Bu âlem gördüklerimizden fazlasıdır

Simone Weil
Simone Weil

Görsel anlamda imgenin, sözlü kültüre baskın çıktığı noktada, dünya da büyüden arınmaya başladı. Çünkü sadece görülebilen-algılanabilen-ölçülebilen gerçeklik, tek ve makbul gerçeklik olduğu iddiası ile tekelleşti. Oysa söz, ne tözü ne de özleri imlemez, o ancak diğer kelimeleri imler, mutlak bağlantısı, dolayısıyla mutlak temsili de ancak onlar ile arasındaki bir ilişkidir.

“Kim duyar ses etsem, beni melekler katından?” diye sorar Rilke. Bir antropoloji öğrencisi Meksika köyünde kendi kendine konuşup gülen bir yaşlı adamı görür ve muhtara, yaşlı adamın muhtemelen bunadığını ve doktora götürmelerini salık verir. Muhtar, “O mu” der gülerek, “arada sırada meleklerle konuşur o kadar”. Kuzey Afrika’da bir kır kahvesine giren yoksul bir Hristiyan keşişin eline cebindeki bütün parayı boşaltır Müslüman adam. Arkadaşları kendisini kınadığında şöyle cevap verir: “Dostlarım yoksul bir adamın kılığının altında kimin gizlenmiş olduğunu asla bilemezsiniz.” Meleklerle, gaybla, görünmeyenle barışık yaşadığımız bir dünyadan sadece gözümüzle gördüğümüze inandığımız göz merkezli bir uygarlığın dünyasına geçtik. Pascal, “Kalbin, aklın bilemeyeceği sebepleri vardır” demişti. Bugün, aklın ihata edemediğini inkâr ediyoruz. Oysa hem nörobilim hem kuantum fiziği, gözle görülemeyen düzeyde nice harikuladelikler olduğuna tanıklık ediyor. Asıl olan göze görünmüyor, görmek için kalbi yardıma çağırmak lazım.

Rilke
Rilke

Nerede olursak olalım, daima bir yerdeyiz: huzurda. O’nun huzurundayız. El-Basir, bizi görüyor, El-Habir bizden haberdar. İnsan daima görüldüğü bir dünyada yaşıyorsa yalnız değildir. “Allah’ımız var, ne gamımız var” sözü bunu anlatır. “Beni anan kulumla beraberim.” O, bizimle. Allah’ın varlığını hissetmek karanlık bir dünyayı ışıklandırır ve bize yol gösterir. Allah’ı hatırlamak kendimizi hatırlamaktır, kendimizin farkına varmaktır. İnsan ancak müteal âlemin varlığını fark etmekle kendisini de gerçek anlamda bilir ve keşfeder; Allah’ı hatırlamakla kendisinin nerede olduğunu hatırlar ve evrendeki yerini idrak eder. O, nihai Hakikat’tir. O’nu bilmekle kendimizi biliriz. Bedenin kıbleye yönelmesi gibi, ruh da doğru yolu istikamet tutmak zorundadır. Işık kalbime çok yukarılardan düştüğünde, kalbim aydınlanır ve görmeye başlar. Kalp görüşü her insana nasip olmaz. İbn Arabi “iki gözle görmek”ten söz ediyor. İki gözle görenler, içine kapatıldığımız bu kabuğun ne kadar da şeffaf ve ince olduğuna tanık olurlar. Onlar kalabalıklar içinde yalnızdır.

  • Her birimiz yaşadığımız dünyayı yeteneklerimiz ve duyularımız ile anlamaya çalışıyoruz. Körleşme manevi düzeyde tecelli ettiğinde kalp idrak etmez, göz görmez, kulak işitmez. Modern dünyada Tanrı’nın ölümünden, kutsalın hayattan kovulmasından veya doğanın büyüsünün bozulmasından söz ettiğimizde aslında O’nu kendi varoluşumuzda idrak etme kabiliyetimizi yitirmekten söz ediyoruz. Gaybın ve tabiat üstünün, hayatlarımızın belirleyici kuvvetleri olmaktan çıktığı bir dünyada, melekleri görmek her zamankinden daha zor. Bir sokak başında Hızır’la karşılaşmayacağız demektir bu, meleklerin hışırtısını duymayacağız demektir. Aşkınlık modern dünyada bir söylenti hâline getirilmiştir. Modern dünya aşkınlığı hayattan kovarak aslında anlamı da yüz geri etmiş oluyor. Söz gelimi meleklerden söz ettiğimizde (Peter Berger’in Melekler Hakkında Söylenti adlı kitabına atıfla söyleyecek olursak) muteber bir düşünceden değil bir söylentiden dem vurmuş oluyoruz.

Martin Buber Tanrı Tutulması adlı kitabında, Tanrı’nın tutulmasını, güneş tutulmasıyla kıyaslayarak “bir güneş tutulması güneşte değil, güneşle bizim gözlerimiz arasında gerçekleşen bir şeydir” diyor. Aydınlanma öncesi dönemlerde ister kitabi dinler ister pagan inanışlar olsun, hemen tüm kültürler dünyayı ilahi güçler ve tabiat üstü aracılığıyla deneyimlemekteydi. Büyüden arındırılmış atıl ve dingin bir dünyada, insanın kendisinden mutlak biçimde bağımsız bir gerçekliği tecrübe etme kabiliyeti ne kadar zayıflarsa, ilahi olanı imgelerle kavrama kapasitesi de o oranda zayıfladı. Evvelinde tüm evren kendini ifşa eden ilahi varlıkların formlarıyla yoğruluyordu. İnsanlar Yaratıcı’yla canlı bir ilişki içerisinde iken, Yaratan da onlarla canlı bir ilişki içerisindeydi. İlahi olan hem evrende hem de insanda sürekli olarak vuku buluyordu. Ne vakit ki Kant, “Tanrı zahirî bir töz değil, yalnızca içimizdeki ahlaki bir durumdur” diye ilahi olanın mutlak bağımsızlığını reddetti, peşinden Tanrı’nın öleceği gün de yetişti. Batı dünyası Tanrı’yı önce insanın içine hapsederek öldürdü.

Peter Berger
Peter Berger

Görsel anlamda imgenin, sözlü kültüre baskın çıktığı noktada, dünya da büyüden arınmaya başladı. Çünkü sadece görülebilen-algılanabilen-ölçülebilen gerçeklik, tek ve makbul gerçeklik olduğu iddiası ile tekelleşti. Oysa söz, ne tözü ne de özleri imlemez, o ancak diğer kelimeleri imler, mutlak bağlantısı, dolayısıyla mutlak temsili de ancak onlar ile arasındaki bir ilişkidir. Söz şaşırır ve dolaşır, amacını tamamıyla kapsaması zaten hiç mümkün değildir. İşte bu yüzden göz, melekleri göremez; melekleri dil anlatır, kalp görür. Mevlana’nın “Ferasetini sat ve hayreti satın al; feraset salt fikirdir, hayret sezgidir” sözü bile bir şekilde gerçek-hakikat, imge-söz ikilemine ilmek atar. Feraset, malum görme yetisiyle alakalı bir kelimedir, hayret ise daima sözün kifayetsizliğiyle. Büyüsüz bir dünyada fikirler, bizim yarattığımız ve dolayısıyla anlayabileceğimiz, ifade edebileceğimiz ve hakkında tartışabileceğimiz şeylerdir. Fakat duyularla algılanabilir ve idrak tarafından kavranabilir nesnelerin ölçülüp biçilmesinde takılıp kalmak, “Tanrı’dan daha az bir şeyle yetinmektir.”

“Lütuf onu içine alacak bir boşluk varsa oraya yerleşir” demişti Simone Weil. İlahi olanın görünür ve işitilir olduğu bir dünya, insanın lütfu içine çekebildiği bir dünyadır. Zira orada kaba deterministik kanunlar işlemez. Bazen bir dua, bazen de lütuf, doğal kanunların bendini aşarak yardıma muhtaç kişinin ellerinden tutar. O âlemde melekler susamışlara su taşır, asker olup onlarla aynı saflarda çarpışır. O âlemde melekler değişik kılıklarda gündelik hayata katışır ve insanlar hep bu iki dünya arasındaki geçişkenliğin bilinciyle yaşar. Orada hayat ve ölüm birbirini tamamlayan süreçlerdir. Öte âlem bu dünyanın bittiği yerde başlamaz, buraya çoktan sızmış, burada hükümranlığını ilan etmiştir. Gayb, görünmeyen bir çekimle bilinir âlemi sevk ve idare etmektedir. Yeryüzü ve sema birbirine bitişiktir.

Martin Buber
Martin Buber

“Gayb âlemi” diye yazar William Chittick, “görünür âlemden, sonsuz bir biçimde daha geniş, daha güçlü, daha etkin, daha akıllı ve daha şefkatlidir. İnsanlar Allah’ın suretinde yaratılmış olmak gibi hususi bir temel özelliğe sahiptirler; dolayısıyla aynı zamanda onlar görünmez ve görülür âlemlerin toplamı olan bütün yaratıkların da bir sureti durumundadırlar. Gaybî gerçeklik görülür gerçeklikten çok daha gerçek ve anlamlıdır. Biz bu durumu, insani anlam ve önemi, aşk ve şefkat gibi niteliklerde bulduğumuz ölçüde bugün bile tanıyıp idrak ederiz.”

Rahmet ve lütfun hayata bütünüyle nüfuz ettiği bir kozmolojik tasavvurda insan, mekanik kuvvetlerin kıskacında bir zavallı değil, aşkın âlemle sürekli irtibat hâlinde olabilme imkânıyla, tekâmül edesi bir varlıktır. Biraz çabalayan herkes, kalbini cilalayan, kendisini dünyanın kirinden pasından arındırmaya niyetlenen herkes, yolda meleklerle karşılaşabilir. Yeter ki Tanrı’nın sözlerinin içine alacak bir boşluk bıraksın içerisinde ve ışığın yaralarından sızmasına izin versin. Orada akıl yetmez, aklın yetişmediği, künhüne varamadığı bir makam vardır. Ricalü’l-gayb/Gayb adamları, aklın kısa devre yapıp yandığı bir evrende, tabir caizse top oynatır. Orası insanların artık fizik varlıklarıyla değil manevi heybeleriyle dolaştığı bir âlemdir ve orada gül alınır gül satılır, gülden terazi tutulur. Bir keşif, bir dua, bir niyaz oradan görünür âleme bir meteor taşı gibi fırlar. Aşk, bilmenin ta kendisi olur.

Etrafta hışırdayan melekleri duymak istiyorsan ey dost, kalbini fal taşı gibi aç da dinle. Bu âlem, gördüklerimizden fazlasıdır.