Biz hep vardık demenin politikliği: Osmanlı nostaljisi

Yıkılışının üzerinden bir asır geçmiş Osmanlı’ya, oradan gelen anlatılara imrenerek bizi baktıran, üzerine kitaplar yazdırıp dizler filmler çektiren ve izleten özlem nereden geliyor?
Yıkılışının üzerinden bir asır geçmiş Osmanlı’ya, oradan gelen anlatılara imrenerek bizi baktıran, üzerine kitaplar yazdırıp dizler filmler çektiren ve izleten özlem nereden geliyor?

Kendisini Müslüman Osmanlı vatandaşı olarak tanımlayan sıradan biri ile halkını seküler Türk olarak inşa etmeye çalışan devlet arasında nasıl bir boşluk oluştu? Böyle bir sosyopolitik ortamda kendi olacak mecra bulamayan, bütün zeminleri ayağının altından kaymış ve kendi topraklarında evsiz kalmış, daha sonra Necip Fazıl’a “öz vatanımda parya” dizelerini yazdıracak olan o sahici his kendine nasıl bir alan buldu, ya da buldu mu?

İnsan nasıl hatırlar? Neyi hatırladığımızı ya da neyi unuttuğumuzu belirleyen nedir? Hatırlarken boşlukları neyle ve nasıl doldururuz? Hatırlamak ve unutmak bireysel ve kitlesel bir varoluş inşasında nasıl bir rol oynar? Kendi hikâyemizi kurgularken dışarıda bıraktığımız gerçeklerimizi ve hikâyeye dahil ettiklerimizi nasıl bir filtreden geçiririz? Var oluşumuzu oturttuğumuz hikâyede neden tüm arazlarından arıtılmış, masalsı bir bütünsellik arzusu duyuyoruz? Bu sorular üzerinden düşünüldüğünde yıkılışının üzerinden bir asır geçmiş Osmanlı’ya, oradan gelen anlatılara imrenerek bizi baktıran, üzerine kitaplar yazdırıp dizler filmler çektiren ve izleten özlem nereden geliyor?

Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?
Paul Connerton, Toplumlar Nasıl Anımsar?

Tüm bunlar, kişilerin anı yaratma, kimlik inşa etme ve de aidiyet oluşturma sürecine dair sorulabilecek psikolojik ve belki nörolojik sorular olsa da aynı soruları toplumlar nasıl hatırlar, neden hatırlar, neden unutur, neyi hatırlar, neyi unutur, bir toplumsal anlatının boşlukları neyle, nasıl ve neden doldurulur gibi sorular sormak da mümkün. Nitekim Paul Connerton Toplumlar Nasıl Anımsar? adlı kitabında bu sorulara cevap aramış ve toplumsal bir aradalığın en önemli yapıtaşını ortak bir hikâyeye sahip olmak şeklide tanımlamıştır.

Fakat Türkiye gibi köklü bir tarihsel geçmişi, geniş bir sosyokültürel mozaiği, pek çok dinî motifi yüzyıllarca kucaklamış bir coğrafyada da ortak bir hikâyeye sahip olmak mümkün mü? Eğer öyle ise nasıl? Böyle bir coğrafyada toplumsal bir aradalık için ortak hikâye arayışı birleştirici midir yoksa ayrıştırıcı mı?

Bahsettiğimiz bu ortak bir hikâye çevresinde topla(n)ma meselesinin dışarıdan bir elle ve genelde devlet eliyle şekillendiği durumları mekanik; inkişafi yani kendiliğinden ve zaten orada duranı yükselterek meydana çıkan hikâyeleri ise organik yanıtlar başlığının altında toparlayabiliriz.

Bu dokunuşlar devlet eliyle yaratılan yeni bir kimlik yani halka devletin dikip giydirdiği yeni bir gömlek olmuştur çoğu zaman.
Bu dokunuşlar devlet eliyle yaratılan yeni bir kimlik yani halka devletin dikip giydirdiği yeni bir gömlek olmuştur çoğu zaman.

Toplumsal birlikteliği ortak bir hikâye üzerinden kurgulama gayretine, Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasında takip edilen sosyo-politik düzen iyi bir örnek teşkil edebilir. Bu süreçte tatbik edilen birtakım inkılaplar ile son şekline ve asıl mahiyetine kavuşan makbul vatandaş yaratma sürecinde devlet elinin belirgin dokunuşları olduğu aşikâr. Bu dokunuşlar devlet eliyle yaratılan yeni bir kimlik yani halka devletin dikip giydirdiği yeni bir gömlek olmuştur çoğu zaman. Giydirilen bu gömlek elbette beraberinde kaçınılmaz bir tek tipleşmeyi; bu tek tipleşme ise belli grupları kucaklarken bazılarını törpülemeyi, bazılarını ise dışarıda bırakmayı kaçınılmaz bir hâle getirdi.

Cumhuriyet çoğunluğun kendini Müslüman olarak tanımladığı halka yeni bir kimlik olarak ne sundu? Burada seküler, Türk, Batılı gibi pek çok farklı kavramla karşı karşıya olsak da dönemin ideolojik konjonktürü de göz önüne alındığında Türklük mefhumu çok daha kuşatıcı ve ortak bir hikâye yaratma gayretinde devletin işini en çok kolaylaştıran değer olmuş gibi gözüküyor.

Devlet, “Biz yüce ve köklü bir milletiz” söylemi ne kadar yükseltilirse, toplumsal birliktelik de o kadar kuvvetli olur, diye düşünerek pek çok adım attı.

Halka nereden geldikleri, aslında kim olduklarını fısıldanırken merkeze Türklük kavramı konuldu. Bu kavram etrafında bir ortak hikâye geliştirildi ve bu bağlamda pek çok reform ve düzenlemeler yapıldı.

Öte yandan bu bir arada tutmak üzere inşa edilen hikâyenin yaratıcısı halk yani bir arada bulunması beklenen kişiler değildi. Onları birlikte tutmayı hedefleyen ikinci bir el, devlet eliydi. Dolayısıyla buradan ortaya çıkan hikâye, organik, çabasızca bulunmuş geniş bir kitlenin zaten üzerinde mutabık olduğu bir değer üzerine kurgulanmamıştı. Uygun bulunan bir gömlek başka bir el tarafından dikilmiş giydirilmişti. Bu gömleğin kimi yerleri tam otursa da kimi yerleri dar gelmiş dikişleri sökecek kadar gerilmiş, kimi yerleri ise pot durmuş. Bir çıplaklığı örtmüştü, evet ama ihtiyaca ne kadar karşılık geldiğini anlamak güç.

Peki kendisini Müslüman Osmanlı vatandaşı olarak tanımlayan sıradan biri ile halkını seküler Türk olarak inşa etmeye çalışan devlet arasında nasıl bir boşluk oluştu? Böyle bir sosyopolitik ortamda kendi olacak mecra bulamayan, bütün zeminleri ayağının altından kaymış ve kendi topraklarında evsiz kalmış, daha sonra Necip Fazıl’a “öz vatanımda parya” dizelerini yazdıracak olan o sahici his kendine nasıl bir alan buldu ya da buldu mu?

Meselenin aktörlerinin değil de muhatap kılınanlarının verdiği içsel ve amacı sadece “ben varım” demek olanların cevaplarını organik cevaplar olarak nitelendirmek mümkün. Çünkü acıtıcı bir maksadı yok, kendini izahtan başka derdi de yok. Bu tek tük olmayan yekûnun “biz kimiz peki, hangisiyiz?” dediğinde geçmişe verdiği referanslar ve mevcudu okuma biçimleri yeni bir kimlik, alternatif bir varoluş yarattı. Fakat bu okuma biçimleri yapısı ve onu ateşleyen ihtiyaç duyma hâli nedeniyle çoğu zaman kusurlu ve manipülasyona oldukça açıktı. Micheal Schodson bunu “Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimidir; bir hatırlama şekli aynı zamanda bir unutma şeklidir. Hafıza, bilgiyi stratejik olarak kodlama ve hatırlama sürecidir.” diyerek ifade ediyor. Bir başka deyişle hatırlarken ve unuturken son derece öznel bir filtreleme biçimine sahibiz; ortak bir hikâye yaratmak, bir kimlik inşa etmek ancak şüpheye yer vermeyecek eminlikle “işe yarar” parçaları bir araya getirerek mümkün olur.

Nostalji dediğimiz şey de tam olarak burada devre giriyor. Bir şeyin nostaljik olması onu bütün kusurlarından, arazlarından muaf kılınmasıyla mümkün. Nostaljik bir hatırlama ya da unutma biçimi, özlenecek bir kusursuzluk inşa etmekten başka bir şey değildir. “Nostos” yani eve dönmek ve “algos” acı çekmek kelimelerinin bir aradalığıyla türemiş bu terim, eve dönme özlemini ifade eder ki bu da öz vatanında parya hisseden bu yekûn için tüm kusurları unutarak inşa edilen yeni bir ortak hikâye çatısıyla mümkündür.

Bir şeyin nostaljik olması onu bütün kusurlarından, arazlarından muaf kılınmasıyla mümkün. Nostaljik bir hatırlama ya da unutma biçimi, özlenecek bir kusursuzluk inşa etmekten başka bir şey değildir.
Bir şeyin nostaljik olması onu bütün kusurlarından, arazlarından muaf kılınmasıyla mümkün. Nostaljik bir hatırlama ya da unutma biçimi, özlenecek bir kusursuzluk inşa etmekten başka bir şey değildir.

Bu, nostalji yaratma ve bunun etrafında bir hikâye oluşturma gayreti sadece evine dönmek isteyen dışarıda bırakılmışların izlediği bir yol olmamış, kendine bir taban inşa etmek isteyen politik dilin de çokça referans verdiği bir unsur hâline gelmiştir. Bunu da karşı bir mekanik yanıt örneği olarak okumak mümkün. Nasıl Cumhuriyet’in ideal vatandaş yaratma sürecinde ortak kimlik inşası mekanik, tepeden inme ve toptancı idiyse, buna karşı ortaya çıkan, dışarıda kalanları kucaklama maksadı taşıyan devlet dili de yine mekanik ve başka bir mecrayı dışarıda bırakıcıdır. Bir diğer değişle, bir tarafta ideali seküler-Türk vatandaş olan Cumhuriyet’in mekanik ortak hikâyesi, öbür tarafta kimliksiz kalmış Müslümanları kucaklamak maksadıyla dinî motifleri, kültürel değerleri, geçmişin göğüs kabartan başarıları ve inceliklerini masalsı bir hatırlama biçimiyle bir araya getirip bir Osmanlı nostaljisi yaratan yeni milliyetçi dil…

Osmanlının kuruluş ve yükseliş dönemlerini ele alan, Abdülhamid dönemindeki sosyopolitik atmosferle bugün arasında analojik bir alaka kuran ve reytingleri yüksek televizyon dizileri bunun en belirgin göstergesi olsa gerek.
Osmanlının kuruluş ve yükseliş dönemlerini ele alan, Abdülhamid dönemindeki sosyopolitik atmosferle bugün arasında analojik bir alaka kuran ve reytingleri yüksek televizyon dizileri bunun en belirgin göstergesi olsa gerek.

Son yıllarda birçoğu resmi devlet kanallarında yayınlanmış, Osmanlının kuruluş ve yükseliş dönemlerini ele alan, Abdülhamid dönemindeki sosyopolitik atmosferle bugün arasında analojik bir alaka kuran ve reytingleri yüksek televizyon dizileri bunun en belirgin göstergesi olsa gerek. Burada hem bunu talep eden bir kitle hem bunu arz edecek bir kültürel elit hem de bu alışverişin besleyici ve destekleyici bir paydaşı olan politik söylemler, bahsettiğimiz Osmanlı nostaljisi yaratma ihtiyacının çok aktörlü bir mesele olduğunu gösterir nitelikte.

  • Peki tüm bu aktörleri bir araya getiren temel his nasıl bunca yıl hiç sönmeden kendine bir yer bulabildi? 100 yıl önceki kadar keskin bir dışarıda bırakma yokken bile özlenen geçmiş neden bu kadar uzakta, ulaşılamaz ve nostaljik? Ona böyle masalsı bir gömlek giydiren asıl unsur neyin eksikliği ve bu eksiklik mahrumiyete bire bir muhatap ve tanık olamamış bugünün insanında neden ve nasıl bir karşılık bulabiliyor?

Yine buna da tek bir cümleyle bir şeyi işaret eder gibi yanıt vermek oldukça güç. Fakat estetik bir cevap bulmak mümkün. Ne eksikse onu konuşuruz, neyin artık dönüşü yoksa onu özleriz, anlatımızı hep yokluk üzerinden kurarız. Bundandır ki tüm masallar bir varmış bir yokmuşla başlar. Tastamam olmanın anlatılacak bir yanı yoktur; özlemek de bir eksiklikten beslenir, kalbi ve hissi besler. Bir nostalji yaratma istenci de buradan beslenir, bugünün çarpık, duygusuz, derinliksiz, niteliksiz ve grafiklerden ibaret varoluşlarına bizim bir hikâyemiz var, öyle ki bu köklü bir hikâyedir. “Bizim köklerimiz var. Böyle kuru dallar olduğumuza bakmayın bir hikâyemiz var” deme gayretidir nostalji. Çocuklara anlatılan bütün kahramanlık hikâyeleri “Sen yalnız değilsin köksüz değilsin bir hikâyen var senin ve benim ve bizim, bir ortak anlatımız var” demenin en politik yoludur bir nostalji yaratmak.

Son yıllarda bahsettiğimiz bu var olma ve varlığını ispatlama, köklerine sarılma istenci, bundan beslenen ve bunu besleyen politik ortam bir araya geldiğinde bugün çocuk yayınının önemli ölçüde beslendiği tarihsel anlatıların artışı da anlamlı bir yere oturuyor. Osmanlı’nın daha çok kuruluş ve yükseliş dönemi padişahlarını konu alan, başarılarını, zorluklarla mücadele biçimlerini işleyen çocuk metinleri, yazar ve yayıncıların çokça referans verdiği konular hâline gelmiştir.

Sonuç olarak, kim olmaklığı, var olmayı, varım demeyi nasıl bir eksiklik yoksunluk besliyorsa, bir hikâye nasıl bir burukluk kekrelik etrafında kendine bir anlam bulabiliyorsa, bir fikir bir kimlik de aynı damardan besleniyor. Çocuğumuza anlattığımız bizim hikâyemiz de bizi tanımlayan yoksunluk ve yoksun bırakılışın arkasında son derece politik ve ideolojik bir ihtiyaç yatıyor. Bir sosyal kimliğin noksanlığını, yoksun kalınanın tam olduğu vakitten habersiz bir tazeliğe aktarırken bize yüce bir şey yapıyormuş hissi veren, bunu içten bir yerden söyleten şey, unuttuklarımızı, görmezden geldiklerimizi, bilerek hatırladıklarımızı şekillendiren el, işte bu var olma kök salma iddiasından besleniyor bir bakıma.