Böyle idiler yaşarken . . .

​Böyle  idiler  yaşarken…
​Böyle idiler yaşarken…

Sadri Maksudî Kazan civarında Taşsu adlı bir köyün imamı Nizameddin Maksudî’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Önce Kırım’a okumaya gitti ve orada İsmail Gaspıralı ile sonra Paris’te Yusuf Akçura ve Yahya Kemal ile tanıştı. Hukuk eğitimi yanında tarih ve sosyoloji derslerine de devam etti. 1917 yılındaki Rus ihtilalinden sonra Kazan yöresinde kurulan İdil-Ural muhtariyet yönetiminin ilk cumhurbaşkanı oldu. 1925 yılında Türkiye’ye gelen Sadri Maksudî hukuk fakültesinde hocalık ve milletvekilliği yaptı.

Atatürk’ün yakın çevresinde bulundu. Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasına da öncülük etmişti. Son dönemin bu önemli ismi maalesef geride bir hatırat bırakmamış. Bıraksaydı belki bugün hem dönemin diğer isimleri hakkında hem de çok partili hayata geçiş hakkında elimizde daha geniş bir malumat olabilirdi. Neyse ki babasının bu eksiğini kızı Âdile Ayda Hanım bir nebze olsun kapatmış.

Sadri Maksudî Kazan civarında Taşsu adlı bir köyün imamı Nizameddin Maksudî’nin oğlu olarak dünyaya geldi.
Sadri Maksudî Kazan civarında Taşsu adlı bir köyün imamı Nizameddin Maksudî’nin oğlu olarak dünyaya geldi.

Âdile Hanım 22 Şubat 1912 tarihinde St. Petersburg’da doğmuş, babası ile birlikte geldiği İstanbul’da Dame de Sion Mektebi’nde lise tahsilini bitirdikten sonra Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Fransız Filolojisi bölümünden mezun olmuştur.

Uzun süre Ankara ve İstanbul üniversitelerinde hocalık yaptıktan sonra ilk Türk kadın diplomat olarak Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başlamıştır. Lahey, Belgrad ve Roma elçiliklerinde diplomatik görevlerde bulunmuştur. Varlık, Türk Edebiyatı, Hisar gibi dergilerde edebi tenkitler yayımlamıştır.

Edebi hatıralar

Şüphesiz Âdile Hanım’ın hem hoca hem de diplomat olarak yerine getirdiği görevler önemlidir.

Fakat benim için bunlardan daha önemlisi hem babası Sadri Maksudî’nin çevresine hem de kendi ilgilendiği edebi çevrelere dair bir hatırat kaleme almış olması.

1984 yılında Ankara’da basılan bu kitap (basımevi adı yok, zannımca Âdile Hanım kendisi bastırmıştır) Abdülhak Hâmit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fazıl Ahmet Aykaç, Behçet Kemal Çağlar, Sabahattin Ali, Salih Zeki Aktay, Şükufe Nihal Başar, Refik Halit Karay, İsmail Hâmi Danişmend, Abdülhak Şinasi Hisar, Celal Sâhir Erozan, Halide Edip Adıvar, Cevat Fehmi Başkut, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Ahmed Hamdi Tanpınar ve Halide Nusret Zorlutuna’ya dair hatıralardan müteşekkil.

1984 yılında Ankara’da basılan bu kitap (basımevi adı yok, zannımca Âdile Hanım kendisi bastırmıştır) Abdülhak Hâmit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fazıl Ahmet Aykaç, Behçet Kemal Çağlar, Sabahattin Ali, Salih Zeki Aktay, Şükufe Nihal Başar, Refik Halit Karay, İsmail Hâmi Danişmend, Abdülhak Şinasi Hisar, Celal Sâhir Erozan, Halide Edip Adıvar, Cevat Fehmi Başkut, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Ahmed Hamdi Tanpınar ve Halide Nusret Zorlutuna’ya dair hatıralardan müteşekkil.
1984 yılında Ankara’da basılan bu kitap (basımevi adı yok, zannımca Âdile Hanım kendisi bastırmıştır) Abdülhak Hâmit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fazıl Ahmet Aykaç, Behçet Kemal Çağlar, Sabahattin Ali, Salih Zeki Aktay, Şükufe Nihal Başar, Refik Halit Karay, İsmail Hâmi Danişmend, Abdülhak Şinasi Hisar, Celal Sâhir Erozan, Halide Edip Adıvar, Cevat Fehmi Başkut, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Ahmed Hamdi Tanpınar ve Halide Nusret Zorlutuna’ya dair hatıralardan müteşekkil.

Kitabın önsözünde Âdile Hanım üstüne basa basa yazdıklarının edebi portlere değil, edebi hatıralar olduğunu belirtmiş. Bu yazıların bir kısmını Hisar dergisinde yayımlandığını fakat daha sonra bu yazıları kitaplaştırırken “Kitaba aldığım yirmi yazarı seçerken, bunların birinci sınıf yazarlar olmasına veya, hiç değilse, bir tarzın, bir ekolün temsilcisi bulunmasına özen gösterdim.

Yoksa, çok iyi tanımış olduğum Âsaf Hâlet Çelebi, Esat Mahmut Karakurt gibi ikinci sınıf sayılabilecek yazarları da almış olsa idim” diyerek Âdile Hanım bizi üzse de kitaba aldığı yazarlara dair anlattıkları bu üzüntümüzü gidermeye kâfidir.

Mehmet Emin Yurdakul, Türk Epopesi, Serbest Fırka

Millî şair Mehmet Emin Bey, Sadri Maksudî’nin Ankara’daki evine en çok uğrayan kişiler arasındadır. Âdile Hanım babası ve Mehmet Emin’in uzun uzun sohbet ettiklerini, şairini kendi şiirlerini büyük bir coşkuyla okuduğunu anlatıyor. İlgi çeken bir diğer anı ise Mehmet Emin’in bir gün elinde Fransızca mektuplarla çıkagelmesi.

Bu mektuplar Alman, Macar, Rus Türkologlar tarafından Mehmet Emin’e Türkçe Şiirler kitabını tebrik için gönderilmiş. O gün Âdile Hanım arkadaşlarıyla dışarıya çıkmaya hazırlanmaktadır. Fakat Mehmet Emin Bey’in Fransızca mektupları tercüme etmesini istemesi üzerine o günü evde geçirir.

Sadri Maksudî ile Mehmet Emin, Mustafa Kemal Atatürk’ün Yalova Termal Oteli’nde verdiği ziyafetlere ve sofrasına da birçok kere beraber katılırlar. 1930 yazında yine beraber oturdukları bir sofrada Atatürk herkese sırayla Serbest Fırka’ya girip girmeyeceğini sorar.

Kitabın önsözünde Âdile Hanım üstüne basa basa yazdıklarının edebi portlere değil, edebi hatıralar olduğunu belirtmiş. Bu yazıların bir kısmını Hisar dergisinde yayımlandığını fakat daha sonra bu yazıları kitaplaştırırken “Kitaba aldığım yirmi yazarı seçerken, bunların birinci sınıf yazarlar olmasına veya, hiç değilse, bir tarzın, bir ekolün temsilcisi bulunmasına özen gösterdim.
Kitabın önsözünde Âdile Hanım üstüne basa basa yazdıklarının edebi portlere değil, edebi hatıralar olduğunu belirtmiş. Bu yazıların bir kısmını Hisar dergisinde yayımlandığını fakat daha sonra bu yazıları kitaplaştırırken “Kitaba aldığım yirmi yazarı seçerken, bunların birinci sınıf yazarlar olmasına veya, hiç değilse, bir tarzın, bir ekolün temsilcisi bulunmasına özen gösterdim.

Mehmet Emin’e sıra gelince “Emredersiniz Paşam” diye cevap verir. Sadri Maksudî ise “ Zât-ı devletlerinin fırkasında kalmama müsaade buyurun” diyerek diplomatik bir cevapla soruyu atlatmış. Bu olaydan sonra Mehmet Emin, Sadri Maksudî’ye sitemde bulunsa da bu kırgınlık çabuk geçiyor.

Atatürk’ün Yalova’da tertip ettiği bir başka ziyafette ilim ve hars heyetinin ne yaptığını sorması, özellikle Mehmet Emin Bey’e bakarak “Koskoca bir İstiklal harbi, bir millî mücadele geçirilmiş, hani bunu mevzu yapan millî şairlerimizin millî şiirleri?” diye sorması üzerine Hamdullah Suphi, Mehmet Emin’i savunma sadedinde millî destanların uzun sürelerde yazıldığını ve elbette Millî Şair’in Türk’ün Epopesi’ni yazmakla meşgul olduğu söyler.

Mehmet Emin de, “Millî kahramanları terennüm etmek biz şairlerin vazifesidir. Benim de en büyük emelim budur. Yeter ki, kalemim sizin yarattığınız harikaları anlatmaya layık olsun” der.

Âdile Hanım Türk’ün Epopesi’nin akıbetini de bize haber veriyor. Mehmet Emin’in Sadri Maksudî’ye gönderdiği 28 Haziran 1931 tarihli mektupta şair henüz epopeyi yazmaya başlamadığını Sadri Maksudî’nin neşredeceği Türk tarihi kitabını beklediğini söylüyor.

Atatürk’ün vefatından sonra epopenin yazımı da yarım kalmış, yazılan kısmı Ankara başlığı altında toplanmıştır.

Behçet Kemal Çağlar, Onuncu Yıl Marşı ve İlk Dans

Bugün internette hızlıca bir arama yaparsanız 10. Yıl Marşı’nın sözlerinin Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Kemal Çağlar’a, bestesinin ise Cemal Reşit Rey’e ait olduğunu görürsünüz. Hatta Kültür Bakanlığı’nın sitesinde bile aynı bilgileri bulabilirsiniz. Fakat Âdile Hanım’ın hatıraları bize farklı şeyler söylüyor.

Âdile Hanım, Behçet Kemal ile ilk kez babasını yolcu etmek için geldiği Ankara tren garında tanışır. Bu ayaküstü tanışmadan sonra bir gün Behçet Kemal Âdile Hanım’ın çalıştığı Dışişleri’ne gelir. Elinde imzalı ve ithaflı bir şiir kitabı: Burada Bir Kalp Çarpıyor.

Behçet Kemal, Âdile Hanım’ı ilk gördüğü andan itibaren beğenmiş olacak ki ithafa şöyle yazmış: “Türklük için çarpan bu kalbi ilk defa tek birine vererek”.

10. Yıl Marşı’na geri dönecek olursak; Ankara Palas’ta verilecek Cumhuriyet Balosu’nda Âdile Hanım ve Behçet Kemal tekrar karşılaşırlar. Biraz çakırkeyif olan Behçet Kemal oldukça mutlu fakat Zeki Bey bütün ilginin Behçet Kemal’e kaymış olmasından dolayı bir o kadar sinirlidir. Âdile Hanım burada bir parantez açarak o gece Faruk Nafiz’in adının hiç geçmediğini, baloda marşın sözlerini yazan kişi olarak sadece Behçet Kemal’in adının anıldığını, zaten marşın üslubunun da

Faruk Nafiz’in şiirlerine hiç benzemediğini söylüyor. Marşın bestekârı için herhangi bir açıklama yapmamış olması daha ilginç. Viyolonist Zeki Bey, yanılmıyorsam İstiklal Marşı’nı da besteleyen Zeki Üngör’dür. Behçet Kemal’in ilgi odağı olmasına kızıp “Marşı biz besteliyoruz, bütün tebrikleri bu küçük bey alıyor” dediğine göre 10. Yıl Marşı’nın bestesi de ona ait olmalıdır.

O zaman bugün niçin Cemal Reşit Rey’in adı geçiyor? Acaba ilk bestesi beğenilmeyip sonradan bir beste daha mı yapıldı?

Bütün bu soruları bir kenara bırakıp Behçet Kemal ve Âdile Hanım’a geri dönüş yaparsak edebiyat tarihimiz bir şiir kazanmış olacaktır.

Baloda Âdile Hanım ve Behçet Kemal dans ederlerken Âdile Hanım sizin kısa sürede çok uzun şiirler yazabildiğiniz söyleniyor ispat eder misiniz, minvalinde bir söz söyleyince Behçet Kemal emir telakki edip on iki dakika içinde on beş mısralık bir şiir yazıyor. Şiirin adı: İlk Dans.

Hemen o gece eski harflerle yazılıp kendisine sunulmuş bu şiiri Âdile Hanım “yarım yüzyıl boyunca modası geçmiş bir balo çantası içinde” saklamış. Pek tabiidir ki bu sebeple şiir Behçet Kemal’in şiirleri arasında anılmamış.

İlk Dans

  • Böyle saffetle sarar sarmaşık bir fidanı;
  • Kalp böyle dolaştırır ilk defa akan kanı
  • Ruhumu yıkamakta musiki çağlayanı!
  • O saçlar, ilahların kakülleri yüzümde;
  • Yeni bir bahar açtı yarı solmuş gözümde
  • “Anamı buldum” diyor şimdi kalp öksüzüm de.
  • Bir bahar sayacağım sert geçse de bu kışı:
  • Bir nisan yağmurudur tekrarlama alkışı
  • Ve bahar güneşidir gözlerin bakışı…
  • İki ruh tek bir sazın iki teli gibidir,
  • Ve hislerim en çılgın bir raksın sahibidir.
  • Yer ya göklerin üstü, ya denizin dibidir.
  • O kadar hafiflemiş ve o kadar doluyum;
  • Varsın bir genç kız olsun, gözleri başka renkte,
  • Mustafa Kemal’ini bulmuş Anadolu’yum.

Behçet Kemal’in sonraki dönemlerde neler yaptığını, Nizamettin Nazif’in onun hakkındaki “arsız” yorumlarını burada aktarırsam söz uzayacak.

Hemen o gece eski harflerle yazılıp kendisine sunulmuş bu şiiri Âdile Hanım “yarım yüzyıl boyunca modası geçmiş bir balo çantası içinde” saklamış. Pek tabiidir ki bu sebeple şiir Behçet Kemal’in şiirleri arasında anılmamış.
Hemen o gece eski harflerle yazılıp kendisine sunulmuş bu şiiri Âdile Hanım “yarım yüzyıl boyunca modası geçmiş bir balo çantası içinde” saklamış. Pek tabiidir ki bu sebeple şiir Behçet Kemal’in şiirleri arasında anılmamış.

Maalesef Âdile Hanım’ın Hisar dergisinde yayınladığı Behçet Kemal hatıratı da kitaptaki kadar mufassal değil. Bu sebeple merakına yenik düşenler illa ki kitaba müracaat etmek zorunda kalacak.

Salih Zeki, Nev-Yunanilik ve Pişmanlık

Salih Zeki Aktay’ın ismini arayınca Kitapyurdu’nda herhangi bir sonuç yok. İkinci el ve sahafiye kitapların satıldığı sitede ise tek bir kitabı çıkıyor: Hallac-ı Mansur Facia: 5 Perdelik Piyes.

Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri

Karaosmanoğlu’nun başını çektiği nev-Yunanilik akımı Türklerin gelip yurt edindiği Akdeniz havzası içinde yeni bir medeniyet teşekkül ettiğini ve bu medeniyetin ortak kaynağının Greko-Romen kültürü olduğunu öne süren kısa süreli bir akım olarak edebiyatımızda kaldı. Yahya Kemal’in “Bergama Heykeltıraşları”, “Sicilya Kızları” gibi eserleri bu görüş çerçevesinde kaleme alınmış eserlerdir. Fakat üst üste gelen Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı Yahya Kemal ve Yakup Kadri’yi kısa sürede başka düşüncelere sürüklemişti.

Bugün unuttuğumuz Salih Zeki Aktay ise uzunca bir süre Nev-Yunanilik fikrini savunmuş, döneminde de “Elenist Şair” olarak anılmıştır. Âdile Hanım ise bize bunlarla birlikte Salih Zeki’nin, Apollon ve Baküs hayranı diye bilinen şairin, geniş ve derin bir şeriat ve tasavvuf bilgisi olduğunu anlatıyor. Hatta evine ziyarete gittiği bir günde Hallac-ı Mansur’un şahsiyeti hakkında kendisine Profesör Massignon’un yazmış olduğu bir mektubu da gösterdiğini kaydediyor.

Bugün unuttuğumuz Salih Zeki Aktay ise uzunca bir süre Nev-Yunanilik fikrini savunmuş, döneminde de “Elenist Şair” olarak anılmıştır. Âdile Hanım ise bize bunlarla birlikte Salih Zeki’nin, Apollon ve Baküs hayranı diye bilinen şairin, geniş ve derin bir şeriat ve tasavvuf bilgisi olduğunu anlatıyor.
Bugün unuttuğumuz Salih Zeki Aktay ise uzunca bir süre Nev-Yunanilik fikrini savunmuş, döneminde de “Elenist Şair” olarak anılmıştır. Âdile Hanım ise bize bunlarla birlikte Salih Zeki’nin, Apollon ve Baküs hayranı diye bilinen şairin, geniş ve derin bir şeriat ve tasavvuf bilgisi olduğunu anlatıyor.

Fakat Âdile Hanım, Salih Zeki ile tanıştığında henüz bir genç kadındır. Salih Zeki ise yaşını başını almış bir ihtiyardır. Salih Zeki’ye ait hatıraların sonunda acı bir itiraf olarak o günlerde Salih Zeki’yi anlayamadığını söylüyor.

Fakat Salih Zeki, Âdile Hanım’ı çok sevmiş ve bir gün değerini anlayacağını hissetmiş olmalı ki 1963 ilkbaharında “eser-i cedid kâğıtlar üzerine eski harflerle yazılmış bir sürü yayınlanmamış şiirini” göndermiş. Hallac-ı Mansûr’dan alınan şu parça gerçekten güzel:

  • Aşkınla ölmek… o bir vecd içinde vuslattır,
  • En büyük acılarda kaybolmak ayrı tattır.
  • Kucakla ilk nurunla, al semana erkenden,
  • Şafaklar içimdedir, ümidim budur Senden…

Şükufe Nihal ve edebi toplantılar

Şükufe Nihal ile Âdile Hanım’ın hatıraları oldukça fazla. Ama izin verirseniz işin dedikodu yanına kaçarak birkaç kısa anekdot aktarayım. Şükufe Nihal, Faruk Nafiz’in büyük aşkı ve birçok şiirinin ilham perisi.

Buna karşılık Şükufe Nihal’in tek aşkı Cenab Şehabettin’in kardeşi Osman Fahri’dir. Şükufe Nihal, babası Miralay Ahmet Bey’in evinde büyürken gördüğü toplantıları o kadar benimsemiş ki etrafında insanlar olmasa, fikrî ve edebi tartışmalar yapılmasa canı sıkılıyormuş.

Bu sebeple Serkl Doryan’da bir edebî toplantı yapmayı kafasına koymuş. Gerisini Âdile Hanım’dan dinleyelim: “Serkl Doryan’da yapılan edebi toplantı gayr-i edebi geçti. Çok sıcak bir gündü. Cereyana karşı alerjisi olan Mithat Cemal Kuntay ile Abdülhak Şinasi arasında pencere açılsın mı, açılmasın mı konusunda müthiş bir tartışma ve kavga oldu. Kibarlığı ve inceliği ile tanınan Müfide Ferit Hanım fenalaştı.”

Halide Nusret Zorlutuna

Halide Nusret’i unuttuk. Şiirdeki kudretini yeniden hatırlatmak için buraya bir şiirini koymadan geçemeyeceğim:

  • Yüzü gülden penbe, güneşten parlak
  • Gözlerinin nuru sendendir mutlak
  • Onun çehresinde sana tapınmak
  • Eğer bir günahsa, affet sen Tanrım!
  • Gönlüme taktın da neşeden kanat
  • Gözlerime oldu göklerin kat kat
  • Her eserin güzel ve yüksek fakat
  • Bu çocuk en büyük mucizen, Tanrım!

Âdile Hanım’ın hatıraları yazmakla bitecek gibi değil. Kitabında da yer verdiği Hüseyin Nihal Atsız’la hatıraları ve mektuplaşmaları daha sonra müstakil bir kitap hâline geldi.

Halide Nusret
Halide Nusret

Peyami Safa ile Tevfik İleri arasında “aynen böyle söyleyin, o anlar” diyerek haber taşıdığını, Yaşar Kemal’in Cumhuriyet gazetesinde bahçıvan olarak çalışırken şehir röportajları yaptığını, Halide Edib’in kendisine imzaladığı fotoğrafın macerasını, Refik Halid Karay’ın Reşit Saffet Atabinnen’den hoşlanmadığını, Ferruh Bozbeyli’nin bir zamanlar İsmail Hami Danişmend’in “tilmizleri” arasında bulunduğunu, Cevat Fehmi Başkut’un Nobel ödülü alma hayallerini ve daha nice ayrıntıyı, dedikoduyu, hüznü ve sevinci okumak için Âdile Hanım’ın kitabı sizi bekliyor.