Can sıkıntısının bunaltıcı tarihi ve tarifi

Virginia Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan Patricia Meyer Spacks, Boredom: The Literary History of a State of Mind ( Sıkıntı: Bir Zihin Halinin Edebi Tarihi) kitabında, İngilizce’de “can sıkıntısı” anlamına gelen “boredom” sözcüğünün on dokuzuncu yüzyıla kadar kimsenin dağarcığında olmadığını söylüyor.
Virginia Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan Patricia Meyer Spacks, Boredom: The Literary History of a State of Mind ( Sıkıntı: Bir Zihin Halinin Edebi Tarihi) kitabında, İngilizce’de “can sıkıntısı” anlamına gelen “boredom” sözcüğünün on dokuzuncu yüzyıla kadar kimsenin dağarcığında olmadığını söylüyor.

Her ne kadar can sıkıntısı kelimesini tam olarak karşılayan bir kelime olmasa da yine de insanlar can sıkıntısı benzeri bir duyguyu hissettiklerinde, onu isimlendiremeseler de tarif etmişlerdi. Bizim de daha önce can sıkıntısının yerine “melâl, melâlet, bıkma, usanma, bîzar” gibi kelimeleri yaygın olarak kullandığımız düşünülürse can sıkıntısının her dilde yeni bir kelime olarak icat edilmesi, can sıkıntısı duygusunun da yeni icat edilmiş bir duygu olduğunu göstermez.

  • “Hepinizden nefret ediyorum ama
  • tek başımayken de canım sıkılıyor”
  • Yıldız Tilbe

“Evde canım sıkılıyo! Evde canım sıkılıyo! Evde bunalıyom abi ben! Evde canım sıkılıyo! Evde canım sıkılıyo! Evde canım sıkılıyooo! Evde canım sıkılıyooo laaan! Evde canım sıkılıyo! Evde duramam! Evde durmak istemiyom! Evde durmak istemiyoooom! Olmazz!”

Pek çoğumuz bu haykırışları Mart ayında, pandemi sebebiyle evlerimize kapandığımızda sosyal medya aracılığı ile duyduk. Sorgunlu Fadime’nin tekrar eden bu sözleri, belki de ilk kez “evde kalacak”; evde nasıl yaşayacağını bilmeyen; belki evi 7/24 yaşamak için çok da elverişli olmayan; kendisi ve/veya ailesiyle ilk kez uzun süre baş başa kalacak toplumun pek çok kesiminden insanın iç sesini de yansıtıyordu.

Charles Dickens, Kasvetli Ev
Charles Dickens, Kasvetli Ev

Fadime’nin karantina, evde sıkışıp kalmak ve can sıkıntısı kavramlarını ihtiva eden haykırışlarının da defalarca altını çizdiği gibi, insanı ezen, içten içe tüketen ve hatta deliliğin sınırlarına çeken sıkışıp kalmışlık hissi arkasında kocaman bir boşluk bırakıyordu. Bu boşluğu biz dilimizde “can sıkıntısı” olarak nitelendiriyoruz. Tüm dünyanın Covid-19 salgını ile birlikte aynı anda iliklerine kadar hissettiği “can sıkıntısı” benim için de pek çok düşüncenin de kapısını araladı. Tüm dünya can sıkıntısını aynı şekilde mi yaşıyor ve hissediyor? Şayet öyleyse neden can sıkıntısı her dilde farklı şekilde ifade ediliyor ve farklı anlamları ihtiva ediyor? Can sıkıntısı sonradan icat edilmiş bir duygu muydu yoksa tarih boyunca var olmuş muydu? Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi adlı kitabında bu soruların ve can sıkıntısına dair pek çok başka sorunun peşine düşmüştü. Toohey’den farklı olarak ben can sıkıntısının tarihinin “bunaltıcı” olması gerektiğine inanıyorum. Bu yazıda da farklı bir yoldan bu “bunaltıcı” tarihin izini süreceğim. Eğer siz de “bunalmaya” biraz da olsa “bağışıklık” kazandıysanız benimle birlikte gelin…

Babaannemin canı neden hiç sıkılmadı?

Babaanneme, anneanneme ya da etrafımdaki diğer yaşlılara gençliklerinde canları sıkıldıklarında ne yaptıklarını, can sıkıntısı ile nasıl baş ettiklerini defalarca ve farklı vesilelerle sordum. Ve fakat aldığım cevap hiç değişmedi. “İşten elimiz başımıza değmezdi ki sıkılmayı nerden bilelim.”

  • Babaannem ancak kış mevsiminde geceler uzun olduğunda boş kaldıklarını o zaman da babasının onları etrafına toplayarak masallar anlattığını onların da sıkılmak bir tarafa düş aleminde yolculuk yaptıklarını söylerdi. Yaşlandığında ve nihayet işten güçten elini çektiğinde ise hem babaannem hem anneannem boş kaldıkları her anı bazen örgü örerek, bazen Kur’an-ı Kerim okuyarak geçirdiler ve can sıkıntısını asla bizim gibi hissetmediler.

O halde, can sıkıntısı zamanı idrak etmekle ilgili bir mefhum muydu? Şayet öyleyse tarih boyunca hep bu şekilde ve bugünkü manada var olmuş muydu?

Can sıkıntısının icadı

Virginia Üniversitesi’nde edebiyat profesörü olan Patricia Meyer Spacks, Boredom: The Literary History of a State of Mind ( Sıkıntı: Bir Zihin Halinin Edebi Tarihi) kitabında, İngilizce’de “can sıkıntısı” anlamına gelen “boredom” sözcüğünün on dokuzuncu yüzyıla kadar kimsenin dağarcığında olmadığını söylüyor. Spacks’e göre “sıkılmak”, ruhsal yabancılaşmanın tehlikeli addedilen bir yansımasıydı ve hatta dünyanın ve yaratıcının değersiz görülmesiydi. Bu sebeple ortaçağda, bugünkü anlamda “sıkılmak” bir uyuşukluk hali olarak görülüyor ve bu uyuşukluk halini gösteren kişinin suç işlediği var sayılıyordu.

Barry Sanders, Öküzün A'sı
Barry Sanders, Öküzün A'sı

Spacks’ın aksine, Essex Üniversitesi Psikoloji bölümünde öğretim üyesi olan Wijnand Van Tilburg “Ruhun Cüzzamı? Can Sıkıntısının Kısa Bir Tarihi” başlığı ile The Conversation’da yayınlanan yazısında, İngilizce’de can sıkıntısı “boredom” kelimesinin ortaya çıkışından çok daha önce, can sıkıntısını anlatan en eski sözlerden birinin, Lucretius’un (M.Ö. 99-55) yazdığı Latince bir şiirde geçtiğini, bu şiirde Lucretius’un yalnızca orada eşit düzeyde sıkılmak için kır evine kaçan zengin bir Romalının sıkıcı hayatını anlattığını söylüyor. Tilburg İngilizce’de “boredom” kelimesinin ilk kez 1829 yılında İngiliz gazetesi The Albion’da yayınlanan ve tam olarak manası kavranamayan şu cümlede kullanıldığını söylüyor: “Ben daha eski ve farklı bir can sıkıntısı biçimini takip etmeyeceğim ve methiyeler düzerek tarzıma yol gösteren kaderi şımartmayacağım.” “Boredom” yani can sıkıntısı kelimesini tanınırlığının ise Charles Dickens’ın 1853 yılında yayınlanan Kasvetli Ev romanı ile başladığı biliniyor. Kasvetli Ev’de aristokrat Lady Dedlock’un hem evliliğinden hem tekrar eden eğlence sahnelerinden “ölümüne sıkıldığını” defalarca anlatıyor Dickens. Yine aynı romanda, Dickens sıkıntıyı bir “canavar” olarak nitelendiriyor.

Sıkıntı canavarına yakalanma tehlikesine düşmeden uzun süre sessiz kalmayı sürdüremeyen o hayat dolu kızlardan olan latif Volumnia, çok geçmeden bu canavarın yaklaştığını gizleyemediği bir dizi esnemeyle belli ediyor.

Dickens can sıkıntısını üst sınıf olmanın beraberinde getirdiği bir durum olarak anlatıyor romanlarında. Bu da “can sıkıntısına” ayrıcalıklı bir konum atfediyor. Dickens’ın 1854 yılında yayınlanan Zor Zamanlar romanındaki James Harthouse karakteri de bunun en somut örneği niteliğinde. Zira Harthouse, gerek ordudaki süvarilik görevi boyunca gerek yaptığı seyahatlerde daima canının ne kadar çok sıkıldığını dile getiriyor.

Can sıkıntısının “ortaya çıkışı” hususunda ileri sürülen bu iddialar onu modernleşme sürecinde icat edilmiş bir duygu olmaktan öteye taşımıyor. Ancak tıpkı Lucretius’un Latince şiirinde olduğu gibi bir İtalyan şehri olan Benevento’da 19. yüzyılda ortaya çıkan taşa kazınmış bir kitabe de bunun aksini söylüyor. Peter Toohey’in Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi kitabında bahsettiği bu kitabede şöyle yazıyor: (Bu şehrin) tüm insanları, Tanonius Marcellinus'un, hayırseverliğiyle (Beneventum'un) nüfusunu sonsuz can sıkıntısından kurtardığı için Campania'nın konsül kademesindeki en mükemmel insan ve aynı zamanda en değerli hami olduğunu belirten bu kitabenin kaydedilmesine karar vermiştir.” Toohey bu kitabenin, Batı tarihinde bir kamu görevlisini, şehrinin vatandaşlarını can sıkıntısından kurtardığı için kutlayan (universa pleblerinin Latince can sıkıntısı olarak taedia kelimesini kullandıkları) tek kitabe olabileceğini söylüyor. Tanonius Marcellinus hakkında başka bir bilgiye ulaşılamadığı için şehir halkını can sıkıntısından kurtarmak için ne yaptığını bilmek mümkün değil. Ancak yine de bu kitabeyle ilgili pek çok soru işareti beliriyor zihnimde. Halkın mustarip olduğu can sıkıntısı bugün kullandığımız anlamda can sıkıntısına eş değer miydi? Şayet öyleyse birinin onları bu durumdan kurtarmasına ve hatta bu kurtarıcının bu kahramanlığı sayesinde bir kitabeye konu olmasına sebebiyet verecek kadar büyük ve içinden çıkılmaz bir vaziyette miydi? Eğer öyleyse onları bu denli sıkan ve hayatlarını katlanılmaz kılan şey neydi? Bu sorulara bir cevabım yok elbette. Yine de bu soruları düşünüyor olmak bile oldukça can sıkıcı…

Blaise Pascal, Düşünceler
Blaise Pascal, Düşünceler

Toohey ayrıca bir de Pompei’deki duvar kitabesinden bahsediyor kitabında. MS. 1 yüzyıla ait olduğu düşünülen bu duvar yazısında bazı Romalı serserilerin muzip bir ifade ile Latince duvara oydukları yazı şöyle: “Duvar! Üzerine yazan herkesin can sıkıntısına dayanırken nasıl olup da çökmediğini anlayamıyorum!” Toohey, bu duvar yazısının bin yıl önce de canı sıkılan insanların varlığına işaret ettiğini ve hatta bir can sıkıntısı eylemi olarak duvara yazmayı bugünkü adıyla grafitiyi de gösterdiğini söylüyor.

Her ne kadar can sıkıntısı kelimesini tam olarak karşılayan bir kelime olmasa da yine de insanlar can sıkıntısı benzeri bir duyguyu hissettiklerinde, onu isimlendiremeseler de tarif etmişlerdi. Bizim de daha önce can sıkıntısının yerine “melâl, melâlet, bıkma, usanma, bîzar” gibi kelimeleri yaygın olarak kullandığımız düşünülürse can sıkıntısının her dilde yeni bir kelime olarak icat edilmesi, can sıkıntısı duygusunun da yeni icat edilmiş bir duygu olduğunu göstermez. Buna örnek olarak Aristofanes verilebilir. Aristofanes’in bir karakteri Atina Meclisinin harekete geçmesini beklerken hissettiği bu can sıkıntısı benzeri duyguyu şöyle tarif etmiştir. “İnliyorum, esniyorum, geriniyorum, gaz çıkarıyorum, ne yapacağımı bilmiyorum.” Aristoteles de Politika kitabında boş zamanları iyi kullanmaları gerektiğinin altını çizmişti. Belki de eski Yunan kültüründe boş zamanları değerlendirmeye dair bu bakış açısı, onların can sıkıntısı ile baş etmelerini kolaylaştırmıştı. Romalılar da çalışmanın can sıkıntısı benzeri duyguların önüne geçtiğini düşünüyor olsa gerek. Zira Stoacı filozof ve oyun yazarı Seneca da hiçbir şey yapmamanın boşluk ve umutsuzluk hissine yol açtığını söylüyor.

  • Her ne kadar pek çok düşünür, can sıkıntısının 18. yüzyılda icat edildiğini, Avrupa’da Aydınlanma Çağı ve takip eden dönemlerde önem kazandığını; 19. yüzyılda Romantizm akımı ile sağlam bir zemine oturduğunu, 20. yüzyılda ise bugünkü formuna kavuştuğunu savunsa da Toohey, insanın can sıkıntısını tarih boyunca hissetme kapasitesinin olduğunu ve fakat her zaman hayatının bir parçası olmadığını, yani her toplumun insanların ya da hayvanların can sıkıntısı hissetmesine olanak vermediğine yahut bunu gerektirmediğine inanıyor.

Bu hususta Toohey’a katılmakla birlikte ilave olarak can sıkıntısının zamanı idrak etmekle ilgili olduğunu, tarih boyunca pek çok toplumda insanların can sıkıntısına elverişli yaşam şartlarının bulunmadığını düşünüyorum. Tabi ki burada bahsettiğim “varoluşsal can sıkıntısı.” Ve evet Dickens’a katılıyorum. Varoluşsal can sıkıntısı bilhassa 20.yüzyıl öncesinde aristokratlara özgü bir duygu olsa gerek. Zira makineleşmenin olmadığı bir zamanda tüm vaktini ev, toprak, hayvan, ticaret, çocuk bakımı gibi işlerle geçiren alt sınıftan insanların lügatlarında “can sıkıntısı” olmasa gerek…

Var olmanın dayanılmaz sıkıntısı

Blaise Pascal ölümünden dolayı tamamlama imkanı bulamadığı Pensées adlı kitabında “İnsanın mutsuzluğunun tek sebebi, odasında sessizce nasıl kalacağını bilmemesidir” der. Öyledir fakat, “can sıkıntısı” ne yapacağını bilememe hali, yapacak bir şeyi bekleme, sonuçsuz ve ümitsizce bekleme ve hatta sonsuza kadar bekleyeceğini zannetme halidir. Can sıkıntısı sonsuz bir zamanı ihtiva eder.

İnsan bir kuyunun dibinde, korkunç bir elin göğsünü yarıp kalbini yani “canını” bütün gücüyle sıktığını ve bu sıkma hali boyunca zamanın durduğunu ve kendi varlığından çıkmak istediğini hisseder. Ki zaten biz bu duyguyu Türkçe’de “can sıkıntısı” olarak ifade ediyoruz. Almanca’da bu duygunun karşılığı ise Langewille, yani “uzun bir süre” anlamına geliyor. İngilizce’de can sıkıntısını ifade eden “boredom” sözcüğü ise “bore” fiil kökü, “kuyu kazmak, delmek” manasını ihtiva ediyor. Rusça’da скука (skuka) ile karşılanan bu kelime “varlıktan çıkma isteği” olarak nitelendiriliyor. İspanyol yönetmen Luis Buñuel, 1962 yılında gösterime giren El Ángel Exterminador (The Exterminating Angel) filminde bir yemek davetinin ardından görünürde hiçbir sebep olmamasına rağmen bulundukları odadan bir türlü çıkamayan bir grup insanın hikâyesini anlatır.

İvan Gonçarov, Oblomov
İvan Gonçarov, Oblomov

Saatlerce amaçsızca orada oturan, istedikleri halde bir türlü odayı terk edemeyen ve bu sebeple tükenen, akıllarını kaybetme sınırına gelen üst sınıftan bu bir grup insanın hikâyesi aslında burjuva sınıfının bir eleştirisi niteliğindedir. Ancak filmi, can sıkıntısının- varoluşsal can sıkıntısının- hikâyesi olarak değerlendirmek de mümkündür. Zira film tıpkı o içinden bir türlü çıkılamayan, insanı hem fiziksel hem de zihinsel olarak tüketen, içine çektikçe çeken can sıkıntısı hali gibidir. Hemen hepimizin kitabını okumadıysak bile ismini bir kez, bir şekilde duyduğu ve bir eyleme ve hatta insan tabiatına da ismini veren Rus yazar Ivan Gonçarov’un Oblomov’u da bu varoluşsal sıkıntının akla ilk gelen örneklerinden biridir. Ilya Ilyiç Oblomov, bütün gün asla yatağından çıkmayan, düşünmek için dahi enerji harcamayan, her ne kadar kitap okumaya hevesli olsa ve yeni çıkan kitapları takip etse de bir müddet sonra okumaya da ilgisini kaybeden biridir. Varoluşsal can sıkıntısı teması, Gustave Flaubert’ün Madam Bovary’sinde, Jean-Paul Sartre’ın Bulantı’sında ve Albert Camus’un Yabancı’sında da vardır.

Micheal Ende’ de Momo adlı romanında can sıkıntısından bir hastalık olarak söz eder. Hora usta Momo’ya bu hastalığı şöyle tarif eder: “Önceleri pek farkına varılmaz. Günün birinde insanın canı artık hiçbir şey yapmak istemez. Hiçbir şeyle ilgilenmez, kurur gider. Ve bu isteksizlik geçici değildir, hatta giderek de artar. Günden güne, haftadan haftaya daha kötü olur. İnsan kendinden hoşlanmaz, içi bomboştur ve dünyayla bağdaşamaz. Sonraları bu hisler de kalmaz ve hiçbir şey hissetmez olur. Bütün dünyaya yabancılaşmış ve hiç kimse onu artık ilgilendirmez olmuştur. Ne kızgınlık duyar, ne de hayranlık. Ne sevinmesini bilir, ne de üzülmesini. Gülmeyi de ağlamayı da unutmuştur. Böyle bir insanın içi kaskatı kesilmiştir. Artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemez. Bu durumda, artık hastanın iyileşmesine olanak yoktur. Geriye dönüş kalmamıştır. Bomboş, kül rengi bir yüzle ve nefretle çevresine bakar, tıpkı duman adamlar gibi. Onlardan biri olup çıkmıştır. Hastalığın adına gelince, buna ölümcül can sıkıntısı denir.”

  • Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard can sıkıntısını, her şeyin ve hatta tüm kötülüklerin başlangıcı olarak görmüştür. Tanrıların sıkıldığı için dünyayı yarattığını ve bunun neticesinde de Ademle Havva’nın sıkıldıkları için ilk günahı işlediğini düşünüyordu.

Kierkegaard gibi Jean-Paul Sartre de can sıkıntısının kötücül olduğunu düşünüyor ve hatta onu “ruhun cüzzamı” olarak nitelendiriyordu. Arthur Schopenhauer, Kötümserlik Üzerine Araştırmalar başlıklı makalesinde insanın can sıkıntısının, yaşamındaki anlam eksikliğinden kaynaklandığını yazmıştı. Can sıkıntısının üzerine yüklenen bu anlam boşluğu, tüm başlangıçların ve kötülüklerin müsebbibi yargısı onun nihai bir ceza olarak verilebileceği kanaatini de beraberinde getirdi.

Bir ceza yöntemi olarak can sıkıntısı

İşlenen suça karşı ceza, önceleri işkence ve idam gibi bedene yönelik fiziksel eylemleri içerirken modern ceza hukuku ile birlikte ruhu ıslah etmeyi amaçlamıştı. Bunun en uygulanabilir yöntemi ise, suçlunun hem zihninin hem bedeninin gözetim altında tutulacağı hapishanelerdi. Suçlunun zaman ve mekan tasarrufunu, onu bir yere kapatarak elinden alındığı hapishanelerin reform sürecinde pek çok aşamalardan geçildi. 1595 yılında Amsterdam’da erkekler için yapılan cezaevi bugünkü̈ anlamda ilk cezaevi sayılıyordu. Bu hapishaneleri önceki hapishanelerden ayıran özelliği, mahkumların ruhlarını çalışma ile ıslah etme ve onları eğitme amaçlarıdır. Amsterdam Cezaevi, Avrupa ve Kuzey Amerika hapishaneleri için model olmuştu. Kötülükler can sıkıntısından kaynaklanıyorsa şayet onu engellemenin en etkin yolu suç işleyenlerin zamanlarını çalışarak, boş vakit bırakmadan geçirmeleriydi. Ancak Amsterdam cezaevi daha sonra artan nüfusu hasebiyle suçluları ıslah etmek bir tarafa bir suç okulu haline gelmişti.

Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi
Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi

Daha sonra Floransa’da, Roma’da ve Gent’te de cezaevleri açılmıştı. Bu cezaevlerinde mahkumlar suçlarına göre tasnif edilir, gündüzleri birlikte çalışır, geceleri ise tek kişilik hücrelerde kalırlardı. Bu mahkumları “yalnızlaştırma” tekniği daha sonra etkisini artırarak uygulandı. 18. yüzyılda Pensilvanya’ya göçeden Quakerlar’ın 1790’da kurdukları Philadelphia Hapishane’sinde mahkûmlara azami on iki yıl kesintisiz tecrit uygulanıyor ve onların yalnızca İncil okuyarak iyileşmeleri amaçlanıyordu. Mahkûmlara manevi işkence uygulandığı yönünde eleştirilere maruz bırakılan bu hapishane sistemi yerini başka sistemlere bırakarak uygulanmadan kaldırılmıştır. Pensilvanya hapishane modeline yapılan eleştiriler sonucunda 1823 yılında New York eyaletinin Auburn şehrinde yeni bir hapishane kuruldu. Auburn Hapishane modelinde mahkûmlar mutlak bir sessizlik içerisinde birlikte yemek yer, birlikte atölyelerde çalışır ancak geceleri ve boş zamanlarında tek kişilik hücrelerinde kalırlardı.

  • Mahkûmların birbirleriyle konuşmaları kesinlikle yasak olduğu gibi konuşma izni aldıktan sonra gardiyanlarla da ancak kısık sesle konuşabiliyorlardı. Auburn sistemiyle amaçlanan şüphesiz ki hem mahkûmların birlikte bir sistem içerisinde yaşamalarını, bir sistem için üretmelerini sağlamak hem de sessizlik içerisinde kendi iç muhasebelerini yapmalarını ve asla tam manasıyla toplumun bir parçası olamayacaklarını anlatmaktı.

Mahkumların mutlak yalnızlığa, sessizliğe ve beraberinde ezici bir can sıkıntısına terk edildikleri bu hapishane sistemlerinin can sıkıntısını, hem kötülüğün sebebi hem de çaresi olarak görmeleri oldukça çelişkili olsa gerek.

Profesyonel can sıkıntısı

Bu yıl Eylül ayında Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında gösterime giren ve pandemi dolayısıyla çevrimiçi olarak da yayınlanan Yönetmen Anıl Gelberi’nin ilk filmi Plaza, her ne kadar kurgusunda büyük boşluklar olsa da, iş tanımı içerisinde var olan “can sıkıntısı”nı somut bir şekilde ortaya koyması bakımından izlenmeye değer bir nitelikte. Filmde, atanamayan genç Coğrafya öğretmeni Emre, KPSS’ye rahat bir şekilde çalışabilmek için güvenlik görevlisi olur. Çalıştığı güvenlik firması onu kimsenin uğramadığı, atıl vaziyette duran bir plazaya yerleştirir. Emre önceleri sınava rahatça çalışabileceğini düşünerek sevinir ancak 12 saat tek başına öylece oturma fikri Emre’yi büyük bir sıkıntının içerisine düşürür.

Tolga Karaçelik, Gişe Memuru
Tolga Karaçelik, Gişe Memuru

Mesaisini kitap okuyarak, merdivenlerden inip çıkıp spor yaparak geçiren Emre, korkunç bir can sıkıntısıyla boğuşmaktadır. Kimsenin gelmediği bir plazada neyi, neden beklediğini bilemezken, daha önce orada çalışan güvenlik görevlisini bulur ve ona bu can sıkıntısıyla nasıl baş ettiğini sorar. Önceki güvenlik görevlisi, can sıkıntısından kurtulmak için tek çarenin yasak olmasına rağmen bilgisayar getirip başka insanlarla sohbet etmekte olduğunu söyler. Böylece Emre’nin rutinin içine arkadaşlık sitelerinde kızlarla sohbet etmek de dahil olur. Bu vesileyle Rahime’yle tanışır. Rahime de sınava hazırlanan, ailesiyle yaşayan ve varoluşsal can sıkıntısı ile boğuşan bir genç kızdır. Ya da kendisini Emre’ye öyle tanıtır. Bir sohbetleri sırasında Emre’ye “Çok canım sıkılıyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor” der. Belki de bu can sıkıntısı onları bir paydada buluşturmuştur. Filmin devamında hikâye farklı yerlere gitse de, “can sıkıntısı” filmin ana metaforu olarak zihinlerde sabitlenir.

Yönetmenliğini Tolga Karaçelik’in yaptığı 2011 yılında vizyona giren Gişe Memuru filminde de, “bir iş olarak can sıkıntısı” filmin ana izleğini oluşturur. Kenan, bir otoyolda gişe memuru olarak çalışmaktadır. Her gün binlerce araç ve insanla muhatap olsa da yaptığı iş tektir, bileti alıp okutmak, ücreti söylemek, parayı almak, para üstünü vermek… Bu tek düzeli ve robotik iş bir süre sonra bütün çalışanların sinirlerini yıpratır. Bir bayan çalışanın, kendisini taciz eden bir şoförle kavga etmesi sonucu iki gişe memuru arasında şöyle bir konuşma geçer:

  • “-Tabut tabut tabut orası kardeşim boşuna tabut dememişler.
  • -Ya ne tabutu kardeşim ya. Ben açıyorum Müslüm’ü tıkıyorum kulaklarımı duymuyorum hiçbir şeyi. Duymayacaksın, takmayacaksın. ya sen makinasın. Alacan verecen, alacan verecen… Öyle öfkelenmek kızmak yok. Bak OGS’ye hiç bağırıp çağırıyor mu? Yemin ediyorum aramızdaki en mutlumuz OGS.”

Bir süre sonra Kenan kendi aile problemleri ve kırılgan tabiatı sebebiyle bir buhran yaşar ve günde üç dört arabanın geçtiği daha ücra bir gişeye sürülür. Kenan, burada bütün gün yapacak hiçbir şey bulamaz. Camı açıp, kapar, açıp, kapar. Yazar kasa ile oynar. Küçük ekran televizyonu açar ancak yine de sıkıntısı geçmez… Bir müddet sonra halüsinasyonlar görmeye başlar, deliliğin sınırlarında gezinir ve sonunda o sınırı geçer…

Bir ceza biçimi olarak can sıkıntısı ile profesyonel bir iş olarak can sıkıntısının temelde bir farkı var mıdır? Yapay zeka çağında bu tip işleri insanlar yapmaya devam edecek mi? Şayet bu tip işleri gelecekte robotlar devralacaksa, profesyonel bir iş olarak can sıkıntısı yok olacak mı? Cevabı size bırakıyorum…

Dijital çağda neden hala sıkılıyoruz?

Bugün, ayrılmaz bir parçamız haline gelen cep telefonlarımız, bilgisayarlarımız ve internet hayatımıza girmeden; televizyonlar her evin baş köşesine kurulmadan önce insanlar canları sıkıldığında ne yapıyordu sahi? Bu soruya bazılarınızın kendi kişisel tarihinden verebileceği cevaplar vardır elbette… Fakat benim 23 Aralık 1973 tarihli Saklambaç gazetesinde rastladığım bir haber bu soruya verilebilecek en ilginç cevaplardan bir tanesi… Haberin başlığı şöyle “Canınız sıkılıyorsa 450937’ye telefon edin.” Durun aklınıza hemen kötü şeyler getirmeyin. Bu hattın diğer ucunda 90’lı yılların can sıkıntısı giderme yöntemi olan masal dinleme, yahut 900’lü hatlar yok elbette… İstanbul Tiyatrosu’nun eski oyuncularından olan Abdullah Şahin’in eşi ile birlikte kurduğu “Apo-Nilgün Komik Shov”u, davet edildikleri evlerde bir gösteri sergileyerek canları sıkılan insanları neşelendiriyor. Dans edip, şarkılar söylüyorlar ve gittikleri evlerdeki insanlar da onlara eşlik edebiliyor. Esasında Abdullah Şahin’in icat ettiği “evlere servis” bu şovun bugünkü televizyon programlarının atası olduğunu bile söyleyebiliriz.

Jean-Paul Sartre, Bulantı
Jean-Paul Sartre, Bulantı

2006 yılında yayınlanan ve dilimizde tekerleme haline gelen GSM operatörü reklamını hatırlarsınız… Hanii “Bir adam vardı canı sıkılan” Ondan bahsediyorum işte. Daha sonra bu adam, operatörünün eğlenceli servisini kullanmaya başladığında ortada sıkıntıdan eser kalmıyordu. Öyle miydi sahiden?

Bugün 7/24 canı sıkılanların evine misafir olan televizyon programları, diziler, filmler, dijital platformlar, sosyal medya uygulamaları can sıkıntısını tamamen ortadan kaldırdı mı sizce? Yoksa eskisinden daha çok sıkılır hale mi geldik? Büyüklerimizin can sıkıntısı ile geçmişte nasıl baş ettiklerini, tarih boyunca “can sıkıntısının” neden daha az gündeme geldiğini ve neden bugün tüm vaktimizi sıkılarak tükettiğimizi düşündüğümüzde cevabın “evet” olduğunu söylemek mümkün. Margaret Talbot, bunu artık daha az sıkıcı durumlarda bulunduğumuz için can sıkıntısı hissine tahammülümüzün azalmasına bağlıyor. Bunun en somut örneğini hemen hepimiz karantina sürecinde de yaşadık. Bizi can sıkıntısından kurtaracağını düşündüğümüz teknoloji 7/24 kendimizle baş başa kalmak zorunda olduğumuzda yeterli sığınak olmadı. Bu sebeple pek çoğumuz yeni uğraşlar edindik. Kimilerimiz ekmek yaptı, kimilerimiz “challange videoları” çekti, kimilerimiz kodlama öğrendi… Ancak yine de sıkıntıdan “kurtulamadık.” Peki sizce “can sıkıntısı” gerçekten pençesine düşülen, acilen kurtulmamız gereken bir “şey” mi?

Sıkı can iyi olur kolay çıkmaz

Çocukluğumuzda ne zaman canımız sıkılsa annelerimizden hep aynı şeyi işitirdik. 'Sıkı can iyi olur kolay çıkmaz.' Her ne kadar küçükken annelerimizin söylediği bu söz, can sıkıntımıza bir çözüm üretmediği için canımızı daha çok sıksa da, annemin haklı olduğunu ve can sıkıntısının pek çok şeye iyi geldiğini şimdi anlıyorum.

Newton’un 1655 yılındaki veba salgınında eve kapandığında yer çekim yasasını bulduğu söyleniyor. Tolstoy can sıkıntısını “arzulara duyulan arzu” olarak tanımlıyor. Adam Phillips can sıkıntısını “çocukların üzerine serilen kaşındırıcı bir battaniyeye” benzetiyor ve şu tanımı öneriyor: “Can sıkıntısı, bir şeylerin başladığı ama hiçbir şeyin harekete geçmediği muallak bir canlılık hali, arzulamayı arzulamak gibi en gülünç ve çelişkili isteği de içeren yaygın huzursuzluk durumudur.” Barry Sanders ise Öküsün A’sı kitabında can sıkıntısının düşünmek için bir fırsat olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyor “Can sıkıntısı çocukların ilginç buldukları şeyleri keşfedecekleri sessiz bir mekân olabilir. Toplumsal eleştiri ustası Walter Benjamin’in dediği gibi ‘Can sıkıntısı yaşantının yumurtası üzerinde kuluçkaya yatan hayal kuşudur.’ Can sıkıntısının altında, televizyon görüntülerinin tam tersine, hiçbir şey olmayacağını sandığımız bir anda, bir çocuğun çok önemli bir keşif yapma olasılığı yatar: Keşfedeceği şey kendi benliğidir.” Yaşamak daima eğlenmekten ibaret midir ve hiçbir olumsuz duyguya burada yer yok mudur? Her ne kadar reklamlar ve tüm uyarıcılar can sıkıntısının kurtulunması gereken bir şey olduğunu savunsalar da can sıkıntısının, dozunda bir can sıkıntısının, pek çok önemli keşfe, ürüne, düşünceye, icada, sanat eserine dönüştüğünü düşünüyorum ben de… Bunu en çok yolculuk yaparken iliklerime kadar hissediyorum. Zira, yolculuk esnasında kitap okuyamadığım için yapabileceğim tek şey önce sıkıntının beni sarıp sarmalamasına izin vermek ve daha sonra dışarıyı seyredip düşünmek… Zihnimin kendisine kelimelerden bir dünya kurduğunu, hemen oracıkta içimden pek çok öykü ve roman yazdığımı söyleyebilirim. Zaten bugün severek okuduğumuz pek çok kitabın böyle bir can sıkıntısının eseri olmadığını kim söyleyebilir ki?

Edip Cansever de, “Alışılmış Bir Vakit Tanımlaması” şiirini böyle bir can sıkıntısı anında yazmış olmalı:

  • Bir alışılmış vakit -her gün geliyor-
  • Sabahla öğle arası
  • Yaslanmışım koltuğuma, ağzımda sigaram
  • Okuyup bitirmişim çoktan gazetemi
  • Yağmur yağacak, peki, yağsın ve bitsin
  • Bir uzaklığı teraziyle ölçer gibi
  • Göğsümde yoğunlaşan sıkıntı
  • Ve
  • Masamın üstü karmakarışık
  • Şiirlerin de eski tadı kalmadı…

Can sıkıntısının itibarını geri vermek için ben bu yazıyı yazmayı bitirdiğimde sıkılmanın o bunaltıcı ve fakat büyülü dünyasına geri döneceğim. Belki siz de tam da şu an bu yazıyı okumayı bitirdiğinizde… Kim bilir?

“Çok canım sıkılıyor! Kuş vuralım istersen.”

Kaynakça

-Peter Toohey, Can Sıkıntısının Eğlenceli Tarihi, çev. Zeynep Koçak Yılmaz, Doğan Kitap, 2014, İstanbul.

- Patricia Meyer Spacks, Boredom: The Literary History of a State of Mind, The University of Chicago Press, 1995, USA.

- Wijnand Van Tilburg, “Leprosy of the soul? A brief history of boredom” The Conversation, 21 Ağustos 2020.

- Charles Dickens, Kasvetli Ev, çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları, 2008, İstanbul.

- Charles Dickens, Zor Zamanlar, çev. Füsun Elioğlu, Oda Yayınları, 1997, İstanbul.

- Blaise Pascal, Düşünceler, çev. Metin Karabaşoğlu, Kaknüs Yayınları, 2017, İstanbul.

- Ivan Gonçarov, Oblomov, çev. Sabahattin Eyüboğlu, Erol Güney, Türkiye İş Bankası Yay, 2007, İstanbul.

- Micheal Ende, Momo, çev. Leman Çalışkan, Pegasus Yayınları, 2017, İstanbul.

- Beyza Karakaya, “Musul Vilayeti Hapishaneleri (1864-1918)”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2016, İstanbul.

- Margaret Talbot, “What Does Boredom Do to Us—and for Us?”,The NewYorker, 20 Ağustos 2020.

- Barry Sanders, Öküzün A’sı, çev. Şehnaz Tahir, Ayrıntı Yayınları, 2019, İstanbul.