazmaya kalkmak, her zaman için denizden bir damla almak gibidir; kim “yazabilir, yetişebilir”. İnsan yazdıkça yaratılış devam etmektedir, hem de insanın yazdığından çok daha fazla. O hâlde insana okumak düşer, yazsa da. İnsanın yazısı aslında yazgısıdır.

Başta değindiğimiz yazının yay ile kök bağlantısı ve y ile z arasındaki ses değişimi sebebiyle oluşan anlam dağarcığını hatırlarsak, yazmak insan nazarında hep bir yaymaktır aslında. Elindekilerini ortaya sermektir. Bu serimleme onun üstünü örten bir yaygıdır. Yaygısının genişliği ve sağlamlığı, yazmasına bağlı olarak değişecektir. Dil onun evi ise yazı onun yatağı yorganıdır. Ancak bu her zaman yayvan kalacaktır. Buna rağmen yazması onun yayığı olacaktır, çünkü tek azığı odur. Yaygısı ve yayığı ona bir yayla imkânını sağlayacaktır. Yazması onun hem vasıtası hem vasatıdır. Buradan yayılacak yayımlayacaktır her şeyini. Yayladan yazıya/ovaya iniş böyledir. Tüm bunlar onun yazgısını oluşturur. Kendine yazık etmesi ya da kendine yaz edinmesi buna bağlıdır.

Arapçada Kur’an kelimesi “okumak” anlamına geldiği gibi (hemzesiz hâliyle: Kuran) “toplamak” anlamına da gelir. Toplanan okunur zaten; dağınık okumak aslında okumak değildir. Hedefsiz atılan ok gibidir, topla(n)madan okumak.
Arapçada Kur’an kelimesi “okumak” anlamına geldiği gibi (hemzesiz hâliyle: Kuran) “toplamak” anlamına da gelir. Toplanan okunur zaten; dağınık okumak aslında okumak değildir. Hedefsiz atılan ok gibidir, topla(n)madan okumak.

*Arapça metin kelimesi de aslında hayvanın sırtı ya da gövdesine denir. Bu hem geniş bir yüzeye hem de sağlamlık ve dayanıklılığa işarettir. Yine Latince textus kelimesi de dokuma fiilinden örgü anlamına gelir. Bu ayrıntıları vermemizin nedeni, aslında okuma edimini gerçekleştiren yazıtın birçok dilde çok ilginç anlam skalasından türetilmesini göstermekle bugünkü dar anlamında kullanılma sıkıntısını izahat içindir.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım