Filozoflarla dinlemek üzerine

Filozoflar çok konuşurlar. Çoğunun dinlemek yerine konuşmayı tercih ettiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Ama bazen alçakgönüllü oldukları ve akıllarının başlarına geldikleri zamanlar da yok değildir.
Filozoflar çok konuşurlar. Çoğunun dinlemek yerine konuşmayı tercih ettiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Ama bazen alçakgönüllü oldukları ve akıllarının başlarına geldikleri zamanlar da yok değildir.

Genelde rock starlarının hakkında şarkı söylemedikleri her şeyin anlatıldığı Talking Heads adında bir rock grubunun 1978’li tarihli More songs about Buildings and Food (Binalar ve Yiyecekler hakkında daha fazla şarkı) adında bir albümü vardı. Pop şarkıları geneli itibariyle aşk teması üzerine varyasyonlardan oluşur; Van Morrison’ın 1976 yılında çıkarttığı hit parçası “Cleaning windows” ise diğerlerine nazaran çok daha farklı bir konumdadır.

Felsefeciler ise sığ bir şekilde epistemoloji, metafizik ve hayatın anlamı gibi ıvır zıvır şeylerle ilgilenme eğilimindedirler. Fakat arada sırada bu büyük kafalar arasında kendi sahalarından çıkıp başka alanlar üzerine yazanlar da olmuştur. Mesela binalar ve yapı üzerine (Martin Heidegger), yemek üzerine (Hobbes), dometes suyu üzerine (Robert Nozick) ve son olarak hava üzerine (Lucretius ve Aristoteles). Bu kısa seri felsefecilerin ağzından duymaya pek de alışık olmadığımız şeyler hakkında onların ne dediği üzerinedir

Dinliyor musun? Pekâlâ, tamam. İşte başlıyoruz!

Filozoflar çok konuşurlar. Çoğunun dinlemek yerine konuşmayı tercih ettiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Ama bazen alçakgönüllü oldukları ve akıllarının başlarına geldikleri zamanlar da yok değildir.

Søren Kierkegaard da çok yazmasına rağmen, “söyleyecek daha az şeyi olduğunu, sessizleştiğini ve dinlemeye başladığını” ve bu aşamada “sessizlikte Tanrı’nın sesini keşfettiğini” itiraf etmiştir (Tarladaki Zambak ve Havadaki Kuş, s. 19). Yani Danimarkalı varoluşçu, Shakespeare’in Falstaff’ıyla aynı fikirdeydi: “Dinlememe hastalığı, işaretlememe illeti beni rahatsız ediyor.” (IV. Henry, İkinci Bölüm)

Peki ama dinlemek ne anlama geliyor?

Temel olarak, Roland Barthes’ın sözleriyle, işitmenin “fizyolojik bir olgu olduğunu anlamamız gerekir. Dinlemek ise psikolojik bir eylemdir.” (Biçimlerin Sorumluluğu, s. 245). Dinleme, salt işitmenin olmadığı bir şekilde sosyal bir olgudur. Bu elbette yeni bir fikir değildir. Immanuel Kant da “görmemenin sizi şeylerden ayıracağına, dinlememenin ise sizi diğer insanlardan ayıracağına” inanıyordu.

Gemma Corradi Fiumara, çağdaş dinleme filozofları arasında belki de en anlayışlı olanıdır. Dilin Öteki Yüzü: Dinlemenin Felsefesi (1999) başlıklı kitabın yazarı olan Fiumara’nın çalışmaları açık bir zihinle dinlemeye odaklanıyor: “Açıklık nihai olarak sadece dinleyen kişi için değil, dinleyen herkes için özünde açıktır. Birbirimize karşı bu açıklık olmadan gerçek bir insan ilişkisi kurulamaz.” (Dilin Öteki Yüzü, s. 8)

Dolayısıyla, psikanalist Jacques Lacan’ın da belirttiği gibi, “birini dinlemek, onun sesini duymak, dinleyici açısından, beden ve söylemin ara alanına açık bir dikkat gerektirir.” (Biçimlerin Sorumluluğu, s. 255) Ne yazık ki, pek çok insan dinlemekten hoşlanmıyor çünkü kendi yollarında ilerliyorlar ve kendilerine meydan okunmasını istemiyorlar. Aziz Augustine Tanrı’nın Şehri’nde “İyi sözler nadiren dinleyici bulur” diye yazmıştır. Ancak başkalarını dinlemeyerek kendimizi yurttaşlarımızın iç görülerinden mahrum bırakırız. Orta Çağ filozofu Padovalı Marsilius (1275-1342), iktidardakileri dinlemeye çağırdığında bunun farkına varmıştı. Çünkü: “... daha az bilgili yurttaşlar bazen, ilk etapta nasıl keşfedeceklerini bilmeseler bile, önerilen bir yasayla ilgili olarak düzeltilmesi gereken bir şeyi algılayabilirler.” (Defensor Pacis, s. 80)

Tamam, bu kadar söz yeter; şimdi sıra sizde. Lacan’ın sözleriyle, “belki de sizi sadece sessizce dinlemeliyim?” (Écrites, s. 131).

*Bu yazı Philosophy Now dergisinden çevrilmiştir.