Hayvanlarla ilişkimiz saf bir aşk veya fayda ilişkisi değil

Mehmet Emin Balcı
Mehmet Emin Balcı

Hayvanlarla ilişkimiz son yıllarda oldukça değişti. Modern şehirlerin kurulmasıyla yavaş yavaş hayatımızdan çıkan hayvanlar, “pet” olarak evlerimize yeniden girmeye başladı. Ancak bu defa onlarla bir “fayda” bağlamında değil, “sevgi” üzerinden ilişki kuruyoruz. Artık hemen her marketin rafında kedi-köpek mamaları yer alıyor. Sokak hayvanlarını besleme organizasyonları her geçen gün artıyor. Peki bu değişimin temelinde neler var? Hayvanlara bakışımız neden ve nasıl değişti? İşte bu soruları Doç. Dr. Mehmet Emin Balcı ile masaya yatırdık.

Hayvanlarla ilişkimizin son yıllarda ciddi biçimde değiştiğini gözlemleyebiliyoruz. Meseleyi modernitenin başlangıcına götürebiliriz. Hayvanlara bakışımız ne zaman, nasıl değişti?

İnsanla hayvanın birlikteliği uzun bir zamana yayılıyor. İnsanın hayvanları evcilleştirmeye ne zaman başladığı dahi belli değil. Kimilerine göre aslında köpeğin kademeli olarak insanlara alışmasıyla alakalı. Ya da yerleşik hayata geçişle birlikte çeşitli hayvanların kas gücünden, etinden ve sütünden yararlanılıyor. Ama insanlar avcı toplayıcıyken de köpek örneğinde olduğu gibi, hayvanlarla kurulmuş bir ilişkisi vardı. Tarihsel açıdan uzun bir zaman içinde insanın tür olarak evriminde olduğu gibi insanın hayvan türüyle ilişkisinin de karanlık boyutları var. Dolayısıyla insanla hayvan birlikteliğini hep var olmuş gibi kabul ediyoruz ama bununla birlikte insanla hayvanın nasıl ayrılıp kategorize edileceği meselesi her dönemde başka bir anlama gelebilir. İnsan hayvan birlikteliğinde eğer bir kırılma varsa bu kırılmayı yaratan şeylerin ilki tarıma, yerleşik hayata geçmek ve bununla hayvanları evcilleştirmektir. İkincisi de aslında sanayi toplumuna geçilmesidir. Sanayi toplumu, insanla hayvan arasındaki ilişkiyi radikal olarak dönüştürdü. Bu şöyle bir dönüşüm: Tarım toplumu olduğunuzda, doğayla ve toprakla doğrudan ilişki kurduğunuzda niceliksel olarak çok sayıda hayvanla temas kuruyorsunuz. Fakat onlara içsel bir özellik atfetmek pek mümkün olmuyor. Sanayi toplumuna geçiş doğadan ve topraktan bir kopuştu ve beraberinde toprakla ilintili canlılardan da kopmayı getirdi. Dolayısıyla hayvanlarla ilişki de niceliksel olarak azaldı. Bu azalma akabinde hayvanla kurulan ilişkinin yeniden, mahremiyetle tanımlandığı bir durum ortaya çıkardı. İnsanla hayvan arasındaki ilişkiyi iki eksen olarak düşünürseniz bunlardan biri fayda-faydasızlık, öteki sempati-tiksinti ilişkisi. Yani aslında hayvanları sadece etinden, sütünden faydalandığımız için sevmiyoruz. Bir de onlara karşı bir muhabbet geliştiriyoruz. Dolayısıyla kültür dediğimiz şey fayda ile sempati eksenlerini birlikte çalıştırıyor. Modern dünya, faydayı insan yahut hayvan emeğinden alıp makine gücüne aktardığı için hayvan artık fayda eksenli düşünüp gücünden yararlandığımız bir şey olmaktan çıkıp sempati üzerinden düşündüğümüz bir şeye dönüşüyor. Bu da ister istemez, bizi hayvanla ilişkinin dönüştüğü bir duruma getiriyor. Hayvanı hanenin bir parçası, evin küçük çocuğu olarak görmek 18. yüzyıldaki romantik aile figürünün bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu sahnede bile o hane hâlâ toprakla ilintilidir. Pitoresk burjuva ailesi resimlerine baktığınız zaman hayvanın dışarıda takılan bir şey olmaktan çıkıp evin içine girdiğini görürsünüz. Mahremiyetimizi inşamız ile hayvana bu mahremiyette yer vermemiz birbirine paralel şekilde ilerliyor. Bu noktada biz, toprağa bağlı, hayvandan sevgi kadar fayda da bekleyen insanların bakış açısıyla bakmıyoruz. Artık piyasa ilişkilerine dönüp, topraktan kopunca hayvan ister istemez o kamusal dünyanın değil daha sembolik, daha duygusal bir dünyanın parçası olmaya başlıyor.

Evcilnhayvanlar, tarihin başından bugüne kadarninsanların doğanın üstüne kurduğu hakimiyetinnbir minyatürüdür.
Evcilnhayvanlar, tarihin başından bugüne kadarninsanların doğanın üstüne kurduğu hakimiyetinnbir minyatürüdür.

Hayvanat bahçeleri prestij göstergesi

Berger, bugünün hayvan-insan ilişkisini yorumlarken hayvanat bahçelerini ele alıyor hatta “anıt” kavramını da kullanıyor. Hayvanat bahçelerinin oluşması nasıl bir eşik? Neden hayvanlara bakmaya başladık?

Hayvanat bahçesinin mantığı ile bir hayvana bakmak, bir sürüyü gütmek, bir ahırda onların doğumunu ve büyümesini izlemek arasında bir fark var. Hayvanat bahçesinin mantığı aslında müzenin, hastanenin, hapishanenin mantığıdır. Dolayısıyla şeylerin kataloglanıp kendi içinde ayrışması, belli bir prosedürün saatlere göre birtakım işlemlerin tamamlanması ve buna istinaden de çerçevelenen varlığın yeniden tanımlanması hayvanat bahçesinin esasını oluşturuyor. Bu durum bir çobanın sütünden ya da yününden faydalanılacak koyunlara bakmasından daha farklı. Hayvanat bahçeleri mutlak monarşi dönemlerinde ortaya çıkıyor. Özellikle sömürgecilikle birlikte egzotik hayvanların şehirlere de gelmesi başlıyor. Hayvanat bahçeleri bu bağlamda monarşilerin dünyayla ilişkisini, dünya hakimiyetini gösteren bir konuma sahip. Mesela Osmanlı’da 19. yüzyılda Gülhane’de bir hayvanat bahçesi kuruluyor. Bunun nedeni o dönemde Osmanlı’nın dünya imparatorluğu olduğunu vurgulamak istemesi. Fakat hayvanat bahçeleri, ciddi bir prestij göstergesi olmakla birlikte çok maliyetli yapılar. Modern kent büyüdükçe de hayvanat bahçeleri tasfiye edilmeyecek, yalnızca hanedanların inisiyatifinden kurtulup kent kimliğinin sembolü olmaya başlayacaklar. Burada çobanın yaptığı gibi canlıyla birlikte yaşayarak ilişki kurmaktan ziyade hayvanat bahçesi bakışının türleri tanzim etme arayışı söz konusu. Daha kartezyen bir bakış açısı var. Sıralama ve düzenleme şekli hayvanat bahçesinin kürasyon mantığına göre değişir. Ama aslına bakarsanız o mantığa göre hayvanların kataloglanması ve belli bir değere kavuşması, bir türün parçası olarak değil de bir peyzajın ürünü olarak görülmesi durumudur. Mesela Madagaskar filmi bunun çok güzel bir örneğidir. New York’taki hayvanat bahçesine insanlar aslanın kükreyişini görmek için giderler. Oranın yıldızı aslandır ve filmde de öyle anlatılır. Oysa aslan doğal yaşamında bir yıldız değildir. Sadece diğer hayvanlarla mücadele içinde olan bir memelidir.

Evcil hayvanlar, tarihin başından bugüne kadar insanların doğanın üstüne kurduğu hakimiyetin bir minyatürüdür.
Evcil hayvanlar, tarihin başından bugüne kadar insanların doğanın üstüne kurduğu hakimiyetin bir minyatürüdür.

Av aristokrat bir alışkanlık

Safari turlarını da bu mantıkla açıklayabilir miyiz?

Avın aristokratik bir değeri var. Kendisini çalışmaktan, topraktan ayrıştıran bir sınıfın doğaya, vahşi yaşama, kültürün “tü kaka” ettiklerine geri dönmesi aristokratik bir alışkanlık olarak avı yaratıyor. Fakat ilerleyen süreçte bu aristokratik alışkanlık burjuvaların da eklemlendiği bir şey olacak. Keskin bir doğa-kültür karşıtlığı kurduğunuzda bazı sınıflar için ava gitmek; doğaya geri dönmek, onu fethetmek, kendini gerçekleştirmek anlamına geliyor. Mesela Darwin de çok ciddi bir avcıdır. 19. yüzyıl burjuvazisinde de ciddi bir av merakı vardır. Aslında hayvan avlamaktan ziyade o kültürün dışarda bırakmaya çalıştığı şeyi görmek temel amaçtır. Amerika’da insanlar da avlanıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında beyaz adam büyük çiftlikleri kurmaya çalışırken eyaletlerden de izin alarak sınırlı sayıda Kızılderili’nin avlanmasına müsaade ediliyordu. Bu önce resmî bir müsaadeydi. Daha sonra da el altından izin verilmeye başladı. Yani burada hayvanın avlanmasında ziyade doğal görülen her şeyin yeniden fethedilmesi gibi bir durum var. Bu noktada bizim aristokrat sınıfa özgü gördüğümüz bazı şeyler tersinden bizim evcil hayvan besleme alışkanlığımıza aktarılıyor.

Avlanma bir dürtü mü, ihtiyaç mı? Bu fikir insanda nasıl ortaya çıkıyor?

Ortega Gasset’in Avcılık Üstüne adlı kitabında bunun farklı yorumlarını görüyoruz. Aslında bu durum Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı Ala Geyik isimli filminde de işlenir. Avcılık süreci, insanın varoluşundaki özne nesne ilişkilerine eş anlı dokunan bir şey. Hayvanat bahçesi pratiğinden bu anlamda farklı. Hayvanat bahçesi doğrudan bir öznenin nesnesine tahakküm kurma ve onu tanımladığı yerde tutma arayışı. Fakat av-avcı ilişkisi biraz daha diyalektik bir ilişki. Dolayısıyla bu macera, yani kaçma kovalama dürtüsü kültürler tarafından da içselleştiriliyor. Avın avcı, avcının av olması antropolojik açıdan Tanrı ve kulu, doğa ve kültür, topluluk ve vahşi yaşam arasındaki o sınırların geçilmesine imkân tanıyan bir ritüel işlevi görüyor. Fakat insan öznesi büyüdükçe etrafına ve doğaya karşı daha egemen, daha hâkim bir hâle geldikçe bu bir ritüel olmaktan çıkıp hegemonik bir şeye dönüşüyor. Bunun en tipik örneği de son yıllarda gördüğümüz avcılık uygulamaları. Pek çok hayvanın neslinin tükenmesine sebep olmasının yanında, balık tutarken ağ kullanmak yerine suyun dibine TNT döşeyerek oradaki bütün canlılığı yok eden yöntemler mevcut. Av, antropolojik açıdan böyle bir şey değil. İnsanla hayvanın, doğayla kültürün bir karşılaşma anı. Bir tür kurban ilişkisi. Fakat doğa üzerindeki egemenlik arttıkça, modern kültür kendisini doğanın karşıtı bir şey olarak kurdukça; ister istemez doğayı fethetme, dışarıda bırakılan şeyin tehlikesini ve öngörülmezliğini alt edebilme en büyük uğraşlardan birine dönüşüyor. Mesela H. G. Wells’in Dr. Moreau’nun Adası öyküsü bunu çok iyi gösterir. Kahramanımız egzotik adada yaşayan bir hekimdir. O adada yaşadıklarından sonra insanla hayvan arasında teknik olarak bir fark olmadığını görüyor. İnsanın erbezlerini alıp hayvana takınca o da erginleşir, diye düşünüyor. Ve gerçekten de denemelerinde maymunların yavaş yavaş konuşmaya başladıklarını görüyor. Çeşitli hayvan insan melezleri ortaya çıkıyorlar ama doktora sorduğunuzda bunlar yalnızca başarısız deney sonuçları olduğunu söylüyor. Bunlardan ders çıkarıp insanla hayvanı yaratabilecek güce erişmek hekimin temel amacı. Ama bu çılgınlığı telkin eden şey modern insanın o “Faustvari” kökenleri.

Hayvanlar bizim doğayı rasyonalize etmemizi sağlıyor

Av için “insanın doğayla karşılaşma anı” diyoruz. Oysa bugün av spor olarak görülüyor. Bu bir çelişki midir? Başka bir örneği var mı? Örneğin rafting gibi sporlar aynı bağlamda yorumlanabilir mi?

Evet, bazı türler için, belli zaman dilimlerinde yapılan sınırları belli ve bu çerçevede legal olan bir spor. Doğa sporları da av meselesi de bu hayvanat bahçesi meselesinin mantığına getiriyor bizi. Artık bir vadiyi keşfetmiyorsunuz. Temel amacınız parkuru bitirmek, hayvanı öldürmek. Dolayısıyla bu özne-nesne diyalektiğinin getirebileceklerinden daha nesnel, sakil bir anlama sahip. Av, hacvari bir ritüeldir. Arınma, toplulukla hemhâl olma gibi ritüelistik bir değeri vardır. Bu ritüel artık kaç tavşan vurduğunuzla anılan bir hâl alıyor. Doğa da bu nokta da tamamen kültüre eklemlenmiş bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Doğa artık insanın gizemini çözemeyeceği bir şey olarak algılanmıyor. Mitolojide de insan doğanın içindedir ama bu ilişki sürprizlere her zaman gebedir. Bir afet yaşanır, bir kıtlık çıkar ve atalarından bu yana kurduğun binlerce yıllık düzen bir anda bozulabilir. Modern kültürün temel özelliği de doğayı bütünüyle soğurmak olduğu için kültürelleşmemiş, rasyonelize edilmemiş doğa bizim için anlamsızlaşıyor. Hayvanlar bizim doğayı rasyonalize etmemizi sağlıyor.

Peki Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerinden uyandığında neden kendini bir böcek (bir hayvan) olarak buldu?

Yine aynı hikâye… Kafka bu anlamda hayvanları kullanan, onlarla ilişki kuran enteresan bir yazar. Kendisini neden bir kedi olarak bulmuyor da böcek olarak buluyor? Çünkü böcek insana benzemeyen bir varlık. İnsanın gördüğü, bazen aynı evde yaşadığı ama hayvan yerine koymadığı bir canlı böcek türü. Yani bir kediyi öldürsek canımız yanar ama onlarca sineği öldürebiliriz, katledebiliriz. Çünkü soğuk yapılı, bize benzemedikleri için daha geriye koyduğumuz canlılar. Samsa bir sabah kalkıp kendini bir böcek olarak gördü ama en büyük arzusu trene yetişmekti. Böcek olduğunu çok da düşünmüyor, kafaya takmıyor. Oradaki yabancılaşmanın çok da doğallaştırılmış olduğunu görüyoruz. Biz okuyucu olarak “Vay be aile böyleymiş, Samsa böyle biriymiş.” diyoruz.

Doğaya gitmek yerine doğayı kendimize getiriyoruz

Bugün evinde kedi bakan insanların sayısı hayli arttı. Geçtiğimiz 10 yıla kıyasla özellikle sokak kedisi sahiplenme üzerine bir “farkındalık” oluştu. Bunca zaman sokakta kendi “habitatında” yaşayan bu hayvanları evlerimiz kurtaracak mı?

Aslında evcil hayvan “pet”in karşılığı. Bir de canavar (beast) diye bir kelime var. Yani evcilleşmemiş hayvan Türk mitolojisinde kurt yerine kullanılır... İnsanın evcilleştirme merakının bu kadar artması aynı zamanda insanın kendini evcilleştirmesi, bir anlamda yeniden yaratmak istemesinin de tezahürü. Böyle Buyurdu Zerdüşt’de dendiği gibi insanın en evcil hayvanı kendisi aslında. Hayvanı mahremimize aldığımızda aynı zamanda bir noktada kendimizi, kendi doğamızı bir anlamda yeniden ele geçirebileceğimiz bir suret yakalıyoruz. Belki unuttuğumuz, dışarıda bıraktığımız ya da kontrol edemediğimiz bir tarafı hayvanın üzerinden tekrar hatırlıyoruz. Yani sağa sola kakasını yapabilecek, pahalı ayakkabıları ısırıp mahvedebilecek bir hayvan var. Dolayısıyla bir şeyleri kontrolden çıkarabilecek bir canlıdan bahsediyoruz. O canlının yarattığı sürprizlerle karşılaşmak hem bir heyecan hem de o canlıyı kendine adapte edip o düzenin parçası kılmak bir başarı öyküsü. Az önce bahsettiğimiz avcılık öyküsüne benziyor ama bu kez tersten. Yani doğaya gitmek yerine doğayı kendimize getiriyoruz.

Avlanan, öldürülen veya doğal yollarla ölen hayvanların doldurulması bu anlamda nereye tekabül ediyor?

Bu bir çeşit sahip olma meselesi. Avlanan hayvanı eve getirmek persona inşa etmedir. Evcil hayvanların da benzer bir işlevi var. Doğadaki başarınızı tescilleyen, hatırlatan bir boyutu var. Evcil bir hayvan ne kadar eğitimli olsa da her an bir yere dışkılayabilir, sözünüzü dinlemeyebilir, yaramazlık yapabilir. Bu heyecan veridir ve onun üzerinde bir hakimiyet sağladığınızda da bu bir başarıdır. Evcil hayvanlar, tarihin başından bugüne kadar insanların doğanın üstüne kurduğu hakimiyetin bir minyatürüdür.

Bir bebeğin bundan farkı var mıdır?

Çocuk üstünde hiçbir zaman hakimiyet kuramayabilirsin. Evcil hayvan beslemek, çocuk yetiştirmeye benzer ama insan tür olarak yetiştiricisiyle bağı tersine çevirebilir. Nankörlük yapabilir ancak evcil hayvan bu sistemin içine bir kere girdiyse orada kalır.

Evcil hayvan bakma pratiklerimizin artması, bozduğumuz, katlettiğimiz doğaya karşı ödediğimiz bir nafaka mıdır?

Şehirlerin doğaya meydan okuyan bir mantık üzerine kurulması bu tür bir vicdan ortaya çıkarabiliyor. Hayvan barınakları da bu nedenle ortaya çıkıyor, evde hayvan beslemek de… Fakat burada yürüyen mantık hayvanat bahçeleriyle çok benzer.

Bazı deneylerde erkeklik hormonu yüksek bireylerin hayvanlarına kaybettiği yarış sonrasında kötü davrandığı, daha düşük hormona sahip olanların hayvanlarına daha merhametli davrandığı tespit edilmiş. Yani köpek yarıştırıcılarına, ayı oynatıcılarına bu noktada nasıl bakmak gerekir? Bunun avcılıktaki pratiklerle de ilişkisi var mı?

Burada sahip olmak ve olamamak, etkenlik ve edilgenlik meselesi var. Köpek, horoz, pire yarışı gibi ortamlarda birey edilgendir. Hal Herzog, Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz kitabında buna değinir ve bu insanların gözyaşları içinde, çocukları gibi o hayvanları bağırlarına bastıklarını anlatır. Hatta horozuna itinayla besleyip, bakan ama sonrada bir müsabakada ölmesine izin veren bir horoz dövüşçüsünün hikâyesini aktarır. Bizim hayvanlarla ilişkimiz saf bir aşk veya fayda ilişkisi değil. Hayvana bu iki eksenin kesişiminde sahip oluyoruz. Bu bir yönüyle hayvanı sahip olmak, kontrol etmek, beslemek üzerinden kendi güç arzumuzu beslediğimiz bir şeydir. Aynı zamanda zayıflıklarımızı, yoksunluklarımızı da aktardığımız bir şey.

Yücelttiğiniz şey "kişinin kendini iyi hissetmesi”

Aristoteles Politika’da insanın ait olduğu yerin site olduğunu, sitenin dışında kalanların canavarlar ya da tanrılar olduğunu ileri sürüyor. Üstte tanrılar, altta canavarlar yani hayvanlar vardır ve onlar türdeşleriyle yaşamayabilir. René Girard’a göreyse canavar, topluluk için bir kurbana dönüşür. Artık hayvanları evcilleştirdiğimiz, hatta pet hâline getirdiğimiz için bu noktada kurban kavramının içi değişmiş olabilir mi?

Olabilir bu tabii. Tanrılar türdeşleriyle birlikte yaşamaz, hayvanlar da birlikte yaşama bilincine sahip değildir. Kurban ritüelinin temel mantığı, insanlar arasındaki eşitsizliği bozan “fazlalığı” yüce bir varlığa adamaktır ve onun elden, haneden çıkmasıdır. Evcil hayvan ise libidal bir mülkiyet ilişkisinin eseri. Hanede tutmak istediğimiz bir şey. Çünkü burada yücelttiğimiz şey tanrıyla veya bir toplulukla bütünleşmek değil, “kişinin kendini iyi hissetmesi”, kişinin kendi benliğini onaması, tasdik etmesini sağlayan bir şeye dönüşüyor.

Hayvan yemeye nasıl bakmamız gerekiyor? Neden hayvan tüketiyoruz? Bugün neden hayvan tüketmeyi sorguluyoruz?

Et tüketip tüketmeme meselesi ekolojik duyarlılık söyleminin bir parçası olarak yeni toplumsal hareketler içinde bir kimlik hâline geldi. İnsanlar hiçbir zaman modern toplumda olduğu kadar et yemediler. Çünkü et hem tedariği hem de saklaması zor bir ürün. Dolayısıyla çok sınırlı sayıda, kolektif olarak tüketilen bir şey ama her gün her sofraya girebilecek nitelikte bir şey değil. Günümüzde kapitalizmin tedarik, dağıtım, stok sistemleri vs. veganları haklı çıkarıyor. Fakat bir kimlik olarak veganlık yalnızca tedarik sistemine yönelik itirazları değil, daha derindeki meseleleri de barındırıyor. Biz kimliklerimizde istikrar isteriz. Belli bir açıklamaya ulaştığımızda onun her durumda cevap sunmasını bekleriz. Tutarlı oldukça o şeye olan güvenimiz artar. Büyük politik ideolojiler bu tutarlılığı verebilecek mikro pratiklerden mahrumdur. Ve bu ideolojiler sizin bireysel kaygılarınızı çözemez. Veganlık gibi yeni kimliklerin temel meselesi kolektif bir siyaset yürütmekten ziyade yaşam politikası telkin etmesidir. Yani kişinin nasıl bakacağına, nasıl göreceğine, olayları nasıl muhasebe edeceğine yönelik pratik bir bilinç sağlar ve bunu da doğrudan yemek üzerinden kuruyor. Bu anlamda aslında et yemediğinizde kendinizce birtakım ahlaki ikilemlere düşmeyeceğiniz, istikrarlı bir anlatı sağlıyor size. Bu anlatıyı sağlamanın en kolay yolu belli şekilde kodladığınız ürünleri tüketmemek. Odağınıza burayı aldığınızda hesaplanmamış şeylerle karşılaşma olasılığınız klasik ideolojilere göre çok daha düşük. O zaman da ister istemez bunu bir pratik olarak daha fazla benimsiyorsunuz.

Fakat bu tek başına yetmiyor. Bir noktadan sonra modern dünya sisteminin faturasını et yemek ve yememek üzerinden konuşur hâle geliyorsunuz. Yalnız bu söylemin şöyle bir rahatlığı var. Sadece et yemek ya da yememek üzerinden bir söylem kurmak kapitalizmin, yaşadığımız dünyanın diğer çelişkilerinden, problemlerinden ve eşitsizliklerinden kaçabileceğiniz bir sığınak sağlıyor size. Sokak hayvanlarını, pandaları ya da nesli tükenmekte olan diğer hayvanları düşünmek dünyadaki eşitsizliği, yoksulluğu, açlığı düşünmekten çok daha konforlu bir alan sağlıyor size. Dönüşebileceğiniz ve bu anlamda da belki parçası olduğunuz ahlaki çelişkilere karşı da hiç et yememek çok daha büyük bir sığınak sağlıyor. Fakat bu çelişkilerin içinde yaşadığınızda yarattığınız akıl yürütme tersine dönebilecek senaryoları karşınıza çıkardığında o fanatizmi sergileyemiyorsunuz. Belli bir şeye adanmanın, belli bir durumu aşırılaştırmanın, tek ahlaki reçete hâline getirmenin doğurduğu bir çelişki bu. Et yemeyerek ve kimsenin de yememesini sağlayarak dünyanın tüm sorunlarını çözebileceğinize yönelik bir bilinç bu. Başka bir politik ideoloji, fakat dünyayı olduğu gibi kavramak yerine kendi bulunduğu yere kafasını gömen bir ideoloji. Sınıfsal olarak baktığınızda da dünyadaki vegan hareketlerin kitlelerinin çoğunun beyaz, orta sınıf, belli bir okur yazarlık seviyesine sahip kentli insanlardan oluştuğunu görebilirsiniz. Çünkü o sınıf kendini sembolik bir açıklamaya gömmek için doğrudan bir çözüm arıyor: et yememek. Aslında motivasyonları dinlerinkine benziyor. Fakat dinler, büyük ideolojiler dünyayla sürekli hesaplaşmanızı gerektiren bir seyir ortamı sunarlar. Mecbursunuzdur yani. Dolayısıyla da bütün bu etik çelişkileri varoluş süreci içerisinde yaşarsın. Veganlık, ahlakın içindeki bu çelişkilerden arınmış bir söylem vaat ediyor. Ve bu o kadar basit ki… Et yemeyeceksin, olacak. Ama hayat o kadar yeknesak değil.

Şehrin sakinleri inekler değildir ama kediler, köpekler, hamam böcekleridir

Peki modern şehirde hayvanların yeri nedir sizce? Aristo’nun “Sitede yaşamayan tanrılar ve canavarlardır.” alıntısını bu bağlamda nasıl yorumlayabiliriz?

Aslında 18. yüzyıl ile birlikte topraktan kopmanın tam olarak gerçekleştiği süreçte kademe kademe ortaya çıkmış bir durum. 17. yüzyılda Paris’te insanlar tavukları ve eşekleriyle birlikte yaşıyorlar. Avrupa’da özel yaşamın tarihine baktığınızda oda düzeninin olmadığını, insanların hayvanlarıyla aynı yerde yatıp kalktıklarını görebilirsiniz. Türkiye’deki mimari yapıya baktığınızda da hayvanlar çok uzak varlıklar değil. Toprağa bağımlı olmak, beraberinde ister istemez hayvanın o muhitin parçası olarak belli bir işlev ve değer kazandığı şehir planlamasını doğuruyor. Fakat topraktan kopuş gerçekleşip sanayileşme arttığında alt yapı sistemleri şehrin tüm pisliğini götürecek şekilde gelişip evrildikçe o planlamaya uygun olacak hayvanların kabul edildiği bir şehir meydana çıkıyor. Modern şehrin sakinleri inekler değildir ama kediler, köpekler, hamam böcekleridir…

Hayvanı korumak, üst kat komşunun aç olup olmadığıyla ilgilenmekten daha kolay

Bir de “hayvan besleme” organizasyonlarının arttığını görüyoruz. Kimi profesyoneller haricinde aslında bugün çok sayıda insan sokak hayvanları için organize olabiliyor, bireysel adımlar atabiliyor. Market raflarında hayvan yemleri geniş yer kaplıyor. Hayvanları beslemek ne zamandır doğanın değil, bizim görevimiz oldu?

Aslında az önce veganlık meselesinde konuştuğumuz gibi biraz politik doğruculuğun yarattığı bir kamuflaj bu. Politik doğruculuk, belli bir mağduriyetin idealize edilip çelişkisiz bir şekilde herkes tarafından kabul edildiği bir yara. İnsanlığın ya da modern toplumun, doğa içinde yarattığı tahribatın artık farkında olunduğunun bir göstergesi. Fakat bu durum beraberinde bunu bu kadar yüceltip sahiplendiğimizde aslında sorunun devam etmesine de sebep oluyor. Politik doğruculuk çerçevesinde yarattığımız o söylemin birtakım işlevleri olsa da bazı ahlaki çelişkilerin üstünün örtülmesine sebebiyet veriyor. Böyle olunca hayvanı korumak, yeşili ve doğayı sevmek üst kat komşunun aç olup olmadığıyla ilgilenmekten çok daha kolay bir yol olarak görünüyor.

Bunun yanında evcilleştirmeyle alakalı son olarak şunu ekleyebilirim: Ne kadar büyük teknikler geliştirirsek geliştirelim, hayvanları kendimize ne kadar yakın görürsek görelim onların bizden bağımsız birer varlıkları olduğu gerçeği ortada duruyor. Derrida’nın belirttiği gibi “Hayvanlarla aynı çatı altında, yan yana yaşıyor olmamız onlarla birlikte yaşadığımız anlamına gelmez. Hayvan dünyası size aktarılamayacak bir dünyadır.” Kendiniz sembolik bir dünya kurup ona bir dil veriyorsunuz ama onun adına siz konuşuyorsunuz. Bu, o hayvanın doğasını sana aktarma, mesajını yollama şekli değil. Senin onu kendi dünyana dahil etmendir. Ve hayvan bu atfettiğin değere itiraz hakkını her zaman içinde barındırıyor.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım