Büyük ünlü uyumu

Babil Kulesi anlatısındaki “insanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.
Babil Kulesi anlatısındaki “insanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Babil kulesi anlatısındaki “insanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz Tanrı’ya ve dolayısıyla bütün varoluşa ilişkin farklı yaklaşımlar, insanların aralarını açarak onların “birliği” yaşamalarını engellemiştir.

Babil Kulesi anlatısına göre Tanrı, kendisine ulaşmak için yüksek bir kule diken insanlara öfkelenir ve dillerini karıştırarak onları lanetler. Bu lanetle insanlar birbirlerini anlayamaz olurlar. Lanet kelimesinin etimolojisinde uzaklaştırma anlamı vardır; Tanrı insanların dillerini karıştırarak aslında onları kendisinden, yani Mutlak Gerçek’ten “uzak”laştırmıştır.

  • Anlatıya göre insanoğlunun yapmayı ve yönetmeyi öğrendiği maddi araçları kullanarak, ontolojik bakımdan her türlü eksiklikten -dolayısıyla kavranabilir ve yönetilebilir olmaktan da- münezzeh olması gereken Tanrı’ya ulaşabileceğini “zan” etmesi, yani bu tasarıyı ve atılımı sonuçlayan kibirli itikat, bizatihi Tanrı’nın lanetine (O’ndan uzak düşmeye) karşılık gelmektedir.

Diğer bir deyişle, hayatı da ölümü de her an gerçekleştiren Mutlak Varlık’a taş üstüne taş koyarak ulaşabileceklerini, O’nun maddi bir varlığa sahip olduğunu ve gökte ikamet ettiğini sanmaları bir yana, kavranabilir ve yönetilebilir olduğunu düşünmeleri -psikolojik bir yaklaşımla belki de “öyle olmasını istemeleri” demeliyiz- insanları zaten O’ndan uzak kılmaktadır. İçinde yaşadığımız çağdaş küresel medeniyet ise Mars’ta koloni kurarak sorunları çözmek ister.

Lanet kelimesinin etimolojisinde uzaklaştırma anlamı vardır; Tanrı insanların dillerini karıştırarak aslında onları kendisinden, yani Mutlak Gerçek’ten “uzak”laştırmıştır.
Lanet kelimesinin etimolojisinde uzaklaştırma anlamı vardır; Tanrı insanların dillerini karıştırarak aslında onları kendisinden, yani Mutlak Gerçek’ten “uzak”laştırmıştır.

Bu anlatıdaki “dillerini karıştırma” metaforu aslında, farklı insan topluluklarının nesnelere farklı sesler tayin etmeye karar vermesinden ziyade, aralarında kavramlara ilişkin geçerli bir mutabakatın artık kalmamasıyla ilgili olsa gerektir. Çünkü bütün düşünsel çalışmalarda kavramların neye karşılık geldiği konusundaki anlaşmalar önceliklidir. Diğer bir deyişle, kavramlara dair mutabakat yoksa insanlar anlaşmak bir yana tartışamazlar bile. Fikir ayrılığına düşebilecekleri bir vasattan dahi mahrum kalmış olurlar. Nesnelere farklı isimler vermeninse böyle bir neticesi yoktur, basit sözlük-çeviri çalışmalarıyla bütün anlaşmazlıklar giderilir. Öyleyse, Babil Kulesi anlatısındaki “insanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Tanrı’ya ve dolayısıyla bütün varoluşa ilişkin farklı yaklaşımlar, insanların aralarını açarak onların “birliği” yaşamalarını engellemiştir. Bu onları lanetlenmiş yapar çünkü bu nedenle olay ve olguların hakikatine ilişkin gerçek bilgiden, yani haktan da “uzak” kalırlar. Bu metaforu bir sebep sonuç ilişkisi gibi değil de eşzamanlı bir gerçekleşme olarak düşünmek bizleri daha doğru bir anlayışa götürebilir: Lanet, uzaklaşmanın kendisidir zaten (Lanet’in “uzak”lığa referans veren bir etimolojisi olduğunu belirtmiştik). Böylece her topluluk farklı bir dil konuşmaya; varoluşu, olay ve olguları başka türlü okumaya başlar. Yoksa “Başka türlü okuyanlar farklı bir topluluk hâline gelir” demek mi doğrudur? Belki aynı anda, her ikisi de. Çünkü başka türlü okumak demek aynı zamanda başka töreler, başka yasalar, başka önderler, başka paralar demektir. Toplumun “başka”lığı da bunların sonucudur.

“İnsanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.
“İnsanların farklı dillere ayrılması” metaforunun aslında insan topluluklarının olayları ve olguları başka türlü yorumlamaya, “okumaya” yönelmesiyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Babil Kulesi’nin şiirsel anlatısına karşılık, beş duyuyla herkes tarafından deneyimlenebilir olmayı ölçüt kabul eden modern bilimin getirdiği okuma yöntemi bize tümevarımcı bir yaklaşım önerir. Bu okuma yöntemi içerisinde milletler nasıl ki genetikle, yani gözle görülebilir ve elle tutulabilir maddi unsurlarıyla açıklanıyor ve sınıflandırılıyorsa, bu toplulukların bir topluluk olmasını sağlayan diller de -istisnalar dâhil olmak üzere nasıl davrandıklarını belirleyen birtakım kurallar dizisiyle açıklanmış, ortak özellikler gösteren başka dillere cümle yapıları, gramer kuralları, kelime ekleri ve kökleri bakımından yakınlıklarına ya da benzerliklerine göre de sınıflandırılmıştır. Bu açıklamalar ve sınıflandırmalar bizlere konuştuğumuz ya da öğrendiğimiz herhangi bir dilin, örneğin Hint-Avrupa, Ural-Altay ya da Semitik dillerden olduğunu, fakat falan cümledeki filanca kelimenin falan dilden geldiğini söyler. Bu yaklaşımın Babil Kulesi gibi bir metaforu yoktur, bu nedenle dilin kökeni için farklı teoriler öne sürer: Seslerle ya da işaretlerle başladığını, evrimleştiğini ya da bir anda ortaya çıktığını, biyolojik ya da kültürel olduğunu iddia eder.

Modern dilbilim her ne kadar bizi belirsizliğin getirdiği bulanık durumdan kurtarsa da bu eksik tanımlama gerçeği bilmemiz için gerekli olan merakın da önünü kesmektedir.

Çünkü bu okuma yöntemi, olay ve olguların arkasındaki sebep sonuç ilişkisini kavramayı, bu kavrayışın verdiği bilgiyle yönetmeyi, hatta bazen de manipüle etmeyi (bir amaç doğrultusunda doğal seyrinden çıkarmayı) öngörür. Sebep sonuç ilişkilerini çözümlemenin verdiği yanıltıcı üstünlük duygusu ise genellikle gerçekten bilmenin önündeki en büyük engeldir. Epiktetos gibi söylersek: “İnsanın bildiğini sandığı şeyi öğrenmesi imkânsızdır”. Yani “dillerden bir dil, bir Ural-Altay dili konuşuyoruz işte” deriz ve geçeriz. Hâlbuki, gerçek bu mudur? Daha doğrusu gerçek bu kadar mıdır? Bir insanın anne babasına bakarak onun kim olduğunu bilmek mümkün müdür? Öyleyse çocuk ısmarlama bir hayatı yaşamak için mi dünyaya gelmiştir? Fransızlar Alman mıdır, İspanyollarla İrlandalılar akraba mıdır, Hunlarda biraz Türklük var mıdır?

Epiktetos gibi söylersek: “İnsanın bildiğini sandığı şeyi öğrenmesi imkânsızdır”. Yani “dillerden bir dil, bir Ural-Altay dili konuşuyoruz işte” deriz ve geçeriz. Hâlbuki, gerçek bu mudur? Daha doğrusu gerçek bu kadar mıdır?
Epiktetos gibi söylersek: “İnsanın bildiğini sandığı şeyi öğrenmesi imkânsızdır”. Yani “dillerden bir dil, bir Ural-Altay dili konuşuyoruz işte” deriz ve geçeriz. Hâlbuki, gerçek bu mudur? Daha doğrusu gerçek bu kadar mıdır?

Nedir bir milleti o millet yapan şey? Bu sorunun cevabı, tek bir insanı o insan yapan şeyle aynı olsa gerektir: kişilik (Başka anlam düzlemlerine atıf yapabilen “kimlik” kelimesini kafa karışıklığına neden olmaması için tercih etmedim). Günümüzde genetik bize bir insan hakkında, onun fiziksel özelliklerinden duygusal eğilimlerine kadar pek çok bilgi verebilmektedir. Bu bilgiler onun “kişiliği”nin birer etmeni ya da bileşeni olabilmekle birlikte, hiçbiri onun kişiliğini tek başına tespit edemez. Çünkü kişilik durağan değil devingendir; endüstriyel dille söylersek statik değil dinamiktir. Dolayısıyla onu önceden -zamanla kayıtlı bir akılla- saptamak mümkün değildir; olsaydı zaten hayat çok sıkıcı bir hâl alırdı, ortada hiçbir hikâye kalmazdı. Diğer bir deyişle, bir insanın genetiğine bakılarak onun hangi olaylarda ve durumlarda nasıl tercihler yaptığı/yapacağı bilinemez. Kişilik çürümemiş kemiklerin üzerinde yazılı değildir, arkeolojik kazılarla kendisine ulaşılamaz. Kişilik zamanda seyrederken kıstırılamaz, ele geçirilemez, beş duyu organıyla deneyimlenemez. Buna rağmen bilinebilir bir şeydir. Çünkü gerek hayat bilgisine gerek drama teorisine, gerek geleneksel medrese eğitimine gerekse modern psikoloji literatürüne göre insanın kişiliğini hem görünür yapan hem de inşa eden bir unsur vardır: tercihler. İnsan tercih edebilmekte, yani bir şeyi bir başka şeye yeğleyebilmektedir. Tercihlerin kaynaklandığı zemini, yaslandığı gerekçe bütünlüğünü ise varoluşu, olayları ve olguları okuma yöntemimiz belirler. Bu hayatın anlamı nedir? Dünya dedikleri neresidir? Kimdir kahraman, güzel kimdir? İyi ve doğru olan hangisidir? Bu okuma yöntemi, insanın yaptığı tercihlerin açıklanabildiği anlamlı bir bütünlük teşkil eder: İnsanın “kim” olduğudur, o insan”ca”dır, o insanın dilidir. İnsan tekinin kişiliği için geçerli olan bu önerme, insan topluluklarına da teşmil edilebilir. Babil Kulesi anlatısındaki karıştırılan “dil”, işte bu okuma yöntemiyle ilgili olsa gerektir. Bu okumayı insanlar yaşama sırasında, milletler ise tarihin seyriyle kazanırlar. Diğer bir deyişle insanları ömürleri, milletleri ise tarihleri yapmaktadır. Fakat eşzamanlı olarak insanlar ömürlerini ve milletler de tarihlerini inşa etmektedir. Böylece her bir millet bir dille eşleşir (Belki de her dilin, okuma biçiminin yürürlüğe girdiği bir millet olur demeliyiz.) Fransızlar Almanlarla bu nedenle savaşır. Bu nedenle İrlandalılara buğday gönderen İspanyollar olmamıştır. Hunlarsa artık haritada yoktur. Bu nedenle dünya vaktiyle çift kutupluydu, şimdiyse tek bir küresel medeniyetten söz edilmektedir.

Dil bir sesler ve kurallar sistemi değil; okuma, yorumlama, anlamlandırma dizgesidir diyebiliriz
Bu anlatıdaki “dillerini karıştırma” metaforu aslında, farklı insan topluluklarının nesnelere farklı sesler tayin etmeye karar vermesinden ziyade, aralarında kavramlara ilişkin geçerli bir mutabakatın artık kalmamasıyla ilgili olsa gerektir.
Bu anlatıdaki “dillerini karıştırma” metaforu aslında, farklı insan topluluklarının nesnelere farklı sesler tayin etmeye karar vermesinden ziyade, aralarında kavramlara ilişkin geçerli bir mutabakatın artık kalmamasıyla ilgili olsa gerektir.

Başka bir deyişle; bir tavır, bir üslup ve yaklaşımdır. Öyle bir şeydir ki, kaybedildiğinde başta kendisi olmak üzere artık hiçbir şeyin üzerinde mutabakat edilemez. Hâlbuki aynı kelimeler orada öylece durmaktadır. Fakat anlaşmazlığı sonuçlayan göstergenin kendisi değil, onun hangi anlamı karşıladığına ilişkin zanlardır (ya da daha psikolojik bir yaklaşımla, bu zanları sonuçlayan isteklerdir). Bu nedenle, dilbilgisi kurallarına uyulsa bile artık anlaşma sağlanamaz. Aksi olsaydı, yani dil dediğimiz şey modern dilbilim teorilerinin öne sürdüğü kadar basit, mekanik -ve dolayısıyla gelecekte insan - sızlaştırılabilir- olsaydı, çevirmenlerin şimdiye kadar dünya barışını sağlamış olması ya da kodlama bilen dilbilimcilerin bu sorunu ortadan kaldıracak araçları geliştirmiş olması gerekirdi. Böyle olsaydı; öncelikle aynı dili (kuralları belirlenmiş işaret sistemini) kullanan insanlar arasında hiçbir anlaşmazlık çıkmazdı. Sonrasında farklı dilleri konuşan insanları da tek bir dilde birleştirmek mümkün olurdu. Günümüzde Amerikan kültürü ve İngilizce örnek verilerek yakın gelecekte bunların gerçekleşeceğine ilişkin işaretlerin görünür olduğu söylenmektedir. Fakat bu örnek dahi bizim “dil” tanımımızı doğrular çünkü tüm dünyada yürürlüğe girmeye uğraşan mutabakat aslında “İngilizce” değildir, Huxley’in öngördüğü gibi istekle tatmin arasındaki mesafeyi olabildiğince kapatmayı merkezine alarak genişleyen Amerikan yaşam tarzıdır. Yani doğal seçilimci Pax-Americana’dır; Babil Kulesi’dir, Mars’ta kolonidir.

Başa dönelim: Babil Kulesi anlatısına göre Tanrı, bir kule dikerek kendisine ulaşmaya çalışan insanlara öfkelenmiş ve dillerini karıştırarak onları lanetlemiştir. Bu lanetten sonra insanlar birbirlerini anlayamaz olmuşlardır.

Lanet kelimesinin etimolojisinde uzaklık vardır. Yani Tanrı insanların dillerini karıştırarak aslında onları kendisinden “uzak”laştırmıştır.

Bu anlatıyı bir de tersten düşünelim: Mutlak Varlık, lanet ettiğinde ayırıyorsa “yakın”laştırmak istediğinde de insanların anlayışlarını düzeltmesi, onlara sarsılmaz bir mutabakat düzlemi olarak gerçeği vermesi ve onları “bir”leştirmesi gerekir. Böyle bir birleşme, elbette bir “dil birliği”ni de kaçınılmaz kılar. Fakat bu “dil” ne büyük ünlü uyumu ne eklerin önden-sondan birleşmesi ne de Hint-Avrupa ailesi değildir. Bu dil, varoluşun doğru okunmasını mümkün kılan kavramların dizgesidir; bu kavramların karşıladığı olayların ve olguların bilgisidir. Mutlak Varlık bunu bütün yarattıklarına merhamet ettiği için, bütün yarattıklarına rahmet olacak bir Öğretmen göndererek yapar; böylece insanlara dili, yani okuma yöntemini verir. “Oku” der ve ekler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Artık “bir”leşmek isteyenler bu davete icabet edenler, varoluşu bu dil ile okumaya çalışanlar olsa gerektir.

“Oku” der ve ekler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Artık “bir”leşmek isteyenler bu davete icabet edenler, varoluşu bu dil ile okumaya çalışanlar olsa gerektir.
“Oku” der ve ekler: “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Artık “bir”leşmek isteyenler bu davete icabet edenler, varoluşu bu dil ile okumaya çalışanlar olsa gerektir.

Türkçenin ne olduğunu ya da neyin Türkçe olduğunu saptayabilecek bir kavrayışa ulaşabilmek için bu daveti iyice anlamaktan başka bir yolumuz yoktur. Yalnızca zihinsel bir algılama, diğer bir deyişle vasat bir entelektüel seviye için bile bunu öğrenmek zaruridir çünkü Türkçeyi yapan tarihsel tecrübe bunu gerekli kılar.

  • Avrupa’dan ithal edilmiş başka bir okuma yöntemine kapılırsak “tarih” kelimesi büyük ünlü uyumuna uyuyor mu diye bakar, Mimar Sinan’ın Türk olup olmadığını anlamak için kafatasını muayene ederiz. İngilizce başta olmak üzere Kilise Latincesi çıkarıldığında birer kabile diline dönüşecek Avrupa dillerini konuşanlar ise bunu kendi dillerine yapmaz. Kimse Gotça’dan kelime bakmaz.