Hastaya nasıl bakılır?

Hasta ziyaretine giderken yapmanız gereken ilk şey bakışlarınızı kontrol etmektir.
Hasta ziyaretine giderken yapmanız gereken ilk şey bakışlarınızı kontrol etmektir.

Bir keresinde İstanbul’da bir hastanede idim. Cama kocaman bir martı konmuştu. Akşamdan bıraktığımız kuru ekmekleri yemeğe başlamıştı. Odadaki hastaların hepsi hipnoz olmuşçasına martıya bakıyordu. Sonra sessizliği bir beyaz önlüklü bozdu: “Sonuçlarınız iyi görünüyor Ayşe Hanım”.

Hasta ziyaretine giderken yapmanız gereken ilk şey bakışlarınızı kontrol etmektir. Bunu çocukken öğrendim. Çocukluğum SSK denilen koca dişli binanın içinde geçti. Bu bina ağzına gireni hemen yutmaz kurbanının lezzetini sonuna kadar tatmak için onu uzun uzun çiğnerdi. İlaç kuyruğunda çiğnerdi, doktor için sıra beklerken çiğnerdi, tahlil verdiğiniz pis laboratuvarlarında çiğnerdi. Bina hastayı sonuna kadar tatmak için tasarlanmıştı sanki.

Çocukluğum SSK denilen koca dişli binanın içinde geçti.
Çocukluğum SSK denilen koca dişli binanın içinde geçti.

Dediğim gibi çocukluğum SSK hastanesinde geçti. Sinüzit, orta kulak iltihapları, sarılık, rüzgârın hoh demesiyle olunan bronşitler, öksürmeler, öksürmeler, öksürmeler, ağlama krizleri… Validemin elini tutar, sigara içilen minibüslere binip hastaneye giderdik. Ben işte o günlerde öğrendim bir hastanın yüzüne nasıl bakılacağını. Hastabakıcıların ittiği sedyelerdeki inleyen yüzlere nasıl bakılır? Kalorifer peteğine ellerini dayamış sarı benizli insanlara nasıl bakılır orada öğreniverdim. Hastalar nasıl göründüklerini anlamak için kendisine bakan kişileri incelerler çünkü. Bir aynaya bakar gibi… Bakışlarınız “Vah zavallı mı” diyor, “Ne hale gelmiş yazık “mı diyor, “Korkutucu” mu diyor hemen anlarlar. O nedenle hasta ziyaretine giderken yapılması gereken ilk şey bakışları kontrol etmektir. Gözlere iyilik koymaktır. Hasta size baktığında maneviyat bulmalı. Gözünüze uzanıp oradan avucuna doldurduğu şifalı suları içmeli.

  • Annem pek çok kez hastanede yattı benim. Bakışlarımı bu sebeple de eğitmek zorunda kaldım. Anneler anlar, anlamaması için çaba göstermeniz gerekir. Annesi hasta olan her çocuk bunun nasıl bir çaba olduğunu bilir. Yine annesi sık hastalanan her evlat “refakatçi” olmanın nasıl bir vazife olduğunu da bilir. Odadaki her hastanın genelde refakatçisi olmaz. Yemek dağıtıldığında siz refakatçisi olmayan hastalar için de gidip yemek alırsınız. Onların tuvalete gitmesi gerektiğinde siz serumlarını tutarak hastalara eşlik edersiniz. O hastalar inlediğinde siz hemşireye haber verirsiniz. Camı açıp odayı siz havalandırırsınız. Böyledir bu iş. Geçen bir arkadaşım hastanede kendisine ne kadar yardım edildiğinden bahsetti. Babasını hiç tanımadığı adamlar kucaklayıp sedyeye koymuşlar. Hastabakıcının “Bir yardım eder misiniz? “demesiyle oradaki üç adam gelivermiş. Kıyamayız biz. Geliriz. Hastaya hürmetimiz vardır. Tanımadığımız insanları kaldırır sedyeye koyarız. Tanımadığımız hastaların yemek yemesine yardım ederiz.

Ne demiştik? Evet, refakatçiler. Onlar da birbirlerine yaslanırlar aslında. Bana olmuştu. Annesi kanser olan bir kadın plastik bardaklardan çay içtiğimiz bir gece ağlamıştı. Acilin önündeydik. Yağmur vardı. Ambulansın sarı ışığı yanıp sönüyordu. Benden ferah cümleler duymayı istemişti bu refakatçi. İkimiz de üç gündür koltukta uyuyorduk. Tek ortak yanımız buydu.

Geçen bir arkadaşım hastanede kendisine ne kadar yardım edildiğinden bahsetti. Babasını hiç tanımadığı adamlar kucaklayıp sedyeye koymuşlar.
Geçen bir arkadaşım hastanede kendisine ne kadar yardım edildiğinden bahsetti. Babasını hiç tanımadığı adamlar kucaklayıp sedyeye koymuşlar.

Benim de hastanede yatmışlığım var tabii. Bir keresinde İstanbul’da bir hastanede idim. Cama kocaman bir martı konmuştu. Akşamdan bıraktığımız kuru ekmekleri yemeğe başlamıştı. Odadaki hastaların hepsi hipnoz olmuşçasına martıya bakıyordu. Sonra sessizliği bir beyaz önlüklü bozdu: “Sonuçlarınız iyi görünüyor Ayşe Hanım”. İyi mi? Bu kocaman martı gibi kanatlarımı açıp bu odadan uça uça gidebilecektim yani. Hâlbuki yanımdaki genç kız yanmış bacağı için bilmem kaçıncı kez ameliyat olacaktı. Yanmış kanatlarına eğilip baktı kız. İşte gözlerinize hâkim olmanız gereken bir an daha. Sonuçlarınız iyi diye sevinemezsiniz o an. Bakışlarınız ışıldayamaz. Hımm dersiniz sadece. Çok ses çıkarmadan eşyalarınızı toplarsınız. Yan yataktaki uçamayan martıya çekmecelerinizdeki meyveleri, içme sularını, bisküvileri bırakırsınız.

  • İşe giderken, sosyal medyada vakit geçirirken, evde çocuklara ödev yaptırırken, akşam yemeğinin bulaşıklarını makinaya dizerken, yani sakin sakin yaşarken öğrenemeyeceğim çok şeyi hastalıktan öğrendim ben. Hasta olmanın, hastanede yatmanın, refakatçi kalmanın, geceleyin elinizdeki reçete ile nöbetçi eczane aramanın insana öğrettiğini yüzlerce cilt kitap okuyarak öğrenmeniz mümkün değil. İlla yaşamak lazım. O eşiği geçebilmek için hastalığın önünde diz kırmanız gerekiyor. Onun rahlesinde eğitim almak gerekiyor. Siyaseti, gündemi, makamı, işi ehemmiyetsiz hale getiriveren bir müfredatı var bu öğretmenin. Hastanın akşamı nasıl geçirip geçirmeyeceği sorusunu dünyadaki tüm problemlerin üzerine çıkaran bir müfredat bu.

Bir akrabamı ziyaret ettim geçende. İhtiyar bir kadın. Çocukluğundan bu yana bir hastalığı var. Bana dedi ki: “Yıllardır birlikteyiz bu hastalıkla… Ben gençken daha kuvvetli idi. Zordu. Sonra o da benimle yaşlandı… Ben nasıl güçten düştümse o da düştü. Şimdi çok sıkıştırmıyor beni. Buradayım diyor, gitmiyor ama yorgun. Yorgunuz ikimiz de” Hastalığından mı, huysuz bir arkadaşından mı bahsediyor bilemedim. Akrabama bakarken bakışlarımı kontrol etmem gerekmedi. Hayran hayran bakıverdim.

Yazımı bir menkıbe ile bitireyim. Eski zamanlarda yaşamış bir şeyh efendi varmış. Hazreti saraydaki valide sultan da pek severmiş. Efendi Hazretleri hasta olmuş. Valide sultan bunu duyunca hemen saray hekimini göndermiş. Hekim Şeyh Efendi için bir ilaç terkip etmiş. Bir hafta sonra hekim geldiğinde ne görsün. Şişe olduğu yerde duruyor. İçilmemiş. Şeyh de aynı vaziyette. Kızmış tabii: “Sizin için Valide Sultan endişe ediyor, beni ayağınıza gönderiyor, siz ise ilacınızı bir kere bile kullanmıyorsunuz”. Şeyh Efendi bu celalli doktora gülümsemiş ve durumu izah etmiş: “Evladım, hele bir otur da dinle. Ben ilacı içecektim. Tam o sırada hastalığım karşıma geçti ve dedi ki: “Efendi, bu içtiğin ilaç var ya, benim kökümü kurutur. Benden kurtulursun. Ama bil ki Allah seni boş bırakmayacak. Sana yine hastalık gönderecek. Biz seninle kaç senedir birlikteyiz. Sen benim huyuma ben senin huyuna alıştım. Bu saatten sonra başka bir hastalıkla uğraşma…”

Bu menkıbeden çıkarılacak hisse elbette hastalıkla mücadele etmeyin demek değil. Bu kıssadan bambaşka bir hisse çıkıyor. Şimdi o hisseyi düşünelim azıcık. Hastalığımızı önümüze alalım ve ona bakalım. Bakışlarımızı kontrol etmeden bakalım.