Dinlendirilmiş insanın imali

2001 yılında bir ayı aşkın bir süre Stuttgart'ta bağlı Kirchheim kasabasında, bir arkadaşımın yanında misafir olarak kaldım.
2001 yılında bir ayı aşkın bir süre Stuttgart'ta bağlı Kirchheim kasabasında, bir arkadaşımın yanında misafir olarak kaldım.

Elbette batıdan doğuya doğru hareket eden yalnızca modern turizmin ilk örneği yarı gezgin yarı meraklı sanayi kenti yorgunları değildi. Sanayi kentinin bizzat kendisi de bir tahayyül olarak doğuya taşınmaktaydı. Hem sömürgeciliğin yeni bir biçimi hem de batıdan geri kalmak istemeyen doğu kentlerinin bir arzusu olarak o da yeni iş kolları, atölyeler, üretim bantları halinde parça parça inşa edilmekteydi.

2001 yılında bir ayı aşkın bir süre Stuttgart'ta bağlı Kirchheim kasabasında, bir arkadaşımın yanında misafir olarak kaldım. Yaz başıydı ama küçük çatı katımızın gökyüzüne bakan penceresine ne zaman yağmurun düşeceği, ne zaman güneşin vuracağı hiç belli olmuyordu. Kasaba akşamları saat altıdan sonra bütün kepenklerini indiriyor, sokaklara dışarlıklı birini ürkütecek bir sessizlik hâkim oluyordu. An be an değişen iklimin ve akşamların içini boşaltan tenhalığın beni tedirgin ettiğini, bazı günler, kötü bir şeyler olacakmış duygusuna kapıldığımı hatırlıyorum.

Tatil ve işleri dışında paylaşabilecekleri bir konuları neredeyse yok gibi.
Tatil ve işleri dışında paylaşabilecekleri bir konuları neredeyse yok gibi.

Ev sahibim Stuttgart bölgesindeki bir kaç okulda Türk çocuklarına Türkçe dersleri veren bir öğretmendi; ona Almanlar, Almanların ev ve iş hayatları hakkında sürekli sorular sorup duruyordum. Mesela okulda, öğretmenler odasında neler konuşmaktaydılar; dedikodu yaparlar mıydı; biz Türkler gibi her boş kaldıklarında iktidarı, okul idaresini, bağlı oldukları bakanlığı eleştirmekle mi meşguldüler; birbirlerinin arkasından atıp tutmuyorlar mıydı? Arkadaşım gülümseyerek şöyle demişti: "Alman öğretmenlerin bir yılını kabataslak ikiye ayırabiliriz. Yılın ilk yarısında, yani kıştan yaza kadar sürekli tatil planlarından, gitmek istedikleri yerlerden bahsediyorlar; yılın ikinci yarısında, yani yazdan kışa kadar da yaptıkları tatili anlatıyorlar. Tatil ve işleri dışında paylaşabilecekleri bir konuları neredeyse yok gibi." Öyle görünüyordu ki tatil düzenli işe giden, akşamları belli saatte kepenklerini kapatan, çöplerini cam, kağıt ve mutfak atığı olarak ayıran; onları belli günlerde belirlenmiş noktalara bırakan bu insanların en tatlı düşüydü...

  • Avrupa'da tatil rehberlerinin yayınlanmaya başlamasıyla sanayi kentlerinin büyümesi neredeyse eş zamanlıdır. İlk tatil rehberlerini hazırlayanlar kaba sömürgecilik günlerinden kalma coğrafya bilgisini inceltilmiş bir seyahat bilgisine dönüştürmekte biraz zorlanmış olmalılar. Ama bu acemiliği üzerlerinden kolayca attıklarını tahmin etmek de hiç güç değil. Çünkü sanayi kentleri acımasız bir hızla büyürken, hem patronlar hem de işçiler aynı acımasız hızla yorulmaya başlıyordu. Onların bedenen ve ruhen dinlendirilmesi, üretimin selameti açısından önemli bir hale gelmeye başlamıştı. Bunun da ötesinde, zaman on yıllar içinde örgütlü bir hale gelmiş, bireyler de on yıllar içinde belki de hiç farkına varmadan bu örgütlü zamanın neredeyse istem dışı hareket eden birer uzvuna dönüşmeye başlamışlardı.

Bu 'beden saat' de insanoğlunun sürgit katlanabileceği bir mekanizma değildi. Kapitalizm insanın bir ruhu olduğunu, bir beden içerisinde yaşadığını, bazı arzularının, bazı zevklerinin ve bazı ihtiyaçlarının bulunduğunu biliyordu. Onun yılda bir ya da bir kaç kez örgütlü zamanın dışına çıkarılması, yorgunluğunu atması, ruhsal - bedensel geri dönüşümünün sağlanması, üretim sisteminin yürütülmesi için neredeyse zorunlu bir çözümdü. Sistemin doğası gereği, 'dinlendirilmiş insan imal etmek' için de yeni bir sektör boy atmaya başladı: Turizm. Turizm, kaba sömürgecilik bilgisini ilk modern gezginler için bir ölçüde incelten tatil rehberlerinin güzergâh ve destinasyonlarını bir meslek ciddiyetiyle yeniden gözden geçirdi. İlk turist kafilelerinin merkezden çevreye, bir başka deyişle batıdan doğuya doğru hareket ettiğini söylemeye bile gerek yok...

Elbette batıdan doğuya doğru hareket eden yalnızca modern turizmin ilk örneği yarı gezgin yarı meraklı sanayi kenti yorgunları değildi.
Elbette batıdan doğuya doğru hareket eden yalnızca modern turizmin ilk örneği yarı gezgin yarı meraklı sanayi kenti yorgunları değildi.

Elbette batıdan doğuya doğru hareket eden yalnızca modern turizmin ilk örneği yarı gezgin yarı meraklı sanayi kenti yorgunları değildi. Sanayi kentinin bizzat kendisi de bir tahayyül olarak doğuya taşınmaktaydı. Hem sömürgeciliğin yeni bir biçimi hem de batıdan geri kalmak istemeyen doğu kentlerinin bir arzusu olarak o da yeni iş kolları, atölyeler, üretim bantları halinde parça parça inşa edilmekteydi. Doğu kentlerinde bu inşa halen devam etmektedir. Türkiye gibi sahili bol, seküler seyahate açık ülkelerde turizm, büyük oranda sanayi ülkelerinin taleplerini karşılayan bir sektör olarak doğdu, büyüdü, gelişti. Ancak zamanla batılı sanayi kenti modelinin boy atması, örgütlü zamanın sertleşmesi vb sebeplerle, içeriden içeriye ya da içeriden dışarıya tatile gitme kültürünün sınırlı ölçüde yaygınlaşması mümkün olabildi. Turizm sektörünün küresel taleplere cevap verecek bir hacme ulaşmasının, onu siyasal bir silah haline getirdiğini de yakın zamanda bir kez daha müşahede ettik. Uluslararası krizler, terör vb sebepler yüzünden ülkeler yurttaşlarının seyahatini şu ya da bu yolla engellediği için, sektör de sık sık yerli tatilcilere yönelmek mecburiyetinde kaldı. Tatilin üretilmesi, çeşitlendirilmesi, farklı sosyal ve ekonomik kesimleri içine alabilmesi için yeni yollar denendi. Bu denemelere, İslami kesimi turizme dâhil etme çabalarından ötürü geçmişte de şahit olduk. Ama her halukarda turizm sektörünün o ilk sanayi yorgunlarının hizmetçisi olmaktan çıktığını görüyoruz.

Turizm de artık, 'insanda tatil duygusu imal eden bir yaz dini' haline gelmiş bulunuyor. Ligi biten futbolcu tatile gidiyor, çocukları iyi karne getiren anne tatile gidiyor, bankada çalışan kız tatile gidiyor, arada bir işçiler de gidiyor tatile. Gittiğimiz yerde bir de bakıyoruz ki, İran İslam Cumhuriyetinden ev hanımları da şöyle biraz nefeslenmek için gelmişler...

2001 yılında yaklaşık bir ay kaldığım Stuttgart'ın Kirchheim kasabasında, bütün kepenklerin indiği, kasabanın hüzünlü bir yalnızlığa gark olduğu akşamlarda, uzak sokak aralarından bazı sesler, bağırtılar gelirdi. Bunlar, geceleri sokak ışıkları altında top oynamaya çıkan Türk işçi çocuklarıydı. Muhtemelen aileleri de birbirlerine oturmaya gidiyor, bir çay sohbetini demlendiriyor, dedikodu yapıyor, memleketten, siyasetten bahsediyorlardı. Daha o zaman, bu insanlarda, yani bu 'bizden numuneler'de örgütlenmiş zamana uyum gösteremeyen bir yan olduğunu keşfetmiştim. Günlerin, işlerin, mevsimlerin ve elbette ruhlarının yükünü yılın belli bir ayında bir tatil yerine götürüp atmak için üzerlerinde taşıyacak bir kültürden gelmiyorlardı. Böyle bir kültüre de henüz dâhil olmamışlardı. Kahvehanelerine gidiyor, birbirlerine gidiyor, hafta sonları kasabalarının tepesine pikniğe gidiyor, düğünlerine gidiyor ve her halükarda parça parça efkâr ve yorgunluk dağıtıyorlardı. Sokak arasında futbol oynayan ve gürültüleri yüzünden Alman komşularının canını sıkan o çocukların ebeveynleri, Anadolu şehirlerinin küçük bir numunesiydi aslında. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Biz 'büyük oranda' örgütlenmiş zamanın, işyeri bantlarının, ofis kurallarının mağduru değiliz henüz. İş yerlerimizdeki masalarda fiskos yaparak, akşamları eve gitmeden önce bir kafeye toplaşarak, hafta sonları pikniklere çıkarak, kermesler yaparak, düğünlerde - nişanlarda oynayarak yorgunluğun kurtlarını yılın şurasına burasına dökmeyi sürdürüyoruz.

Çalışmak ve dinlenmek bütünüyle birbirinden ayrışmış değil. Öyleyse niye tatile gidiyoruz? Sorunun cevabında hâlâ biraz cilve var; 'tatlım, biz de tatile gidelim mi?' Baudrillardvari bir cümleyle bitirelim. Doğu çoğunlukla yorgunluktan değil, cilveli bir şey olduğu için tatile çıkıyor!..