Göçmen çiçekler

Benim bahtıma verimli topraklar düştü.
Benim bahtıma verimli topraklar düştü.

Gurbetlik dediğimiz şey bir kadının kendini hem en güçsüz hem de en güçlü hissettiği yerdir. Güçsüzdür; çünkü yıllar yılı doğru bildiği, inandığı, güvendiği bütün değerler tartıya alınırken yalnız başınadır. Güçlüdür; çünkü gurbet toprağının kirecine, taşına, tuzuna, güneşinin yangınına, rüzgârının hırçınlığına karşı ayakta dimdik göğüs gerdiği an, tam da kendini en yalnız hissettiği andır.

Büyük Mübadele’de Romanya’daki evlerinden göç yollarına savrulduklarında, dokuz yaşındaymış Firdes teyze. “Tek hatırladığım, suyun üstünde epeyce gittiğimizdi” dermiş soranlara. Yanlarına hiçbir şey almalarına müsade edilmemişse de, anacığı ne yapıp edip bahçesindeki saksılardan apar topar köklediği sümbülleri, kardelenleri, ters laleleri köklerinin ucunda sallanan toprak yumrularıyla yanına almış. Elazığ’a ulaştıklarında da ilk işi dağlar, taşlar, dereler, tepeler aşa aşa kucağında getirdiği bu çiçekleri kendilerine gösterilen evin bahçesine dikmek olmuş. İhtiyarlığında annesinden ve memleketinden hatıra bu çiçekleri severken, “Buncağızlar da muhacir bizim gibi” diye severmiş Firdes teyze. “Göçmen çiçekler bunlar; onlar da bizim gibi garip; onlar da topraklarından sökülmüş” dermiş.

İhtiyarlığında annesinden ve memleketinden hatıra bu çiçekleri severken, “Buncağızlar da muhacir bizim gibi” diye severmiş Firdes teyze. “Göçmen çiçekler bunlar; onlar da bizim gibi garip; onlar da topraklarından sökülmüş” dermiş.
İhtiyarlığında annesinden ve memleketinden hatıra bu çiçekleri severken, “Buncağızlar da muhacir bizim gibi” diye severmiş Firdes teyze. “Göçmen çiçekler bunlar; onlar da bizim gibi garip; onlar da topraklarından sökülmüş” dermiş.

Firdes teyzenin adı aslında Firdevs imiş de, adındaki “v” harfini göç yollarında düşürmüş. Firdevs, cennet bahçelerinden bir bahçe demekmiş ya, gönlü de cennet bahçeleri gibi güzel ve ferah Firdes Teyze işte kendi gibi garip o üç kök göçmen çiçeğin köklerinden tutunmuş hayata.

Aslında çiçeklerin çoğu pek nazlıdır. Mesela, mum çiçekleri. Yerleri değişse küsüverirler hemen. Açelyalar gölge bir kuytu, petunyalar ille de cam önü ister. Kimi çiçeklerin ise saksıları onlara dar gelir, ama bir kere topraklarından köklenirlerse kuruyup gideceklerinden korkarlar. Büyükçe bir saksıya alınsalar dal dal çiçeğe duracaklardır, ama bunu ya bilmezler ya da bilirler de cesaret edemezler. Onları ürküten gurbetin bilinmezliğidir ve gurbette neşv ü nema bulmanın tek yolu, o bilinmezlikte tutunabilmektedir. Lakin nasıl ki her yabancı her gurbete gönül düşürmez, her gurbet de her yabancıyı istemez. Toprak verimliyse azıcık gayret yeter; ekilen her tohum zahmetsizce göverir, dikilen her fidan kolayca filizlenir. Ama toprak taşlı ise mesela, ağaca dönmek her fidanın harcı değildir. Bazı gurbetler ise, kumlu toprak gibidir. Taşlı toprak kadar zorlamaz belki ama üzerinde biten otu, içinde gezinen börtü böceği yeterince beslemez de. Kimi gurbet ise killi toprak gibidir. Uzaktan sakin ve dingin gözükür ama geçimsizdir, seçicidir; her çiçeği, her fidanı beğenmez.

Bir şehrin ruhuna karışmak

Benim bahtıma verimli topraklar düştü. Her katında torun torba sahibi, benden yaşça büyük kızları, oğulları, gelinleri ile birlikte yaşayan şehrin yerlisi, görmüş geçirmiş kadınların oturduğu beş katlı bir apartmanın ikinci katına gelin gittim. Hayatı bölüşmeğe gelenlere, “Garip; bi’ başına…” diyerek sahip çıkan altın yürekli kadınlardı hepsi de. Onların bi’ başına dediği şey, tam da bizim gurbetlik dediğimiz şeydi işte.

Benim bahtıma verimli topraklar düştü.
Benim bahtıma verimli topraklar düştü.

Lise sıralarından yenice kalkıp geldiğimi duyunca beni sarıp sarmalamayı, koruyup kollamayı ama en çok da bilmediklerimi bildirmeyi âdeta kutsal bir vazife edinmişlerdi kendilerine. Coşkun ve masum bir heyecan içinde, Hacı Bakkal dönüşü ellerinde gazeteye sarılı somun ekmekler, “Akşama içli köfte yapacağız, gel bize yardım et, hem laflarız…” diyerek kapımı yoklar, adı konmamış bir çıraklığa alırlardı beni.

Muhtemelen ayarını hiçbir zaman tutturamadığım yemekler için yakında ustalıkta onları geçeceğimi söyleyerek beni şevklendirirken, kadınlığı maharet kantarında gram gram tartan o mahir kadınların benimle değil de, beni kendilerine benzetebilmedeki becerileriyle gurur duyduklarının farkındaydım. Ben, bu usta-çırak oyunu esnasında şehrin geçmiş zaman sırlarının kulağıma fısıldanmasından haz duyardım en çok. Şehir, sadece yerlilerin bildiği eski türküleri, efsaneleri, bir zaman şehri kasıp kavuran sevda hikâyeleri ve duvarlarına sinmiş geçmişiyle âdeta bana ruhundan üflerdi.

  • “Bizim burası memur şehridir” demişti, şehre vardığım gecenin sabahında kapımı çalan ihtiyar komşu kadın. Memur şehri demek, üniversitede, devlet su işlerinde, milli eğitimde, adliyede, maliyede, sigortada, karayollarında çalışan kocaların ardı sıra göçüp gelen kadınların şehri demekmiş meğer. Eş durumundan gurbete düşmüş bu kadınların gurbetliği bir başkasının gurbetliğini hafifletmek üzerine inşa edilmişti. Şehre taşınma sebeplerini sorunca yüzlerinde bariz bir memnuniyetsizle “mecburiyetten” derlerdi zaten.

Firdes teyze gibi, bazıları kendi hikâyesini şehrin hikâyesine katarken, bazıları şehir ile aralarına aşılmaz bir duvar çekmişti. Ne kadar gayret ederse etsin, şehir onlar için hasretliğin, yabancılığın, uzaklığın şehri olmaktan çıkamıyordu. Yerleri değişti diye mum çiçekleri gibi küserler; mütemadiyen nükseden memleket özlemiyle, bu şehrin onlara yetemediğinden şikâyet ederlerdi.

Mecburiyetten göçmüş kadınlar içinde en iç acıtan civar illerin dağ köylerinden gelen kadınların gurbetliğiydi. Evlerini basıp gece yarısı zorla ekmek açtıran teröristlerden, teröriste ekmek veriyormuşsunuz diye aynı gecenin sabahında kapılarını ve kocalarını döven askerlerden kaçıp gelen bu kadınlar, köylerinin sırt dayadığı dağların ters lalelerinden, kekiklerinden, menekşelerinden, çan ve düğün çiçeklerinden anlatırlar; iki başı oyalı yazmalarının ucuyla uzun kara kirpiklerini sessiz sessiz silerlerdi. Onlar için gurbetin ağırlığına ağırlık katan, kokusu artık hafızalarında tüten dağ çiçekleriydi ve onların hasretliğini ancak Bingöl Dağları, Munzur, Tendürek, Çambulak, Mercan Dağları ölçebilirdi.

Okyanus derinliğinde hasretlikler

Bir şubat soğuyuyla Amerika’ya savrulunca öğrendik ki talan edilmiş ülkelerinden, harabeye dönen şehirlerinden, gökten yıldız yerine ateş düşen köylerinden kaçıp gelen kadınların hasretlikleri ise bir tek kıtalar ve okyanuslarla ölçülebilirmiş. Kimi can korkusundan, kimi bir rüyanın kimi bir kocanın ardı sıra dünyanın nerelerinden kadınlar eteklerinde çocukları, torbalarında bin bir çeşit umutlarıyla gelirler yeni dünyaya. Kaybolup yiten, bir türlü tutunamayıp zayi olup giden, bir rüya uğruna varını yoğunu, çoluğunu çocuğunu heder edenler de az değildir amma, çoğu insan için Amerika hâlâ verimli topraklar demektir. Üç kuruş fazla paraya tamah edip kendilerini bu gavur memleketine sürükleyip getiren kocalarına küsenler, bir küskünlük içinde ömür çürütenler dahi çocuklarının bu topraklarda şahlanıp patır patır çiçek dökeceği günlerin ümidiyle okyanuslar derinliğindeki hasretliğe katlanırlar.

Gurbet, farklılıklarımızı yüzümüze vuran kocaman bir aynadır; fakat aynılıklarımızı da en iyi yine bu aynada buluruz.
Gurbet, farklılıklarımızı yüzümüze vuran kocaman bir aynadır; fakat aynılıklarımızı da en iyi yine bu aynada buluruz.

Her ne kadar bazı kadınlar için gurbet sancılı bir yalnızlık ve yabancılık ise de, bazıları için hürriyet demektir. Memleketteki patavatsız akrabalardan, otuz sene öncenin ağız dalaşından bakiye kavgalardan, uzaya uzaya iyice sünmüş dedikodulardan, aklına estikçe uğrayan komşulardan bir kurtuluştur. Arada bir canları boğaz havası çeker, kışın bozaya yazın kaymaklı dondurmaya aşerip, kimi zaman rakı-balık kimi zaman çay-simit diye dellenirler ama, olsun; en azından kafaları rahattır. Her yaz eğlenceli hatıralar, renk renk fotoğraflar ve sonu “Yoksa bizim ülkemiz cennet gibi!” diye biten caaanım memleketin nasıl yaşanmaz bir hâle geldiğine dair kabarık şikâyet dosyalarıyla dönerler. Asfaltın ziftine yapıştırılmış tükürüğü, balgamı, sakızı, sokakta omuz vurup geçenleri, güzelim İstanbul’da adım atacak yer bırakmamış köylüleri ve mültecileri, daha havaalanına adım atar atmaz burun sızlatan sigara ve ter kokularını, betonarme binaları, ne teşekkür etmeyi ne özür dilemeyi bilen insanların kabalıklarını hatırladıkça gurbetliklerine şükrederler.

  • Gurbet, farklılıklarımızı yüzümüze vuran kocaman bir aynadır; fakat aynılıklarımızı da en iyi yine bu aynada buluruz. Rus, İranlı, Tayvanlı, Koreli ve iki de Amerikalı kadınla oturmuş kocalardan dertlenirken bir gün, Çinli mühendis bir kadın, mahcup ve titrek bir sesle, Çin’de pek saygın bir profesör olan kocasının onu hiç güzel bulmadığını ve bunu da sürekli yüzüne haykırdığını söyleyiverdi. “Bakma sen ona, başka şeylere kızıp hıncını senden çıkarıyordur” dedi birimiz. “Sen de ona şöyle de, sen de ona böyle de…” diye akıl verdi bir diğerimiz. Hatta “Ama, sen de azcık kendine çeki düzen ver!” diyenimiz bile oldu. Hepimizi sessizce dinleyen Çinli kadın, en sonunda “Ben olsam hemen boşardım o kocayı” diyen kadına, nemli gözlerle “11 yaşında oğlum var benim” deyince odanın orta yerine koca bir sessizlik düşüverdi. Kadınlığımız en hassas yanımızdı belki, fakat analığımız hayata karşı en büyük dayanağımızdı hepimizin de.

Zordur, gurbette kök salmak. Sonu, bilinmezliktir. Fakat ne kadar zor olursa olsun, pek çok kadın, Firdes teyze gibi bir selin onları getirip bıraktığı el topraklarına hem bir çiçeğin incecik köklerinden tutunurlar hem de başka göçmen çiçekler için bir bahar bahçesi kurarlar. Çoğu zaman bildiklerinden ziyade bilmediklerinden kantara alındıkları için hiç bilmedikleri yeteneklerini keşfedip, önceleri hayal bile etmedikleri maharetler ve bilgiler edinirler. İşte en çok da bu yüzden, gurbetlik dediğimiz şey bir kadının kendini hem en güçsüz hem de en güçlü hissettiği yerdir. Güçsüzdür; çünkü yıllar yılı doğru bildiği, inandığı, güvendiği bütün değerler tartıya alınırken yalnız başınadır. Güçlüdür; çünkü gurbet toprağının kirecine, taşına, tuzuna, güneşinin yangınına, rüzgârının hırçınlığına karşı ayakta dimdik göğüs gerdiği an, tam da kendini en yalnız hissettiği andır.