Garantili iflas sanatı

​Garantili iflas sanatı
​Garantili iflas sanatı

Ticarette olduğu kadar imalatta da başarılı olan César, başarının negatif ödülü olan baş dönmesine maruz kaldı ve iki büyük hata işledi. Geçen ayki nasihatnâmemizi esas alacak olursak, şirketi kendi mülkü sanıp, sermayesini servete dönüştürmeye başladı.

Cesar Birotteau, metropolde gözü çabuk açılan taşralı. Hayatını özetleyen cümle şu: “Büyük işler başarabilmek için, insanın sıfırdan başlaması gerekir.” Sıfırdan başlayan on kişiden dokuzu yolda ‘dökülür’ ama. Yola devam edenler, başını işine gömüp çalışanlar değil; işini iyi yapmakla yetinmeyip, etrafta olan bitene göz atan; iş hayatının sırlarına kulak kesilenlerdir. Gözü açık, kulağı delik olanlar. Burun da iyi koku almalı, pek tabiî. Bütün organlar alesta! Cesar da bir yandan canla başla çalışırken, diğer yandan “yaptığı işin inceliklerine” akıl yormaktadır. Sadece işi doğru yapmak yetmez, “doğru işi” yapıyor olmak lazım. Onun için de, bir yandan işi ne kadar coşkuyla, adeta “gözü kapalı” yapıyorsa, iş ortamını o kadar “gözü açık” incelemesi gerekiyordu.

  • Romana mola verip “gerçek hayata” geçelim mi? İşte size 12 yıl öncesinden bir gazete haberi: “Eroğlu, Colin’s bayrağını Kremlin’in karşısına dikti! Rusya’da 10’uncu yılını kutlayan Eroğlu Grubu, Rusya’daki 46’ncı mağazasını Kremlin Sarayı’nın karşısındaki Tverskaya Caddesi’ne açtı. Aylık kiraların 150-200 bin doları bulduğu ünlü caddeye yerleşen Colin’s için Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi bayrak gemisi benzetmesini yaparken, Eroğlu Kardeşler’in hedefi dünya markası olabilmek.” (Hürriyet, 8 Ağustos 2006.)

Aksaray’dan İstanbul’a göç eden bir ailenin, tıpkı Balzac’ın roman kahramanı gibi, işçilikten patronluğa yükselişinin öyküsü olan Eroğlu Grubu, beş kardeşin yönetiminde. İş yaşamlarına 70’lerin ortasında Mithat Giyim’e bağlı fason imalat yapan bir atölyede başlayan, 1983 yılında kendi konfeksiyon şirketlerini kuran Eroğlu Kardeşler’in marka macerası ise 80’lerin ortalarında Kulis ile başlıyor. Sonra işlerini büyütüp, 1992’de Kulis’i Colin’s yapıyorlar. Eroğlu kardeşler de Cesar Birotteau gibi “işe sıfırdan başlayan” işçi-girişimciler.

  • Nurettin Eroğlu, Aile Şirketleri Kongresi’nde yaptığı konuşmada sanki Balzac’ı kelimesi kelimesine tekrarlıyor gibidir:
  • “Bana göre, başarılı girişimcilik üç adım atlama sporu gibidir.
  • 1. Gözünü aç.
  • 2. Gözünü kapa.

  • 3. Gözünü dört aç. Birinci adım, gözünü açma sürecidir. Biz 30 yıl önce Mercan’da çalışırken, herkesin yaptığı işleri yapıyorduk. Önümüze bakıp, adeta gözü kapalı çalışıyorduk.

    Baktık ki, böyle yapmakla bir arşın boyu bile yol gidilemiyor. Hep aynı yerde sayıp duruyoruz. Kendi kendime dedim ki, Oğlum Nurettin, gözünü aç. Etrafta neler olup bittiğini anla ve ona göre hareket et! Kardeşlerim de bana bu süreçte yardımcı oldular ve aşağı yukarı 10 yıl içinde, piyasada adı olan bir şirkete dönüştük.”
  • İkinci adım, gözünü kapama yahut bazı işlere gözü kapalı dalma sürecidir. “Bunu girişimci olmayanlar zor anlar. Onlara göre bir tür deliliktir bu. Mesela, 1994 krizinden sonra iç piyasa bıçak gibi kesilince, biz de adeta gözümüzü kapatıp Rusya pazarına daldık. Tereddütlü davransaydık başarılı olamazdık. Başlangıçta her şey aleyhimize idi. Rusya’nın dilini bilmiyorduk, mevzuatını bilmiyorduk. Rusya büyük bir devrim yaşamıştı ve ülkede siyasi rejim henüz tam oturmamıştı.

  • Bunların hiçbirini düşünmeden; sadece Başarılı olmak zorundayız! dedik ve Rus pazarına girdik. Yeri ve zamanı geldiğinde gözünü kapatıp belirli bir hedefe kilitlenemeyenler, iş hayatında başarılı olamazlar! Bazı insanlar, aslında çok iyi yönetici oldukları halde, sadece gözü kara olmadıkları için, risk üstlenmedikleri için, girişimci olamıyorlar. ”

Girişimcilikte üçüncü adım, gözünü dört açma sürecidir. Gözü açık olmaktan dolayı işletmenizi belirli bir seviyeye getirdiniz; gözü kara olmaktan dolayı da, başkalarının cesaret edemediği işleri yaptınız ve işletmeniz uluslararası bir Şirketler Grubu haline geldi. “Bundan sonra yapmanız gereken, gözünüzü dört açmaktır. Çünkü hem mevcudu koruyacak, hem de yeni değerler yaratacaksınız. Eskiden sadece hücum düşünüyordunuz. Şimdi ise hem ofans, hem defans oynamak zorundasınız. Savunma sisteminiz güçlü değilse, yeni pazarlara açılma veya yeni sektörlere girme çabası büyük tehlikeler doğurabilir.” (İstanbul Kültür Üniversitesi İkinci Aile Şirketleri Kongresi, 14-15 Nisan 2006.) Adalet Ağaoğlu Üç Beş Kişi’de Eskişehir’li Zeytinoğlu ailesinin romanını yazmıştı. Sonraki yıllarda inşaat sektörüne de giren Aksaray’lı Eroğlu ailesinin romanını bakalım kim yazacak?

Tüccar, sözün gücünden yararlanır!

Balzac, devrimci bir muhafazakârdı. Muhafazakâr devrimci de diyebilirsiniz. Devrimciliği, yeni’ye açık olmasından, olayların gelişim yönünü iyi kestirebilmesindendi.
Balzac, devrimci bir muhafazakârdı. Muhafazakâr devrimci de diyebilirsiniz. Devrimciliği, yeni’ye açık olmasından, olayların gelişim yönünü iyi kestirebilmesindendi.

Hayattan tekrar romana dönelim. Gayret ve gözü açıklık, merak ve öğrenme kapasitesi, sınırları zorlama ve yükselme tutkusu Nurettin Eroğlu’nun, pardon Cesar Birotteau’nun pozitif nitelikleri idiyse; acelecilik, odaklanmama ve tedbirsizlik de, sonunda yıkımına yol açacak olan negatif nitelikleriydi. Belki aceleciliği de ikiye ayırmak lazım: İşleri biraz daha hızlandırma anlamındaki ölçülü, kontrollü acelecilik ile düpedüz köşe dönmecilik. Cesar’da her iki türü de görüyoruz.

Evliliğinin ilk yılında, karısının pazarlamacılık yeteneğinin de katkısıyla, çok iyi bir kâr elde ettikleri halde, yaptığı hesap muhteris koku tüccarını ürkütmüştü: “Mutluluğu için gerekli olan yüzbin Frankçığı ancak yirmi yılda kazanabilecekti.” Bunun için “daha kestirme yoldan zengin olmak amacıyla” satıcılığa imalatçılığı da eklemeyi düşündü. Karısının muhalefetine aldırmadan bir baraka ile arsa kiraladı. Barakanın üstüne yağlıboya ile Cesar Birotteau Yapımevi yazdırdı. Bu alandaki öncü fabrikalardan birinden usta bir işçi ayarttı; onu kâra ortak ederek, imalatın birçok inceliklerini öğrendi.

Bir sahaftan aldığı Arap bir bilgine ait güzellik sanatına dair bir kitabı kimyager Vauquelin’e götürüp, ondan “ayrı yapıdaki çeşitli derilere iyi gelecek, çifte etkili bir merhemin nasıl yapılacağını” öğrendi. Geliştirdiği kozmetiği “Çifte Etkili Sultan Merhemi” diye adlandırdı. Pazarlama aşamasında afiş, gazete reklamı ve “haksız yere şarlatanlık sayılan tanıtma araçlarına” başvurdu.

  • Balzac iki paragraf içinde bize modern/endüstriyel kapitalizmin bütün unsurlarını sunuyor: Aceleci kazanç hırsı, ticaretin imalatla bütünleştirilmesi, ar-ge süreci, bilimin devreye sokulması ve nihayet reklam yani sözün gücünden yararlanma. Şark dünyasının Avrupa üzerindeki büyüsünün hâlâ sürüp gittiği bir çağda “bir kozmetiğe Sultan Merhemi adını vermek, her erkeğin bir şehzade, her kadının da sultan olmak istediği bir ülkede, bu sözcüklerin ne kadar büyüleyici bir etkisi olacağını keşfetmek, zeki bir adamın olduğu kadar, basit bir adamın da düşünebileceği bir şeydir.” Balzac bu noktada çok derin bir gerçeğe işaret ediyor: Modern tarihe yön verenler, çok zeki, yüksek kapasiteli Büyük Adamlar değil; tüccar zihniyetli basit, sıradan insanlardır. Okuma yazması kıt Birotteau, ürünün prospektüsünü bile kendisi yazar. Ortaya gülünç bir şey çıkar elbette. Gülünç ama etkili! Bakın bu durumu nasıl izah ediyor Balzac: “Halk yalnız bir işin sonucuna bakarak yargıya vardığı için, tüccar olarak büyük bir adam sayılan Birotteau’nun yazdığı prospektüsteki gülünç laf kalabalığı bir başarı nedeni olmuştu: Fransa’da halk ilgilendiği şeylere ve insanlara güler, başarısız olanlarla kimse ilgilenmez. Birotteau budala rolü oynuyordu ama herkes ona, işine geldiği zaman, kendini budala göstermesini bilen becerikli bir insan gözüyle bakıyordu. Bu acayip yazı daha yüksek bir çevrede olsaydı tarihçiler buna kanıtlayıcı belge adını verirlerdi.”

Ticarette olduğu kadar imalatta da başarılı olan Cesar, başarının negatif ödülü olan başdönmesine maruz kaldı ve iki büyük hata işledi. Geçen ayki nasihatnâmemizi esas alacak olursak, şirketi kendi mülkü sanıp, sermayesini servete dönüştürmeye başladı. Oturduğu evi ölçüsüzce büyütüp yenilemeye; kendisini yüksek tabakalara tutunduracak olan çok pahalı bir balo vermeye; bu balo için gerekli giyim kuşama ve ev eşyasına hesapsız para harcamaya başladı.

Bu hatasına bir de şirket odağını kaydırmak eklendi: Mahiyetini hiç bilmediği arsa spekülasyonlarına heves etti. Arsa işinde tam 300 bin Frank dolandırıldı. Böyle olunca, diğer ödemelerini yapmada zorlandı. Durumunun kötüye gittiğini duyan alacaklılar, tahsilat için bastırmaya başladılar. Ve milyonluk adam olma hayalleri kuran Cesar Birottoeau iki üç günde topu attı.

Balzac bu süreci tasvir ederken, İbn Haldun, Marx veya Durkheim’dan farksız bir dil kullanıyor: “Her varlığın bir yükseliş çağı vardır. Bu öyle bir dönemdir ki etki yaratan nedenler, sonuçlarla sıkı bir ilişki içindedir. Hayatın bu en olgun zamanında birbirleriyle dengede bulunan ve parlaklıklarıyla fışkıran canlı kuvvetler yalnız etten kemikten varlıklarda değil, devletlerde, milletlerde, fikirlerde, kurumlarda, ticarette girişilen işlerde de görülür; bunlar da soylular ve hükümdar sülaleleri gibi doğar, yükselir ve yıkılırlar.”

Sen neymişsin be abi?

  • Çağdaş yönetim düşünürlerinin en önde gelenlerinden Jim Collins, How the Mighty Fall? (Devler Nasıl Düşüyor?) başlıklı kitabında, çok sayıda Amerikan şirketi üzerinde yaptığı araştırmaların sonucu olarak, beş aşamalı bir çöküş şeması çıkardı. Ayrıntıya girmemek için ilk üç aşamanın sadece adlarını vereyim:
  • 1. Başarıdan doğan hubris.
  • 2. Disiplinsiz ‘Daha yok mu?’ arayışı.

    3. Risk ve felaketin inkârı. Romanımız açısından en çarpıcı olan ilk aşamadır, başarıdan doğan hubris. Bu Yunanca kelime, tanrı pozu takınmak demektir. Türkçede en yakın karşılıkları “küçük dağları ben yarattım” veya “sen neymişsin be abi?” olabilir. Çöküşün başlangıcı işte bu türden duygulardır.

    Yakasını hubris’e kaptıran, kimseyi işitmez olur. Cesar Birotteau bu yüzden karısının hiçbir uyarısına kulak asmaz. Meseleyi çözümlemeye sosyolog gibi başlayan Balzac, tahlil ilerledikçe aslına döner, yani şairleşir: “Truva ile Napolyon birer şiirden başka bir şey değildir. İşte bu öykü de burjuvazinin uğradığı çalkantıların şiiri olsun. Burada söz konusu olan tek bir adam değil, acılar içinde kıvranan bütün bir halk yığınıdır.

    Alacaklılar kapısına yığılınca, Cesar yüksek finans çevrelerine el açar ama eli havada kalır. “Bankerlerde kalp denilen şeyin sadece bir iç organ, bir et parçası olduğunu” anlar. Finans komisyoncusu Claparon ona daha o çağda, adeta 2018 finans dünyasının inceliklerini öğretmeye çalışır:

Merhem hokkaları ve taraklarla filan uğraşmayı bırakın. İş yok bunda! Spekülasyona girişin, atın millete kazığı!

Spekülasyon mu? Ne biçim bir ticaret bu?

Soyut ticarettir bu. Para işlerinin Napolyon’u sayılan yüce Nucingen’in dediğine göre, on sene kadar gizli kalacak bu ticaret. Bu yola giren bir adam büyük rakamlarla oynar, henüz gerçekleşmemiş gelirlerin kaymağını toplar. Yani bu iş büyük bir umutla kazancı önceden planlama işidir. Sizin anlayacağınız, dolap çevirmenin yeni bir şeklidir. Bu dolap çevirmenin sırrını bilen on, oniki kadar kafası kuvvetli adam varız şunun şurasında.

Balzac, devrimci bir muhafazakârdı. Muhafazakâr devrimci de diyebilirsiniz. Devrimciliği, yeni’ye açık olmasından, olayların gelişim yönünü iyi kestirebilmesindendi. Muhafazakârlığı ise din mefhumunu ve dinin insanlar üzerindeki etkilerini derinden kavrıyor yahut hissediyor olmasındandı.

Cesar’ın iflas sürecinin ayrıntılarına giremiyorum; ama bu süreçte yukarıdaki konuşma benzeri tespitlerle, Balzac adeta gelecek iki asrın ana istikametini gösteriyor. Yeni ekonomik düzende, kârın kaymağını kimlerin yiyeceğini ifşâ ediyor. Diğer yandan, gelişmelerin mağdurlarını ancak dinin ayakta tutabileceğine de işaret ediyor: “Yalnız din, düşmüşlerin ayrı bir damga vurur alınlarına: Onlar, bir Yarın’a, bir Kurtarıcı’ya inanırlar; yüzlerinde öyle bir parıltı vardır ki onları ayırır öteki insanlardan; umutla karışık öyle dindarca bir boyun eğişleri vardır ki acıma uyandırır görenlerde; Cennetin kapısında ağlayan sürgün edilmiş bir melek gibi neyi kaybettiklerini bilirler.”

Geçen ayki yazının ilk paragrafında atıfta bulunduğum Ömer Bolat şimdi bu yazıyı okusa, sanırm ilk tepkisi şu olur: MÜSİAD’a ettiğin nasihatların beşincisi (“Hilf-ül Fudul mesajını unutmayın!”) mağdur değil, mağrur dindarlarla alakalıydı. Yahut, önce mağdur sonra mağrur olanlarla! Neden o konuya girmiyorsun? Yerimiz kalmadı desem, inandırıcı olur mu?