Çalmadan oynar bizim ayılar

1908 Meşrutiyeti’nin ilanına kadar İstanbul sokaklarında, sayfiyelerde, yanlarında ayı, ayının burnuna takılmış demir halkanın zinciri ellerinde, zilsiz çingene tefini çala çala, yayık yayık türküyü tuttura tuttura dolaşırlardı.
1908 Meşrutiyeti’nin ilanına kadar İstanbul sokaklarında, sayfiyelerde, yanlarında ayı, ayının burnuna takılmış demir halkanın zinciri ellerinde, zilsiz çingene tefini çala çala, yayık yayık türküyü tuttura tuttura dolaşırlardı.

Yaşı tutanlar, İstanbul sokaklarını ayıcı çingenenin avaz avaz türküsü ve tefi ile arşınlayan, türkünün melodisine göre dans eden ve beraberinde de bir izleyici kitlesi sürükleyen ayıyı hatırlar.

“Ayı” denilince kuşaktan kuşağa, muhitten muhite, yaşanılan coğrafyadan coğrafyaya farklılık arz eder çağrıştırdıkları. Bu yazıyı okuyanlar arasında dahi böyledir bu… Kiminiz bir av hayvanı olarak hatırlarsınız, kiminizin korku dolu çocukluğu gelir aklına belki, zira babası elinde gerekli teçhizatla hazır olda beklemektedir köylerine davetsiz gelen ayıyı. Bense belki kuşağımın da temsilcisi olarak ayıyı ilk Ayı Yogi çizgi filmi ile, sonra rahmetli Barış Manço’nun şarkısıyla tanıdığım için aklıma ilk gelen hep soyut şeylerdir. Henüz harfleri hecelere uladığım günlerden çınlar kulağımda: “A de bakayım. A. Bi de Y de. Y. Şimdi bi de I. I. Oku bakayım. AYI!”

“Ayı” denilince kuşaktan kuşağa, muhitten muhite, yaşanılan coğrafyadan coğrafyaya farklılık arz eder çağrıştırdıkları.
“Ayı” denilince kuşaktan kuşağa, muhitten muhite, yaşanılan coğrafyadan coğrafyaya farklılık arz eder çağrıştırdıkları.

Yaşı tutanlar ise, İstanbul sokaklarını ayıcı çingenenin avaz avaz türküsü ve tefi ile arşınlayan, türkünün melodisine göre dans eden ve beraberinde de bir izleyici kitlesi sürükleyen ayıyı hatırlar. Hatırlayanlar ve dahi o günleri yalnızca anekdotlardan okuyanlarla birlikte, oyunu seyirlik bir şölene dönüştüren ya da dönüştürmek zorunda kalan ayıların, bu oyuna yani dans hayatına girişine dair bir yolculuk yapalım tarih sayfaları arasında…

Evrensel dansçı “ayılar”

Robert E. Bieder, Toplumun Aynasında Ayı kitabında dans eden ayıların antropolojik kökenini anlatır. Ortaçağ’da Avrupa’da ayılar başka eğlence biçimlerinin yanı sıra dans etmekte de kullanılırlardı. Ayıları arka ayakları üstünde dans etmeye zorlamak eski bir uygulamaydı; muhtemelen Hindistan’da başlayan bu uygulamanın Roma’da da varlığına ilişkin kimi kanıtlar vardır.

  • Dans ettirmek için hem kahverengi ayı hem de tembel ayı kullanılır, ama belki de uzun süre arka ayakları üstünde durma yeteneklerinden dolayı siyah Asya ayıları tercih edilirdi. Çingeneler bu “eğlence”yi Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya taşıdılar. Ayıların “ayı akademisi” denilen yerlerde dans etmek için eğitilmeleri, anneleri öldürülen ayı yavrularının doğal ortamlarından kaçırılıp getirilmeleriyle başlardı.

Eğitim çeşitli araçlarla gerçekleştirilirdi. Bunların en insancılı yavruyu başının üstünde yiyecek tutarak arka ayakları üstüne kalkmaya teşvik etmekti. Bugün de kullanılan daha acımasız yöntemler arasında ayının dudağını ya da burnunu delerek, bir halka geçirmek ve hayvanı bu halkadan çekerek ayağa kaldırmak; ayının damağında bir delik açıp, buraya hayvanı ayağa kaldırmak için bir ip ya da halka takmak (bu, Hindistan’da tercih edilen bir yöntemdi); hayvanı sıcak bir madenî platform üstünde dans etmeye zorlamak, böylece ayının müzikle yanık ayak arasında bağlantı kurmasını ve ayaklarını buna göre kaldırmasını sağlamak sayılabilir.

Ayıların “ayı akademisi” denilen yerlerde dans etmek için eğitilmeleri, anneleri öldürülen ayı yavrularının doğal ortamlarından kaçırılıp getirilmeleriyle başlardı.
Ayıların “ayı akademisi” denilen yerlerde dans etmek için eğitilmeleri, anneleri öldürülen ayı yavrularının doğal ortamlarından kaçırılıp getirilmeleriyle başlardı.

Magnus’un 1555 tarihli yapıtına göre gerek Rusya gerekse Litvanya dans eden ayılarıyla ünlüydüler. Ayılar uysallaşıncaya kadar aç bırakılıyor, sonra ayı derisi giymiş eğiticiler onların arasına girip, müzik aletleri çalıyorlardı. Sonunda ayılar arka ayakları üstünde yürüyecek, hatta dilenmek için ellerinde bir kâse tutacak düzeyde eğitiliyorlardı. İngiltere 1911’de ayı oynatılmasını yasakladı. Ardından birçok Avrupa ülkesi de benzer yasalar benimsediler. Ama bu yasaların uygulanması güçtür ve kimi Balkan ve Ortadoğu ülkelerinde ayıları koşumlu dans ettirmek hâlâ turistik bir gösteri olarak sürmekte, bunlara sirklerde de sık sık rastlanmaktadır (Toplumun Aynasında Ayı, çev. Zülal Kılıç, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2007).

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi oyuncu ayıları

Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde ayıcı esnafı ile önemli anekdotlar derler. Koçu, ayıcı çingenelerin, büyük şehirde artık görünmez olmuş simalardan iken 1950’lerden itibaren tekrar ortaya çıktıklarını ve gayet ibtidaî hünerleri göstermeye başladıklarını ve maalesef İstanbul’un yeni zenginler tabakası tarafından da rağbet gördüklerini belirtir. Sermed Muhtar Alus, İstanbul Ansiklopedisi’ne verdiği notlarda şunları yazmaktadır:

Reşad Ekrem Koçu
Reşad Ekrem Koçu

“1908 Meşrutiyeti’nin ilanına kadar İstanbul sokaklarında, sayfiyelerde, yanlarında ayı, ayının burnuna takılmış demir halkanın zinciri ellerinde, zilsiz çingene tefini çala çala, yayık yayık türküyü tuttura tuttura dolaşırlardı; kırk paraya, altmış paraya ayıyı oynatırlar yahut da etraftakilerden onar para parsa toplarlardı.

Bunlar İzmit, Adapazarı taraflarından gelip çerge kuran çingenelerden yahut da Üsküdar’da Selamsız’da, Büyükdere çayırında teneke evlerde barınanlardan çıkardı.

Koca sırığı kakıştıra kakıştıra, ayıyı iki ayaküstünde zıp zıp zıplatırlar. Oyna kara oğlan sayhalarını basa basa ‘Oğlan kolunu da sallama, nafile benim için ağlama’ kabilinden türküleri avaz avaz basarlardı. Sonra ayıya güya bazı taklitler de yaptırırlar. ‘Yeni gelin hamamda nasıl utanır?’ dedi mi ayı yüzünü eliyle kapatır; ‘Kocakarı kaynana nasıl kızar?’ denilince, homur homur homurdanırdı. Oyun bittikten sonra kırk para daha verilince soyunup ayı ile güreşir, ekseriya yenilirdi.”

Koçu, İstanbul’un ayıcı çingeneleri hakkında en eski kayıtlardan birinin ise Evliya Çelebi’nin kaleminden çıktığını söyler; Çelebi, Dördüncü Murad zamanındaki esnaf alayını tasvir ederken şöyle yazıyor:

  • “Esnafı ayıciyan, Bunlar pirsiz Kıptilerdir. Cümlesi Sultan Balatşah mahallesinde sakindirler. Avcubaşılara mensub olduklarından alaya gelirler. Yetmiş kadar olub Karyağdı, Avare Doracan, Bin bereket, Bazuoğlu, Sürüoğlu nam çingeneler ayılarını çekerek sopa ve daire ile ayılarına.
  • Seni dağdan tuttular
  • Ayı diye oynattılar
  • Bağçede dolab döner
  • Sen de dön de görsünler
  • gibi mühmel laflar söyleyerek Alayköşkü dibinden ubur ederler.”

Koçu’nun yer verdiği diğer mısralar da Enderunlu Fazıl’a aittir. On sekizinci asır sonunun şairi Enderunlu Fazıl’ın Defter-i Aşk’ında da bir ayıcı çingene portresi vardır. Gençliğinde güzelliği ile İstanbul’un eşsiz büyük şöhretlerinden olan köçek Kıbti İsmail, hüsn-ü ânı geçib solunca işi ayı oynatmağa döker:

  • Gönül ol dilberi itti mehcûr
  • Âresi altı sene itti mürûr
  • Bir gün ahbab ile oldum hempâ
  • Seyriçin âzimi Haydarpaşa
  • Bir de bir kıbti-i mâri simâ
  • Hey’eti gol yebani âsâ
  • Buyruğun itmiş o ifrit etvar
  • Anın ardındaki maymuna yular
  • Bir kaval sokmuş efendim belde
  • Geldi o daireye def elde
  • Heman ol âyu gibi çingâne
  • Hey ağalar! Diyerek yarâne
  • Başladı kâre bed avâze ile
  • Ayu oynattı o âgaze ile
  • Cümlemiz eyledik aynı tahkir
  • Virilüb def’ine birkaç mangır

Koçu, hicivleri ve tarihleri ile meşhur Süruri’nin de bir ayıcı çingenenin yeni aldığı bir şebek için şu tarih kıt’asını söylediğini not düşer:

  • Seyr-i Kağıthane’de bir kıbti-i şadi resan
  • Dünkü gün aldum deyû pozine (şebek)sin eyledi yâd
  • İtmeden faslın tamam ol, ben didim tarihini
  • Ayucu çingane almış bir şebek, meymun bâd
  • (Hicri 1207/ Miladi 1792-1793)