Göçebe

Kişinin kalbi ne yöne dönmüşse, döndüğü yöne uyan sağlam bir cümle gelir onu bulur.
Kişinin kalbi ne yöne dönmüşse, döndüğü yöne uyan sağlam bir cümle gelir onu bulur.

Ben ‘dijital göçmen’i hep ‘dijital göçebe’ olarak anlamışım. Başlangıçta bilerek yapmadıysam da şimdi bilerek reddediyorum. Çünkü insan ‘göçebe’dir, göç durmaksızın sürer. Önce bu dünyada değildik, sonra bu dünyaya göçtük, bu dünyada sanal âlemlere de göçtük ama bitmedi. Bu dünyadan göçtüğünde, sanal dünyadan da göçüp gitmiş olacak. İnsan göçebedir, hatırlamak gerek bunu.

Araç amaçtır

The Medium is the Message: Araç Mesajdır. Bu, Marshall McLuhan’ın bir anda üne kavuşmasına sebep olan kitabının adı. Mekanik Gelin, Global Köy gibi kitapları da olan iletişim kuramcısı McLuhan’a göre araç, verilmek istenen mesajı şekillendirir. Meselâ, bir hikâye sözle anlatıldığında, sahnede oynandığında, radyodan veya ekranlardan iletildiğinde, mesajı alan kişi için farklı anlamlar kazanır.

Marshall McLuhan
Marshall McLuhan

The Medium is the Message’ı bir yerde ‘Araç, amaçtır’ şeklinde çevrilmiş olarak da okumuştum. McLuhan’ın bir başka etkileyici tespiti; “Araç, insanın uzantısıdır.” Maksadım burada iletişim kuramlarını sayıp dökmek değil. Kızımın, “Anne siz dijital göçmensiniz” sözüyle başlayan bir okuma süreci yaşayınca, bahsetmeden geçemedim. Zira, “araç, amaçtır”, bu yazının muharrik cümlesi oldu.

Kuramcılar tartışadursun, bugün uyandığı andan itibaren, cep telefonuyla üçüncü eliymiş gibi birlikte olan bir nesil var: ‘Dijital yerliler’. İlk kez Marc Prensky’nin internetle ilişkimizi tavsif ederken kullandığı bu kavramlaştırma, artık gündelik hayatımıza dâhil oldu. ‘Dijital göçmen’ olarak adlandırılan, 1970 öncesi doğumlular yahut ‘dijital melez’ denen, 1970-1999 aralığında doğanlar dâhil hepimiz, bu teknolojik-dijital şeylerle muhatabız.

  • Ne yapacaktık? Dehşetengiz bir hızla, her yöne uzanan bu ağı görmezden mi gelecektik? Bu soruların tartışılması, başka zamanlara ertelenebilir. Lâkin bir şey var ki, başka zamanı bekleyemeyecek: Azanın kalbi, kalbin de azayı dönüştürmesi meselesi.

Aza kalbi, kalp de azayı dönüştürür

İmam Gazzâlî, güzel ahlak bahsinde anlatır bunu; ellerinin, ayaklarının, burnunun, gözlerinin, kulaklarının ve dilinin eyledikleri kalbini dönüştürür. Kişi, hiç düşünmeksizin güzel işler eyliyorsa, güzel ahlak sahibidir; kalbi öyledir, güzeldir. Muhtaç birini gördüğünde, “yardım etmeliyim” gibi bir cümle aklına gelmez bile, daha aklına gelmeden, ‘yapılması gerektiğini’ düşünmeden yardıma koşar. Yapılması gerektiğini düşünmek, öğrenilmiş bir davranıştır, kendiliğinden oluşan bir şey değil.

İhyâu Ulûm’id-Din
İhyâu Ulûm’id-Din

Güzel huylar yaratılıştan ise kişi, “ne yapayım, ben böyle yaratılmışım” mı diyecektir? İşte burası mühim; insan, kendinde var olduğuna hükmettiği şeyi, “zaten böyleyim” diyerek olduğu gibi bırakamaz; ‘zaten öyle’ olduğunu nereden biliyor ki kendini sorumluluktan azade kılabilsin? Ya nedir? Canı istemese de, içinden gelmese de, kişi güzel işler eylemekle kendini meşgul edecektir. Güzellikle kendi ellerini işgal etmelidir. Ayaklarını işgal etmelidir. Dilini işgal etmelidir… Çünkü organlar ve kalp arasında doğrudan bağ vardır ve ellerin, ayakların, gözlerin, dilin ve kulakların işlediği ne varsa kalbe yazılır. Namaz kılmak zor mu geliyor, zorlansa da kılacaktır kişi. Parasından bir kısmını vermek istemese de verecektir. Başta, “cimrilik etmemeliyim” diye düşünerek yapar bunu, lâkin yapa yapa kişinin kalbi öyle bir hale erişir ki, hiç düşünmeden yapmaya başlar. O kişi artık cimri değil, cömerttir. Cömertliği böylece kalbine yazdırmıştır.

Özetlemeye çalıştığım bu bahsi İmam Gazzâlî, İhyâu Ulûm’id-Din’de çok güzel anlatıyor; kalp ve güzel ahlakla ilgili kısımlarda. Özetin özeti şu: Kalp, organların yaptığı her işten etkilenir. İşittiğim, gördüğüm, söylediğim, kokladığım, dokunduğum her şey kalbime de dokunur. Yaptığım her şeyi kalbime de yapıyorum demektir.

Sanal gerçeklik

Ya sanal gerçeklik? Sanılan, var sayılan… Yine de gerçek. Gerçeklik meselesinin rüya, halüsinasyon gibi bahisleri bu yazının konusu dışında. ‘Sanal gerçeklik’ tamlamasında ‘gerçeklik’ kısmının altını çiziyorum. Kişi seçim yapabildiği, şöyle ya da böyle olmasına müdahale edebildiği her durumda davranışlarından sorumludur. Eski deyişle ‘mükellef’…

  • Ortam sanal olsa bile seçebiliyorsun ki, mükellef olma durumu, sorumluluk; kişinin, kendisinde ya da karşısında bulduğu şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu ayırt edip, bu ayırt etme sonucunda nasıl hareket edeceğini tercih etmesiyle ilgilidir, yani akıl bâliğ olmak. Akledebilmek ve seçebilmek; iradesi olmak.

Bu durumda ne yazık ki yarın ahirette ,“Ya Rabbî orası sanal ortamdı” gibi bir mazeret üretemeyeceğim zira sanal da olsa tutum ve davranışlarımı seçebildiğimi, bu tutum ve davranışlarımın tüm sosyal medya ortamlarında, isimleri müstear (sanal medyadaki isimlendirmeyle ‘fake’: sahte) olsa dahi kişileri ve bilhassa kendimi, kalbimi etkilediğini içten içe bilmekteyim. Neden içten içe?

Bolca unutup bolca hatırlamak zorunda kaldığım bir biçimde? Çünkü sanal ortamların boyası öyle yaldızlı ve öyle parlak ki, insana sınırsız bir özgürlük alanındaymış hissini veriyor, “Özgürsün, dilediğini yapabilirsin!” Buradak,i ‘dilediğini’ kelimesinin aslında beni uyarması gerekiyor. Dilemek… ‘Şöyle olsun!’ demek… Seçmek… Kafamda yıldızların çakmasına, alarm zillerinin çalmasına ihtiyacım var. Lâkin…

Güç bende

Lâkin işte! Burada ‘istediğimi yapabilirim’. Kendime yeni bir isim alabilirim, yaşımı seçebilir, ‘seçtiğim’ yaşa uygun davranabilirim. Gizemli, güzel, alımlı, çekici, yakışıklı, popüler, zengin, entelektüel, entelektüel olmasa da akıllı, zeki, ulaşılamaz, ‘cool’… İstediğim imajı oluşturabilir, istediğim hayatı giyinebilirim. Güç bende.

Yeni bir yer

Sosyal ortamlar, o ortamda kişiye uygun rol modeli neyse o rolde hareket etmesi yönünde baskı kurar. Anneyse anne, öğretmense öğretmen, komşuysa komşu… Bulunduğumuz sosyal ortama göre çoklu rollerimizden bir ya da birkaçını oynarız. Lâkin her rol, geçmişiyle birlikte gelir. Şimdiye kadar eylediklerim, bugün muhatap olduğum kişilerde bir beklenti oluşturur, bilirim. Beklentiye dair bilgim bana sınırlar çizer.

Sosyal ortamlar, o ortamda kişiye uygun rol modeli neyse o rolde hareket etmesi yönünde baskı kurar.
Sosyal ortamlar, o ortamda kişiye uygun rol modeli neyse o rolde hareket etmesi yönünde baskı kurar.

Hiçbir beklentiyle karşılaşmayacağım yer neresidir? Yeni bir yer. Kimsenin henüz beni tanımadığı, hakkımda hiçbir şey bilmediği bir yer. Kadınların çok iyi anlayacağı bir durum. Bir şekilde ya kendimiz yaşadık yahut arkadaşlarımızdan birinin başına geldi. Örnek çok bariz olduğu için bahsedeceğim, ‘yine mi başörtüsü’ yüzünden değil. Tesettüre riayet etmeye karar veren bir genç kızın okul meselelerinden de önce, kendisini eski haliyle bilen çevresiyle yüzleşmesi gerekirdi. Gerçi bugün de böyledir. Alacağınız en yumuşak ve sevecen tepki, “O caanım saçlarına nasıl kıydın?” olabilir.

Böyledir. Bir şekilde ‘o kişi’ değil de bundan sonra ‘bu kişi’ olmaya karar verip kendinizde ilk bakışta görünür ya da görünmez köklü bir değişiklik yapmaya kalkışırsanız, olması muhtemel en büyük direnci, sizi tanıdığını düşünen yakın çevrenizden görürsünüz. Nadiren birkaç kişi sizi destekler. Zira, insanlar alışkanlıklarıyla bağlanmıştır ve atalar “alışmış, kudurmuştan beterdir” sözünü boş yere söylememiştir. Size eski halinizle, ‘o kişi’ iken alışmış kişiler, ‘bu kişi’ halinizi kabullenmekte elbette zorlanacaklardır.

  • Kesinkes kararlıysanız, bu durumda ya bulunduğunuz yerde herkesle yüzleşerek, şimdiden sonra ‘bu kişi’ olduğunuzu ilan edersiniz –ki en zorudur ve çok güçlü bir karakter sahibi olmayı gerektirir-; yahut makul bir süre herkesle görüşmeyi kesersiniz –ki bu nisbeten kolaydır, ‘görüşmeyeli sen çok değişmişsin’ sözüyle karşılanır-; ya da yepyeni bir yerde yepyeni bir başlangıç yaparsınız. Mekân olarak en zoru da sonuncusudur.

Biz etmedik, bize ettirildi

Lâkin artık ‘idi’ demek gerekiyor. Mekân olarak en zoru sonuncusu idi. Şimdi sanal ortamlarımız var, sayısız sanal mekân. Mutluluk cümlesi gibi oldu, niye? Sanal ortamlar bize, yapamadığımız şeyleri yapabileceğimiz mekânlar bulduğumuzu sandırıyor. ‘Sandırıyor’ enteresan bir kelime, sındırıyor, sindiriyor der gibi. Zannettiriyor. ‘Zannettiriyor’ da enteresan, kendi yapıp ettiğimizi kolayca atıverdik. Ettirgen fiil; biz etmedik, bize ettirildi.

Bir çember bu, daima başa dönüyorsun. Sanal âlemde, yapıp ettiklerinden sorumlu değilmişsin gibi hissediyorsun. Oysa olan oluyor, kalbin dönüşüyor.

Oyun ve eğlence

Kişinin kalbi ne yöne dönmüşse, döndüğü yöne uyan sağlam bir cümle gelir onu bulur: “Dünya hayatı, oyun ve eğlenceden ibarettir”, öyleyse sanal âlem daha çok oyun ve daha çok eğlencedir, olsa olsa bu kadar.

Sanal âlem; kişilerin, kendilerini herkesten ayrı, üstün ve güçlü hissetmesini sağlar.
Sanal âlem; kişilerin, kendilerini herkesten ayrı, üstün ve güçlü hissetmesini sağlar.

Cümleler de olabilir: “Ben ne yapıyorum, niye yapıyorum? Burayı hayr için kullanabilirim, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i an’il-münker yapabilirim.

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak:

-Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!

Dehşetli bir sahne, çok güçlü bir sahne. Kalabalıklar şuursuzca çılgınca koşuyor ama gittikleri yol, yol değil. Zaten ‘kalabalıklar’ın şuuru yoktur, hep bunu yapmak istemiştim, kalabalıkların karşısına kollarımı makas gibi açarak dikilmek ve haykırmak. Çünkü ben o kalabalıktan değilim, gerçeği görüyorum, gerçeği bir tek ben görüyorum, bu yüzden çok güçlüyüm.”

Sanal âlem; kişilerin, kendilerini herkesten ayrı, üstün ve güçlü hissetmesini sağlar. Reklama benzedi. Kötüler gibi aynı zamanda da. Açıkça söyleyeyim, bu yazdıklarımın ekserisini çaprazımdaki mutfak masasında duran dizüstü bilgisayarda, Facebook hesabım açıkken ve ana sayfaya ‘kim ne yazmış’ diye bolca bakarken yazdım. Kendimi beriye çekmiyorum, çekemem. Başından beri sosyal medyadan uzak durulması gerektiğini mi anlatmaya çalışıyorum? Hayır. Bizzat yapmadığım bir eylemi başkalarına tavsiye edersem, “Birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye ederler” hükmünce hareket etmiş olmam. Üstelik üç maymunu oynayarak sosyal medya gerçeğini görmedim, duymadım, bilmiyorum demek nereye dâhil edilebilir, bilmiyorum

Göçebe

Böylece, yine başa dönüyoruz: ‘Ne yapacaktık? Görmezden mi gelecektik?’ sorusuna. Belki tek başıma yaşayacak olsaydım, yani çocuklarım ve sevdiklerim olmasaydı, ‘bana ne’ der, sosyal medyadan uzak durabilirdim. ‘Bu da neymiş, çocuklar neden bahsediyor?’ demezdim en azından. İnziva her zaman en kolayıymış, öyle der büyükler. Görmediğin, duymadığın, bilmediğin şeyden sorulmazsın. Kolay hesap. Kısa hesap. Gerçi bu da tartışılırmış.

  • Kızımın ‘dijital göçmen’li cümlesi yüzünden başladı bu yazı. O hep ‘dijital göçmen’ diyormuş, ben hep ‘dijital göçebe’ olarak anlamışım. Sağır duymaz uydurur der gibi misiniz? Yine hayır, göçmen tanımlamasını reddediyorum. Başlangıçta bilerek yapmadıysam da şimdi bilerek reddediyorum. ‘Göçmen’ kesip atan, bitiren bir kelime. Önce başka bir yerdeydin, sonra buraya geldin, yerleştin ve bitti. Son yerindesin. Göçmen bu demek. Oysa insan ‘göçebe’dir, göç durmaksızın sürer. Önce bu dünyada değildik, nerelerde olduğumuzu Sevgilimiz (sav) haber veriyor, sonra bu dünyaya göçtük, bu dünyada sanal âlemlere de göçtük ama bitmedi.

Ne duyular dünyasında ne de sanılar dünyasında kalıcı değildir insan, göçebedir. Duyular dünyasından göçecek. Bu dünyadan göçtüğünde, kurulmuş sanal dünyadan da göçüp gitmiş olacak. İnsan göçebedir, hatırlamak gerek bunu. Bitmedi.