Fuat Sezgin : Akademide bir âlim

​Fuat Sezgin  : Akademide bir âlim
​Fuat Sezgin : Akademide bir âlim

1924 yılında Bitlis’te doğan Fuat Sezgin, zamanın gözde mesleği mühendislik okumak için İstanbul’a doğru çıktığı yolculuğun sonunda kendini Alman bir şarkiyatçının önünde bulur.

1924 yılında Bitlis’te doğan Fuat Sezgin, zamanın gözde mesleği mühendislik okumak için İstanbul’a doğru çıktığı yolculuğun sonunda kendini Alman bir şarkiyatçının önünde bulur.
1924 yılında Bitlis’te doğan Fuat Sezgin, zamanın gözde mesleği mühendislik okumak için İstanbul’a doğru çıktığı yolculuğun sonunda kendini Alman bir şarkiyatçının önünde bulur.

Bu şarkiyatçı, Hamburg Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldıktan sonra Türkiye’ye gelerek, İstanbul’da bulunan Osmanlı el yazmaları arşivlerini tetkik eden, Almanya’da Orientalistik ve Türkoloji, Türkiye’de ise Arabistik bölümlerinin gelişimine büyük katkı sağlayan Orientalist Helmut Ritter’dir.

Sezgin tesadüfen Ritter’in bir seminerini dinler. Kendi ifadesiyle büyük şarkiyatçıdan âdeta “büyülenir.” Çünkü okul sıralarında öğrendiği tezlerin aksine Ritter, en büyük matematikçilerin Müslümanlardan çıktığını söyler.

Bu iddiadan aldığı şevkle Şarkiyat okumaya karar veren Fuat Sezgin, 20. yüzyılın kuşkusuz en önemli Müslüman ve Türk şarkiyatçısı ve bilim tarihçisidir. Fuat Sezgin Ritter’den dinlediği bu seminerin hemen ardından, onun öğrencisi olma arzusuyla dekanlığa gider, bu esnada Alman şarkiyatçı odaya girince dekan, “Size âşık bir talebe var” diyerek Fuat Sezgin’i takdim eder. Alman şarkiyatçının, heveskâr değil ciddi bir gayret ve adanmış bir ömür istediği yönündeki uyarılarından sonra, günde 17 saat çalışacağı ve her yıl bir dil öğreneceği sözünü vererek talebeliğe kabul edilir. Zira Ritter’e göre bundan daha az bir çalışma belki akademisyen olmaya yeter, ancak âlim olmak için kâfi değildir.

Fuat Sezgin Ritter’den dinlediği bu seminerin hemen ardından, onun öğrencisi olma arzusuyla dekanlığa gider, bu esnada Alman şarkiyatçı odaya girince dekan, “Size âşık bir talebe var” diyerek Fuat Sezgin’i takdim eder.
Fuat Sezgin Ritter’den dinlediği bu seminerin hemen ardından, onun öğrencisi olma arzusuyla dekanlığa gider, bu esnada Alman şarkiyatçı odaya girince dekan, “Size âşık bir talebe var” diyerek Fuat Sezgin’i takdim eder.

Nitekim Sezgin, bu sözün hakkını vererek 6 ay boyunca evine kapanır ve zaruri konuşmalar hariç tüm gün Taberi tefsiriyle meşgul olur. Bu sürenin sonunda hiç bilmeden başladığı Arapçayı, tefsirin 30. cildine geldiğinde âdeta su gibi okuyup anlar hâle gelir.

Arapça dışında 20’yi aşkın dil bilen Sezgin’in okul masraflarını karşılamak için Halk Partisi tarafından verilen eğitim burslarına yaptığı başvuru, önce şarkiyat ve Arapça öğrendiği gerekçesiyle reddedilse de Latince ve Yunanca öğrendiğini de söyleyince imzalanır.

27 Mayıs darbesinde üniversiteden uzaklaştırılan 147’likler arasına dâhil edilen Sezgin günlük bir mecmuada bu haberi okuyunca, üniversitedeki çalışma odasına gitmek yerine Süleymaniye Kütüphanesi’ne yönelir. Burada 4 ayrı üniversiteye akademik çalışmalar yapmak için mektuplar kaleme alan Sezgin’e, Frankfurt Üniversitesi 1961 yılında cevap vererek misafir hoca olarak kabul edildiğini bildirir.

İstanbul’dan ayrılmadan önceki gün, yüzü Üsküdar’a dönük bir şekilde, Galata köprüsünden etrafı temaşa ederken, memleketin durumunu ve çok sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalışını tefekkür eden hoca, gözlerinde ve gönlünde silinmezcesine nakşolan bu manzarayla birlikte vatanıyla vedalaşır.

  • “Almanya’ya gitmekle milletimi unutmadım. Kalbim hep bu millet için çarptı” diyen Sezgin, bu coğrafi ayrılığın yalnızca mekânsal bir uzaklaşma olduğunu, gerçekte ise Şark coğrafyasıyla arasındaki gönül bağını koparmadığını “İstanbul’dan uzaklaşmak istemiyordum, Erzurum’dan, Şam’dan ve Mısır’dan uzaklaşmak istemiyordum” sözleriyle ifade eder. Nitekim Sezgin, gurbette Şark’ı, kendine içinde sürekli yaşayacağı ilmî bir muhit olarak seçecek ve 60 ülke gezerek 300 bin yazma eseri yerinde inceleyecektir.

Batı’da saygın bir âlim olarak hem Türk hem de Müslüman kimliğini muhafaza eden Sezgin, “Dindar bir ailenin dindar bir çocuğuyum. Allah’a olan inancım olmasaydı nasıl bu dünyaya tahammül edebilirdim, bilemiyorum” diyerek hayata baktığı pencerenin ardındaki o derin manevi dünyaya işaret eder. Kendisine başarısının sırrını soran talebe ve ilim adamlarına şu cevabı verir: “Gerçek bir züht. Yani dünyanın nimetlerinden feragat edebilmek! Ben belki daha iyi şartlarda yaşayabilirdim, ama otuz yıldan beri evden çıkarken çantama sadece küçük bir ekmek parçası koyarak gidiyorum enstitüme.

Enstitüye geldiğimde dolabımdan ufak bir peynir parçası veya bir yağsız reçel çıkarır, onunla öğle yemeğini hallederim. Yani 10 dakikayı geçmiyor benim öğle yemeğim. İkincisi ise ‘sabrun cemil...’ Tatlı sabır... Bunu hatırlarım daima. Ardından Allah korkusunu. Yani Allah’ın bütün hareketlerimizi kontrol ettiğinin şuurunu… Bir de, masa başında oturmanızı ve okumanızı tavsiye ediyorum. Ancak masa başında otururken de aklınız Oxford Caddesi’nde, Champs-Elysées ve yahut da Kahire’nin Süleyman Paşa Caddesi’nde dolaşmakta olmasın! Aklınızla, bedeninizle masanın başında oturup okumanızı tavsiye ediyorum”.

Müslüman âlimlerin ilim dünyasına katkılarının ve buna dair yazma eserlerin incelendiği ve bir İslam bilim tarihi külliyatı niteliğindeki Arap Yazımının Tarihi (Geschichte des Arabischen Schrifttums) eseri ile 1978 yılında Suudi Arabistan Kralı Faysal’dan “İslam ilimlerine dair en mükemmel eser” ödülünü almıştır.
Müslüman âlimlerin ilim dünyasına katkılarının ve buna dair yazma eserlerin incelendiği ve bir İslam bilim tarihi külliyatı niteliğindeki Arap Yazımının Tarihi (Geschichte des Arabischen Schrifttums) eseri ile 1978 yılında Suudi Arabistan Kralı Faysal’dan “İslam ilimlerine dair en mükemmel eser” ödülünü almıştır.

Müslüman âlimlerin ilim dünyasına katkılarının ve buna dair yazma eserlerin incelendiği ve bir İslam bilim tarihi külliyatı niteliğindeki Arap Yazımının Tarihi (Geschichte des Arabischen Schrifttums) eseri ile 1978 yılında Suudi Arabistan Kralı Faysal’dan “İslam ilimlerine dair en mükemmel eser” ödülünü almıştır. Sezgin’in Arap dünyası üzerindeki bu etkisi Alman makamlarının dikkatini çeker. Kendisine Alman vatandaşlığına geçmesi yönünde yapılan ısrarlara karşı hocanın cevabı mânidardır. Zira ilmî çalışmalarını tüm insanlığa hediye etse de ilim âlemindeki adını ve itibarını kendi milletine hasrettiğini şu sözlerle ilan etmiştir: “Ben Almanlara bir şey katamam ancak ben bu dünyayı terk ettikten sonra, belki milletimin benim ismime ihtiyacı olur. Türk kalayım.” Ve hoca Türk kalmıştır.

Fuat Sezgin, Sahih-i Buhari’nin şerhlerinden birini tetkiki esnasında yazılı kaynaklara yapılan atıfları fark eder ve Buhari’nin hadis külliyatının yalnızca sözlü değil yazılı kaynaklara da dayandığı tezini ortaya atar. Bundan sonra Batı akademisinin ve tarih yazıcılığının dayattığı genel geçer kabulleri sorgulayarak, bilim tarihi alanında Müslüman âlimlerin yaptığı katkıları ortaya çıkarmak amacıyla dünya kütüphanelerindeki yazılı eserlerin izini sürmeye başlar. Şarkiyatçı Carl Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Literatur adlı eserini incelerken pek çok hata ve eksik olduğunu fark eden ünlü bilim tarihçisi, bu eseri İstanbul’daki yazma eserler ile tashih etmek ve tamamlamak üzere başlattığı çalışmasını daha sonra müstakil bir eser olarak kaleme almaya karar verir. 1967 yılında ilk cildi yayımlanan Geschichte des Arabischen Schrifttums isimli bu külliyat, şu an itibariyle 18. cilde ulaşmıştır.

Çalışmalarının Arap dünyasında gördüğü teveccühü İslam bilim tarihinin geliştirilmesi yararına kullanmaya karar veren Sezgin, başta Katar olmak üzere farklı Arap ülkelerinin de desteği ile J. W. Goethe Üniversitesi çatısı altında 1982 yılında Frankfurt’ta şu an özel vakıf statüsünde olan Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü kurmuştur. 1983 yılında bu enstitüye İslam âlimlerinin bilim tarihine katkılarının müşahhas örnekleri ve şahitleri olan 800 adet alet ve icadın sergilendiği müze dâhil edilmiştir. Yakın zamana kadar hocanın direktörlüğünü yaptığı enstitünün bünyesinde, farklı ülkelerden kendi çabası ve emeği ile temin ettiği 40 bine yakın kitap ve binlerce adet mikro filmi içeren bir Bilim Tarihi Kütüphanesi bulunmaktadır.


Fuat Sezgin, Türk devletinin himayesinde bilimler tarihinin Türkiye’de ihyasına katkıda bulunmak amacıyla, 2008 yılında Gülhane Parkı içerisinde bulunan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin kurulmasına da öncülük etmiştir.

Hocanın koyulduğu bu ilmî gayretlerdeki esas muharrik, ilim tarihinde pay sahibi her bir medeniyetin ve her bir âlimin hakkını teslim etmek şeklindeki ahlaki tutumudur. Projesi olan bir akademisyen değil, dert sahibi bir âlim olan hoca, araştırmaları esnasında Batı’nın kasıtlı veya değil, İslam medeniyetinin bilim tarihine katkısını görmezden geldiğini fark etmiş ve tüm ömrünü bu hakkın teslim edilmesine vakfetmiştir.

FRANKFURT’TA NELER OLUYOR?

Fuat Sezgin’in Frankfurt Enstitüsü’nde himaye ettiği binlerce değerli yazma eseri ihtiva eden şahsi kütüphanesini, İstanbul’daki müzeyi güçlendirmek ve bilim tarihi alanındaki çalışmalara ivme kazandırmak amacıyla Türkiye’ye taşıma teşebbüsü, Mayıs ayında Frankfurt havaalanında polislerce engellendi. Hâlbuki kütüphanenin bir bölümü daha evvel sorunsuz bir şekilde Türkiye’ye taşınmıştı. Bu olay üzerine yapılan incelemelerde, üniversite tarafından polise, Sezgin hakkında kitap kaçakçılığı ve kültür miras yasasına muhalefet etmekten suç duyurusunda bulunulduğu anlaşıldı. Üniversite, taşınması planlanan bu 350 koli kitabın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu.

93 yaşında alanında isim sahibi bir profesörü kaçakçılık gibi adi bir suç iddiasıyla itham eden üniversite, Bilim Bakanlığı’nı yanına almak için olaya siyasi bir renk vererek Sezgin’in, “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti” diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın akıl hocası ve İstanbul’daki müzenin de cumhurbaşkanının prestij projesi olduğu iddiasıyla iki ülke arasındaki siyasi kriz durumundan yaralanmak istediğini belli etmiş oldu. Bilim Bakanlığı’nın, soruşturma sürecinde üniversiteyle birlikte hareket etmesi, üniversitenin amacına ulaştığını ortaya koyuyor. Kurumun, bilim tarihi alanında hem maddi ve manevi hem de ilmî değeri olan bu kitapların ve bilim tarihi araştırmalarının Türkiye’ye kaymasından rahatsız olduğu görülüyor. Savcılığın gümrükte el koyduğu 350 koli kitap, mülki statüsü açıklığa kavuşmadığı için, savcılık tarafından bir depoda hâlâ bekletiliyor. Hocanın mühürlü tutulan çalışma odasında bulunan kitapların akıbeti de aynı şekilde belirsizliğini koruyor.

Savcılık, üniversitenin iddiaları üzerine yaptığı soruşturmayı, her iki suçlama için de delil bulamadığı için sonlandırdı. Zira titiz bir arşivci olan Sezgin, dedikodulara dayanarak suç iddiasında bulunan Frankfurt Üniversitesi’ne her kuruş harcamasını kayıt altında tuttuğu belgelerle cevap verdi. Çünkü hoca vakıf parasıyla aldığı kitapları sarı, kendi parasıyla aldığı kitapları ise beyaz bantla tasnif ederek yaşanabilecek kargaşanın önüne geçmişti.

Fuat Sezgin hukuk tarafından aklansa da üniversite kitaplara el koyma çabasından vazgeçmiş değil. Sadece savcılık tarafından el konulan kitaplar değil, daha önce Türkiye’ye getirilen 20 bin kitap noktasında da menfi tutuma sahip bir avukatın, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce enstitüye kayyum olarak atanmasıyla işler daha da karışık bir hâl aldı.

  • Alman genel kamuoyunda meselenin kapandığı algısı yerleştirilmeye çalışılsa da, aslında savcılık tarafından el konulan kitapların akıbeti hukuki olarak bir çözüme kavuşmuş değil. Bu noktada hocanın mücadelesinin daha yeni başladığını söylemek mümkün görünüyor. Çünkü atanan kayyum, hocanın enstitüye girmesini dahi engellemeye devam ediyor. Bu azimli şarkiyatçının hâlâ üzerinde çalıştığı eserinin 18. cildi, mühürlü bulunan ve girişi yasaklanan odasında bulunuyor. Pazar günleri dâhil her gün azimle çalışan 93 yaşındaki bir âlimin, 3-4 aydır çalışmasına ulaşamamasının ne denli büyük bir kayıp olduğu izahtan varestedir. Kendisine yapılan bunca haksızlığa rağmen Sezgin’in bir jest ve iyi niyet ifadesi olarak Türkiye’ye getirilen kitapların dijital bir kopyasını enstitüye vermeyi teklif ettiği de biliniyor.

Fuat Sezgin bütün ömrünü vakfettiği İslam bilim tarihi alanında verdiği değerli eserlerin yanı sıra, bu alanda öğrenci yetiştirmek amacıyla bağımsız bir statüsü bulunan enstitüsünün farklı fakültelere bağlanmasını teklif etmiş, ancak kendisine ideolojik suçlamalar yapılarak bu talebi reddedilmiştir. Ünlü şarkiyatçı öğrenci yetiştirme imkânının elinden alınması ve kendisine yönelik çemberin giderek daraltılması nedeniyle, bilimler tarihi alanında yaptığı çalışmaların Almanya’da artık geleceğinin olmadığını görmüş ve çalışmalarına devam edebilmek için Türkiye’ye dönme kararı almıştır. Türkiye’de ilim taliplilerinin bu ilme adanmış ömürden ve onun kütüphanesinden payına düşeni almak üzere bu alanda yapacakları çalışmalar, kuşkusuz hocanın tüm bu zorlu ilim mücadelesinin de boşa gitmediğini gösterecektir.

İLİMLE TAKAS EDİLEN ÖMÜR

Esasında Fuat Hoca, ilk kez Alman Şarkiyatçı Ritter’den duyduğu “Müslüman âlimlerin bilim tarihindeki yadsınamaz katkısı” ile ilgili gerçeklerin kendisinde yarattığı bilinç değişimini, tüm Müslümanların yaşamasını ve aşağılanmış, iğdiş edilmiş kimlik bilinçlerini ve öz güvenlerini yeniden tesis etmelerini, kendisini yola düşüren bu heyecan ve şevkle harekete geçmelerini arzulamaktadır.

Bu samimiyet ve azim ile bir iki evrak, kitap ve libas dolu iki bavulla gittiği Almanya’dan onlarca telif eser ve binlerce kitapla geri dönmüştür. Bu minvalde gidenlerin ne için ve neyle gittikleri ve kalanların hangi saiklerle ve neyle bu ülkede kaldıklarını da sorgulamalarını diliyoruz.

Belki akademisyenlerin çalışkan öğrencisi olabilir ama âlimlerin muhakkak sadık talebeleri olur. Fuat Hoca da gelecekteki azimli ve sadık talebe adaylarına, bu titiz çalışmaları ve azmiyle âdeta şu çağrıyı yapmaktadır: “İşte bu eserler, Batı’nın haksız kibri ve Şark’ın lüzumsuz aşağılık duygularını yalanlayan gerçek hakiki tezlerimin canlı birer şahididirler. Bunların müdafaasına kendinizi hazırlayınız.”