Dünya yaralar, Edirne sağaltır

Edirne, bu vücûdum şehrinin şifâsı olan şehir.
Edirne, bu vücûdum şehrinin şifâsı olan şehir.

Murâdiye Camii’nden Selimiye’yi seyrediyorum. Neşâtî’nin Mevlevîhâne’nin Hâmûşân’ında gördüğüm kitabesi karşısında gözyaşlarımı tutamıyor, aşk niyâz ediyorum. Biz değil miydik onun ‘nihânız’ redifli gazeliyle ötelere kanatlanan.

Câna şifâ

Kudemâ, ‘şehir’ ile ‘vücûd’ arasında öteden beri bir benzerlik kurar. Ve bazen vücûdu bazen şehri sağaltmak lüzûmu hâsıl olur. Bazen şehrin şifası vücûddur bazen vücudun şifası şehir. Âteşten bir muaşaka. Kudüs, Mekke, Konya, Bursa, Urfa, Üsküp, Semerkant, Buhara, İstanbul… Âşık, maşûk, meczûb, mecnun, rind, âvâre… Gökte yapılıp yere indirilen şehirlerdir, şiirlerdir…

Edirne, bu vücûdum şehrinin şifâsı olan şehir.

1652 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliyâ Çelebi, “Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif edilmez, kalemler ile yazılmaz” dediği külliyeden şöyle bahseder: “Adı geçen bağın ortasında, göğe baş uzatmış bir yüksek kubbedir ki güyâ aydınlık hamam camekânı gibi tepesi açıktır. Bu açık yerde altı adet ince mermer sütunlar üzerinde Kiyanıyan Tâcı gibi bir kubbecik vardır. San’atkâr iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine halis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgâr eserse, o bayrak o tarafa döner. Garip görünüşlüdür. Ama aşağı büyük kubbe sekiz köşelidir. Bu kemerli kubbe içinde dahi sekiz kemer vardır. Her kemerin altında bir kış odası vardır. Bu odaların her birinde ikişer pencere vardır. Bir penceresi odanın dışında olan gülistanlı ağaçlığa bakar, diğeri de bu büyük kubbenin ortasındaki büyük havuz ve şadırvana bakar. Bu sekiz adet kış odalarının önünde, yine büyük kubbe içinde sekiz adet yazlık odalar vardır.

San’atkâr iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine halis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgâr eserse, o bayrak o tarafa döner.
San’atkâr iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine halis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgâr eserse, o bayrak o tarafa döner.

Üç tarafı kafesli mermerler ile yapılmış bu büyük kubbe altındaki büyük havuzun çevresindeki sel sebillerden berrak su çağlayıp havuza girince, fıskiyelerden berrak su, kemerli kubbenin göbeğinde nihayet bulur.

Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur.

Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar... Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.

  • Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ve zerrin, deveboynu, müşkü rûmî, yasemin, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle, sümbül gibi çiçekler hastalara verilip güzel kokuları ile hastalar iyileştirilirler. Fakat delilere bu çiçekleri verince kimini yerler, kimini ayakları altında çiğnerler. Bazıları dahi meyveli ağaçları seyredip, ah daha hel hope pe pohe pelo deyip, çimenlik temâşâsı ederler...”

Delilik mevsiminde, uğramalı bu Darüşşifâ’ya; kokuyla, suyla, mûsikîyle şifâ bulmalı, bu sönen, gölgelenen dünyada. CÂNA ŞİFÂ.

Selimiye

‘Selîmiyye ol câmi-i dil-güşâ/Tamâm etmiş ol beldeyi rûşenâ’ diyor Keçecizâde. Nûra gark olup hiçbir şey göremezsiniz artık. Aşk’ın kendisi olursunuz. Diliniz lâl kesilir. Selimiye’yi anlatmak mı? Anlatmaya çalışmak ona hürmette kusur etmek olur. O, bütün azalarla temâşâ edilmeli, duyulmalı, idrak edilmeli. Şu kadarla yetinelim: Zürefâdan bir zât harikulâde mısralar için ‘söylenir şey değil’ ifadesini kullanırmış. Selimiye’nin kubbesi için bu cümleyi şöyle değiştirebiliriz: ‘Yapılır şey değil.’ KALBE ŞİFÂ.

Neşâtî

Murâdiye Camii’nden Selimiye’yi seyrediyorum. Neşâtî’nin Mevlevîhâne’nin Hâmûşân’ında gördüğüm kitabesi karşısında gözyaşlarımı tutamıyor, aşk niyâz ediyorum. Biz değil miydik onun ‘nihânız’ redifli gazeliyle ötelere kanatlanan. O gülgûn piyâleyi tutup da yanan.

‘Kendine kalbimi mekân seçtin’ ey Edirne! SANA ŞİFÂ.

Köprüler şehri

Ben varlıkla yokluk arasına rüyadan asma köprüler kurma ustasıyım. Edirne’de öğrendim bu zanaatı. Bu köprüler şehrinde. Nehirlerin akışını bir keman gibi tuttum, bu köprüler şehrinde. İki başıma yürüdüm, bu köprüler şehrinde. Aşk’ın kubbesini seyrettim, bu köprüler şehrinde. Gülşenî dergâhına yüz sürdüm, bu köprüler şehrinde. Gülden gül kopardım, bu köprüler şehrinde. Uzandım, iki cihân arasında, âşıklara köprü oldum, bu köprüler şehrinde. GÖNLE ŞİFÂ.

Küçük başkent

‘Yalnızca, kısır bir bahçede ölü yapraklarla dolu ölü bir havuzda yüzümü bir kez daha görmek için mi onca zaman sonra bu küçük başkente uğradım?’ Evet, Uçurum Oteli’nin bahçesindeki ölü yapraklarla dolu ölü bir havuzda yüzümü bir kez daha görmek için geldim bu şehre. Bir şair gibi geldim, şairin hayâleti gibi baktım ve gördüm, görünmeyeni. Havuza bak, yüzüme bakmış olursun. (Havuzun suyuna beni sorduklarında cevap veremeyecek, çünkü benim gözbebeklerimde kendi seyretmiş olduğunu söyleyecek) Âh sen Hüsnüyûsuf Oteli’nde kalıyorsun, bense Uçurum Oteli’nde. Hangimiz şair? RUHA ŞİFÂ.

Eski Cami

Evliyâ Çelebi, Edirne camilerindeki o zarif geleneği anlatıyor:

Eski Cami
Eski Cami

‘Rûz u şeb cemaat-ı kesîreden hâli olmayan bir câmi-i kadimdir. Mihrâb önündeki bâğ-ı irem içinde mesken edilen mürgân-ı hoş-elhânın savt-ı hainleri musalliye hayat verir. yine o ravzâ-i behînde mübeyyen lâle ve sünbül ve erguvânın revâyih-i tayyibesi dimağları muattar kılar. Cânib-i vakıfdan câmi-i şerife nâzır olan mütevellisi vâsıtasıyla gül ve sünbül ve nergis ve zanbak mevsiminde cümle cemaat safları arasına mezkûr çiçeklerle nice hokkalar va’z olunup câmiin derûn ve birunu pür-nûr müşg-bû olur.’

Bu yüzden Eski Cami’deki Hacı Bayrâm-ı Velî’nin kürsüsüne ne zaman gitsem bir gül bırakılmıştır, bin gül açsın diye sûretimizde… DİLE ŞİFÂ.

Bir özge temâşâ

Nedendir bilinmez, ‘Göğsünde aşkı bir kurşun gibi taşıyan' herkes Üsküplü şair Yahya Kemal'in şu mısralarını sık sık tekrar Edirne’de: ‘Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir/Ayrılmanın bıraktığı hicrân derindedir.' ‘Gökte yapılmış da yere indirilmiş' bu Osmanlı pâyitahtında yeniden yazılan kalplere şahit olduğumda ‘İnsanın bu dünyadaki vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir.' hadis-i şerifini bir başka duydum.

Üç Şerefeli Camii'nde saflar arasına çiçek konularak kılınan namazı duydum; Selimiye'nin o bir medeniyetin hülâsası gibi duran zarafetini, Meriç'in hangi dertle aktığını, Eski Cami'de Hacı Bayram-ı Veli kürsüsüne bırakılmış gülü, Darü'l Hadis Camii'nin duvarlarına sinmiş mübarek sözleri, Muradiye Camii'nde tennûre giymiş ağaçları, Neşâtî Baba'nın ‘Şevkiz ki dem-i bülbül-i şeydâda nihânız/Hûnuz ki dil-i gonca-i hamrada nihânız' beytinin esrarını, Hasan Sezâî Gülşenî Hazretlerinin ‘Nedir bu katrelerde bahr-i ummân olduğun cânâ/Nedir bu zerrelerde şems-i tâbân olduğun cânâ' beytinin gönle sürûr bağışlayan nefesini...

Nâilî’nin ‘Mestâne nukûş-ı sûver-i âleme bakdık/Her birini bir özge temâşâ ile geçdik’ beyti bu şehre ne kadar yakışıyor!

Edirne, ‘bir özge temâşâ’lar şehri… GÖZE ŞİFÂ.

İki kutup

Keçecizâde İzzet Molla, Mihnetkeşân’da ‘Sıfat-ı şehr-i Edirne’ nâm fasla şöyle başlıyor:

  • ‘O şehrin felek-veş iki kutbu var
  • Nola rifati olsa gerdûn medâr
  • Birisi Enîs-i dil-i âşıkân
  • Birisi Sezâ’î-i mu‘ciz-beyân’
  • İki kutup arasında benim kalbim var.

Cennet

‘Edrine şehri mi bu ya Gülşen-i me’vâ mıdır’, diye soruyor şair, öyledir, o Güzeller Güzeli’nin hâtırasıdır.