Hayatımız sessizce finansallaşıyor

Para gözlüğünü bir kere taktığınızda nesneler artık nesneler olarak değil barkodlar, fiyat etiketleri olarak görünmeye başlıyor.
Para gözlüğünü bir kere taktığınızda nesneler artık nesneler olarak değil barkodlar, fiyat etiketleri olarak görünmeye başlıyor.

Para gözlüğünü bir kere taktığınızda nesneler artık nesneler olarak değil barkodlar, fiyatetiketleri olarak görünmeye başlıyor. Para eskiden de vardı ama büyükşehir, internet,akıllı telefon derken her şeyi paraya, parayı her şeye dönüştürmek mümkün hâlegeldi, piyasadaki ürün çeşitliliği arttı, metalaşan şeylerin sınırları genişledi. “Bedenimesahip olabilirsin ama ruhuma asla”nın hilafına bir davranış, “duygusal emek” giderekkurumlaştı, yaygınlaştı, tebessüm her pazarda bulunan bir meta hâlini aldı.

Seneler önce yaptığımız küçük bir trafik kazasında bize çarpan arabanın sürücüsünün aceleyle inip arabasına bakma anı hala gözümün önündedir. Küçük bir kaza olduğu için bize bir şey olup olmadığını merak etmemesi normal karşılanabilir. İlgisi bize pekala suçlamak için de yönelebilirdi. Ama o onu da yapmadı. Kapkaranlık uzay boşluğunda arabasıyla baş başa salınıyorlarmış gibi, tek odağı arabası oldu. Yavaş çekimde iki sevgilinin yıllar sonra karşılaşma anına benziyordu sahne. Telaşla indi, arabanın çarpan yerine koştu. Orayı ovalayıp iyileştirmeye çalışacakmış, kulağına korkma ben yanındayım, bir şey olmadı diye fısıldayacakmış gibiydi. Gerçekten arabasını çok seven; bakım, temizlik ve aksesuarına çocuğuna bakar gibi ihtimam gösteren tanıdıklarım yok değil. Belki bu adam da onlardan biriydi, kim bilir. Adam konuşmaya başlayınca büyü bozuldu, bütün o “gibi”lerim köpükten birer baloncuk gibi havada patlayıp gitti, işin rengi değişti: En sık kullandığı kelimeler kasko ve sigortaydı. Kasko nakaratının arasına tanıdık tamirci, tutanak tutmasak, kusur dağılımı gibi sözlerin girmesiyle türkü çeşitlenip uzuyordu. Hep beraber tutanak tutuldu, tanıdık tamirciye gidildi, tutanak adamın istediği gibi tekrar yazıldı ilh.

Ragnar Ekelund, 1892 - 1960, Interior.
Ragnar Ekelund, 1892 - 1960, Interior.

Ben de arada boş durmadım ve arkada oturan üçüncü kişi olmanın verdiği rahatlıkla kendimi gözleme verdim, sessiz film gibi adamı izleyip durdum. Adamın ellerinin kollarının oynayışında, arabasına bakışında bir tuhaflık vardı. Acaba kazadan dolayı ondan soğumuş muydu? Sanki arabayı bir bütün olarak algılamıyor, arabanın hasar gören kısmından başka hiçbir yerini görmüyordu. Bir noktada arabanın rengini fark ettim, beyazdı. Ahmet Güntan’ın çok sevdiğim Beyaz Peugeot şiirini hatırlattı bu bana: “güneşin altında radyo dinleyen çocuk/ sen bu dünyaya mı aitsin/ hayatın nasıl olduğu değil kimlerle olduğu/ önemli dersin/ göğe ara sıra başını kaldır bak öyleyse/ kendine ait bir yıldız bulabilir misin/ içinde hiç bir şey olmayan bir dünya özlüyorsun/ hadi birkaç şeyi daha atsak boşluğa/ sevinir misin” diye başlıyordu şiir.

  • Şiirle durumumuz arasındaki karşıtlıktan çıkan kıvılcımla olacak, bize çarpan sürücünün tavrındaki tuhaflık o anda ışıdı: Adam ile bir eşya ya da nesne olarak arabası arasında hiçbir bağ yoktu. Kiralık araç olmadığı da işin seyrinden anlaşılmıştı. Konuşmalarındaki nakarat da bu arada iyice kısalmış, adam fark etmeden ve sühuletle sorumu cevaplayıvermişti: değer kaybı.

Bir başka deyişle baştan beri adamın gündemi, arabanın bir yerinin kırılması, tamir edilmesi, tamir masrafı, onu gideceği yere götürüp götürmeyeceği, kaç gün yatacağı değildi; bu kaza sebebiyle satarken ne kadar kaybedeceği, yürüyen para olarak gördüğü geçici beyaz bineğinin ne kadar değer kaybettiğiydi.

Beyaz Peugeot’tan beyaz arabaya soyutlama

İnsanın temel becerilerinden biridir soyutlama. Bu yolla bir şeyi bir dünyadan başka bir dünyaya taşır, aktarır; tahvil, tercüme, temsil ederiz. Elimizdeki üç masa tenisi topuna “üç masa tenisi topu” dediğimizde ya da karakalem/geometrik çizimini yaptığımızda onu söz, sayı ve şekil dünyasında temsil etmiş oluruz.

Ahmet Güntan
Ahmet Güntan

Bu işlemlerde tek tek masa tenisi toplarının bazı özellikleri, mesela renklerinin aktarılmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Kanlı canlı somut bir varlığı, bazı “temel” özelliklerini seçip vurgulayarak kelime, sayı ya da şekle dökerken, bazı “önemsiz” özelliklerini ise flulaştırıp ihmal ederiz. Örneğin bir şeyleri saydığımızda yaptığımız, tek tek birimler arasındaki farkları, tikellerin kendine özgülüklerini önemsizleştirmektir. Bir nesneyi zihnimizde, kağıtta, söz, formül, kod olarak taşıma sanatıdır soyutlama. Meyve kurutmak gibi, kendisini taşımak/korumak zor geldiğinde, temsiliyle iş görürüz. Gerektiğinde o temsili çıkarıp sulandırır, eski haline getiririz. Soyutlama yardımıyla, ilgisiz gibi görünen iki şey arasında ilişki kurar, onları benzetilebilir/karşılaştırılabilir kılar, ortak paydada buluşturur, ortak ölçüye vururuz. Aynı renk, sayı, işlev, içerik, malzeme, şekil, ebat, uzunluk, ağırlık ya da hacme sahip iki nesneden söz edebiliriz bu sayede. Diyelim bir karınca, uçak, şemsiye ve gülü renkleri temelinde yan yana getiririz.

Otar Imerlishvili.
Otar Imerlishvili.

Birimlerinin sınırları “doğal” görünen marulları saymak kimsenin gözüne batmaz belki. Ama Kuran’da “kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur” (Maide 32) şeklinde bahsedilen ölümü saymak farklıdır. Sosyal politika bağlamında bürokratlar tarafından sayıya indirgenen ölüm, ölenin yakınları için sonsuz hatıralar ve umutlar demektir. Bir şeyin, onu uzaktan “cins isim”le karşılayanlardaki karşılığı ile ona “özel isim” verenler nezdindeki karşılığı başka başkadır. Burada sorunlu olan bizatihi bir şeyleri saymak ya da kelime/kavram yoluyla soyutlamak değil, soyut temsille somut karşılığı arasındaki mesafeyi/kaybı yok saymak, göz ardı etmek veya önemsememek, o somutluğun, soyut karşılığından ayrı bir varlığı olduğunu inkar etmektir.

Mükemmel soyutlayıcı: Para

Bir mübadele, değiş tokuş, şekil değiştirme aracıdır soyutlama. Ses, resim ya da videoyu elektriğe, sinyale veya koda dönüştürüp kablo ya da sinyal yoluyla iletmek, henüz gerçekleştirilmemiş olsa da, elementleri birbirine dönüştürmek de bir çeşit soyutlamadır. Masallarda büyüler büyücüler eliyle bir şeyin bir şeye dönüşmesine o kadar sık rastlarız ki. Keloğlan’la Ali Cengiz’in dövüşü görsel bir dönüşme şölenidir mesela. Keloğlan koçken serçe olup uçar, Ali Cengiz kartal olup peşine düşünce bu sefer de bir demet gül olup prensesin kucağına düşer. Ali Cengiz dilenci olup gülleri alacakken bir avuç darıya dönüşüp yerlere saçılır, öbürü de tavuk ve civcivlere dönüşünce tilki olup hepsini yutar. Bilim kurgu filmlerinde buna denk olarak karşımıza çıkan, her şeye dönüşebilen “mükemmel soyutlayıcı” cıvadır. İnsan muhayyilesinin dönüşme imgesini oda sıcaklığında sıvı olarak bulunan kıvamlı ve parlak bir metalde bulması manidar. Terminatör 2 (1991) filmindeki T-1000, yaygın adıyla “cıva adam”, ele avuca sığmaz, kılıktan kılığa girer, farklı biçimlere bürünür, farklı yüzler takınır, farklı insan seslerini taklit eder. Vurduğunuzda ise bir avuç sıvı metale dönüşüp akar gider.

Terminatör 2
Terminatör 2

Simmel’e göre büyükşehirde yaşayanlar o kadar sık o kadar çok uyaranla karşılaşır ki bir yerden sonra her birine bütün varlığıyla/veçhesiyle dönmekte zorlanır; aklı, duyguları, hatıraları ve muhayyilesiyle tepki vere vere kaynakları tükenir, mecali kalmaz, bir süre sonra etrafındakileri “intibak hızı en yüksek yetisi” olan zihniyle karşılamakla yetinir olur. Kaldırımın kenarında oturmuş bizden para isteyen birini bir dilenciye indirgeriz. Özel bir durum olmadıkça bir dilenci nasır bağlamış duygularımızı harekete geçirmeye yetmez. Ona sadaka verip vermememiz pek de farklı değildir bu açıdan. Hatta ona sadaka verdiğimizde belki de onu salt zihinsel bir konuma indirgememiz, onunla salt zihinsel bir bağ kurmamız daha kolay, daha işlek, daha hızlı olmuştur.

Bu zihinselleşmenin en kapsamlı görünümü de parasallaşmadır. Dünyada bir geometrici şekiller görür, bir matematikçi ya da istatistikçi ilk önce sayıları fark eder, fizikçi hıza, kimyacı bileşenlere odaklanır. “Algıda seçicilik” gibi, nesnelerin belli özelliklerini gösteren bir gözlükle bakar etrafa. Fiziki coğrafya gözlüğü takınca dağın yüksekliğini ovayı coğrafi şekilleri görürüz, beşeri coğrafya gözlüğüyle kara yolları tren yolları ve sair insan eserlerini, siyasi coğrafya haritasında ise idari ve siyasi sınırları... Büyükşehir hayatı duygu ve muhayyile gözlüğünü evde bırakıp sokağa zihinsellik gözlüğüyle çıkmaya bizi teşvik eder. Para gözlüğü zihinsellik gözlüğünün yanında verilen bir eşantiyon, doğal uzantısı, camındaki koruyucu bir filtre gibi.

  • Para gözlüğünü bir kere taktığınızda nesneler artık nesneler olarak değil barkodlar, fiyat etiketleri olarak görünmeye başlıyor. Para eskiden de vardı ama büyükşehir, internet, akıllı telefon derken her şeyi paraya, parayı her şeye dönüştürmek mümkün hale geldi, piyasadaki ürün çeşitliliği arttı, metalaşan şeylerin sınırları genişledi. “Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla”nın hilafına bir davranış, “duygusal emek” giderek kurumlaştı, yaygınlaştı, tebessüm her pazarda bulunan bir meta halini aldı. Ayrıca, internetle birlikte anonim bir şekilde, kimseyle muhatap olmadan, bir şeyi paraya dönüştürme, parayı da bir şeye dönüştürme kolaylığı, esnekliği de arttı. Büyükşehirle genişleyen pazar, internetle kolayca girilip çıkılır hale geldi.

Belki de mal mülk “araba sevdası” artık görece makbul, “para aşkı” gelince tarihe karışan bir günah. Recaizade’nin o uzun araba tasvirleri bundan sonra kimseyi ilgilendirmeyecek. Arabasını seven, ona isim koyanlar arkaik ve üşütük tipler olarak bir süre daha yaşayacaklar belki ama sonra onlar da tarihe karışacak. Ahmet Güntan’ın şiirinde tasvir edilen “peugeot çalıştı korna çalıyor bin arkaya / her şey önünden bir bir geçsin başını cama daya”daki tecrübeyi kimse özlemeyecek. Nesne/tecrübe arzulanır bir şey olmaktan çıkacak. Arzu nesnesiz kalacak, tek arzu nesnesi para olacak ve o da, Simmel’in bahsettiği gibi, paradan gayrı her şeyi her an ulaşılabilir kılacak ve bizi her şey karşısında bıkkınlığa, bezginliğe, isteksizliğe sürükleyecek. Cıva adam gibi bir şeyden bir şeye dönüşüp duracak ama kimseye ram olmayacak, elimizden kayıp gidecek.

Eşyaya yabancılaşma

Rivayet odur ki, Peygamber Efendimiz bizim yaptığımız gibi sadece kedisine köpeğine, ineğine davarına, eşeğine katırına, atına devesine değil kılıç, mızrak, zırh, miğfer, yay, sadak, kalkan, sancak gibi savaş aletlerine ve günlük eşyalarına da isim koyarmış. Sandığına Cami, bardağına Reyyan dermiş mesela. İbrik, terlik, leğen, çadır, eğer, asa, baston, değnek, hepsine isim koyar, özelleştirir, onlarla bağ kurarmış. Eşya modern dünyada zamanla şekil değiştirdi, sadece üretim süreci değil ürünün tasarımı da karmaşıklaştı, sadece üretici değil tüketici de ürüne yabancılaştı. Modern toplumu bir arada tutmak için karmaşık işbölümü ve üretim süreçlerine, meslek gruplarının karşılıklı bağımlılığa bel bağlandı. Kitlesel üretimi takip eden 1929 tüketim krizi karşısında, kapitalizmin selameti için, Romalı mimar Vitrivius’un bina inşaatı için koyduğu işlevsel/kullanışlı, güzel/estetik ve sağlam/dayanıklı olma şartlarının üçüncüsünden vazgeçildi. Büyükşehir hayatının hızı da eklenince tek kullanımlık “kullan at” ürünler giderek yaygınlaştı. Cesur Yeni Dünya’da embriyolara belletilen virtler fark etmeden şiarımız oldu, eşyanın ömrü kısaldıkça kısaldı. Kullandığımız eşyayla bağ kuracak fırsatı bulamadık belki. Bütün bunlar eşya ile aramızdaki bağı zayıflattı.

Recaizade
Recaizade

İşin bir başka boyutu da kullandığımız eşyaların, örneğin arabanın yatırım aracı olarak görülmeye başlanması. Hem kullan, hem kazan; bir taşla iki kuş. Belki evet kârlı ama bu durum bir yandan da, bizzat kullandığımız eşya ile aramızdaki ilişkiyi dönüştürüyor, aramıza bir kat daha mesafe sokuyor. Mallarımızla bağlantımızı zayıflatan bir başka gelişme de, internetten ikinci el eşya satışının kolaylaşması. İnternet, akıllı telefon uygulamaları, sözleşmeye dayalı ilişkiler, piyasalaşma, kullanıcı yorumuna dayalı güven mekanizması, ucuz kargo gibi gelişmeler de bu geçişi daha mümkün kılıyor. Eşyalarımızı kullanırken arka planda, aklımızda bir başka saat daha işliyor artık, finans saati. Kullanım saatini tıktıklarıyla bastırıyor hatta artık. Fırsat maliyeti kafasıyla kendi eşyamızı giderek daha titrek, mütereddit, güvensiz kullanacağız belki. Aklımızda bastıramadığımız “şurası kırılırsa ne kadar değer kaybeder?”, “şimdi satsam ne kadar eder?” soruları.

Bir nesne, eşya, mal kullanıyorsak onu sevdiğimizden değil artık. Sadece zorunda olduğumuzdan. Neredeyse yemek bile böyle. Artık tek önemli olan arabanın değer kaybına uğrayıp uğramadığı. Onunla ne yaşadığınız değil. Değil ismi, rengi bile yok. Beyaz araba o yüzden beyaz. Bağ kurmanız imkansız. O kadar anonim ki. Burma bilezik, hatta gram altın gibi. İşçiliksiz, kayıpsız. Sadece araba mı? Her şey böyle, kaça aldım, ne kadar kullandım, kaça satarım? Online ikinci el pazarının genişlemesinin sessiz bir etkisi de bu. Arabadan eşyaya, her şey sanki kağıt paradan, uç uca eklenip dikilmiş teyellenmiş kağıt paralar gibi, eğreti, dayanıksız; işte böyle böyle arabalarımız eşyalarımız, velhasıl hayatımız sessizce finansallaşıyor.