Hikâyelerini, kitaplardan daha çok seviyorum

Doğduğumuz andan beri ölüm gerçeğini biliyoruz ama bunu idrak etmek insan hayatının belli dönemlerinde oluyor. Kitapta da biraz böyle. Siz bu işin sonunun olmadığını görüyorsunuz ve ona göre mesela sevdiğiniz yazarların sevdiğiniz kitaplarını, özel baskıları toplamaya başlıyorsunuz.   Fotoğraf: Sedat Özkömeç
Doğduğumuz andan beri ölüm gerçeğini biliyoruz ama bunu idrak etmek insan hayatının belli dönemlerinde oluyor. Kitapta da biraz böyle. Siz bu işin sonunun olmadığını görüyorsunuz ve ona göre mesela sevdiğiniz yazarların sevdiğiniz kitaplarını, özel baskıları toplamaya başlıyorsunuz. Fotoğraf: Sedat Özkömeç

Uzun zamandır kitaplar ve kitapların tarihi üzerine yazan Halil Solak, geçtiğimiz günlerde Kitap Sevenler Cemiyeti adlı eserini okurla buluşturdu. Solak’la bu alana neden yöneldiğini ve kitapların insanlar üzerindeki etkilerini konuştuk.

Kitabınızı açtığımızda karşılaştığımız ilk yazı Nihayet’te yayımlanan bir metindi. O günlerde kütüphaneniz için bir ev arıyordunuz ve bunu anlatmıştınız. O evi bulabildiniz mi?

Evet, “Kitaplarıma Ev Bulamadım” Nihayet’te yayınlanan ilk yazımdı. Hatta benim bir konu üzerine doğrudan yazdığım deneme tadında ilk yazı da olabilir. Çünkü ondan önce daha ziyade kitap tanıtımları yazıyordum. O yazının ortaya çıkışı da tesadüfen oldu. Dergi o zamanlarda Fatma Barbarosoğlu ve Nazife Şişman hanımların yönetiminde çıkıyordu. Bir gün Fatma hanımla konuşup “gençlik” dertlerimden bahsederken laf eve, aile evinde yaşamaya geldi. Kendilerine kitaplarımın çokluğundan, annemin bundan mustarip olmasından ve bu sebeple ev aradığımdan bahsettim. Kısa bir süre sonra Fatma hanım bana, “Kütüphanelerle ilgili bir dosya yapacağız, bu anlattıklarınızı dergi için yazar mısınız?” dedi. Hatta yazının başlığını da Fatma hanım koymuştu. O yazı yayınlandı ve çok beğenildi, tabii burada yalnız olmadığımı da anladım. Sonra bir ev buldum ama o macera çok kısa sürdü. Neticede kitaplarım için bir ev bulamadım, bugünlerde ise bulmam pek mümkün görünmüyor. Hatta kitap yayınlandığında keşke oraya bir dipnot koyup şöyle deseydim diye düşündüm: “Bu yazıyı 2016 yılı mart ayında yayımlanan ‘Erkeklere Kitap Kadınlara Kütüphane’ dosyası için yazmıştım. Şu anda kitaplar için bir ev çok çok lüks.” O zamanlar henüz aklımda yoktu ama sonuçta Nihayet’te o yazıyı yazmak Kitap Sevenler Cemiyeti’nin ortaya çıkmasına vesile olmuş. Bu beni çok mutlu ediyor. Nihayet’in bu kitaba ikinci bir katkısı daha var, onu da müsaadenizle söyleyeyim: Dergideki eski editörlerinden İslam Dalp’le oturup yazı konularım hakkında bir program yapmıştık, “Bu yazılar güzel gidiyor, devamını getir.” demişti. Onunla 20 yazı konusu belirlediysek yarısını Nihayet’te ya da başka yerlerde yazdım. Dolayısıyla Nihayet’e bir teşekkür borcum var. Bu vesileyle eda edeyim.

Bir kütüphane sahibinin hayatın çetin yollarındaki en önemli meselelerinden biri hep kütüphanesi mi oluyor? Örneğin, kitaplarınızın sığmadığı veya güvende olmadığı bir eve taşınabilir misiniz?

Bu aslında çok ürkütücü bir şey. Heveslerimiz, ilgilerimiz, meraklarımızla imkânlarımız aynı nispette değil. Ama bu o merakların üzerine hiç düşmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Fakat o ara çok açıldığı zaman bu insana yük oluyor. Hatta bu nedenle kütüphanelerinden, kitaplarından soğumaya başlayan arkadaşlarım oldu. Çünkü kütüphanelerinin bir şekilde “başlarına bela” olduğunu hissettiler ya da öyle hissettirildiler. Hele aile evinde yaşıyorsanız, ben kendi açımdan konuşuyorum, daha zor. Evde sınırlı bir alanınız var ve orası müdahaleye çok açık. Anne, baba, kardeşler… Nispeten küçük sayılarla bir kütüphaneyi bile aile evinde korumak, kollamak çok zorken büyük kütüphaneler oluşturmayı düşünemiyorum.

Kitap aşkınız zamanla sevgiye dönüşüyor

Peki büyük kütüphane kurmanın önüne nasıl geçiyorsunuz?

Ben artık “Kitaplarıma Ev Bulamadım” yazısını yazdığım noktada değilim, bunu söyleyeyim. Ben o yazıyı yazdığımda 23-24 yaşındaydım. O yaşlar öyledir... Çok gençsiniz ve her şeyi almak istiyorsunuz. Ama zaman geçtikçe eskisi kadar aç oturmuyorsunuz sofraya. Porsiyonları küçülterek yiyorsunuz. Çünkü bunun sonu olmadığını anlıyorsunuz. Bu ölümün varlığını idrak etmemiz gibi. Doğduğumuz andan beri ölüm gerçeğini biliyoruz ama bunu idrak etmek insan hayatının belli dönemlerinde oluyor. Kitapta da biraz böyle. Siz bu işin sonunun olmadığını görüyorsunuz ve ona göre mesela sevdiğiniz yazarların sevdiğiniz kitaplarını, özel baskıları toplamaya başlıyorsunuz. Bir de iyi kütüphaneleri kullandıkça pek çok kitaptan aslında kütüphaneler yoluyla da istifade edebileceğinizi görüyorsunuz. Bir taraftan da eski aşkınız sevgiye dönüşüyor. Tıpkı ilişkilerde olduğu gibi. Belki artık kitapların hikâyelerini, kitaplardan daha çok seviyorumdur, kim bilir?

Bu bağımlılığı kontrol altına almak gibi bir şey. Bu anlamda kitap sevgisinin bağımlılığa giden bir yol açtığından bahsetmek doğru olur mu?

Evet, bahsedebiliriz sanırım. Ama ben hiçbir zaman bir şeye o kadar bağımlı, tutkulu olmadım. Ne bileyim, mesela hiçbir zaman “Şu kahveyi içmeden ayılamıyorum” ya da “Çaysız yapamam” insanı olmadım. O yüzden biraz kendimi şanslı sayıyorum.

Nihayet’in sosyal medyasında sizin yazılarınızdan birinde geçen “tılsımlı kitap”larla alakalı bir paylaşım ciddi anlamda dikkat çekmişti. Hatta Instagram ve TikTok’ta iki milyona yakın görüntüleme aldı. Kuşkusuz bu tür kitaplar tarihin her döneminde insanların ilgisini çekti. Sizce bunun nedeni nedir?

İnsanlar böyle şeyleri seviyor. Mesela ben Pelin Çift hanımın programına çıktığımda da bu bahsi konuştuk. Çünkü yazıda bahsi geçen kitapta, gelecekten haber vermek ve birtakım varlıkları doğaüstü güçlerle kontrol etmek gibi konular yer alıyor. Bu her dönemde, antik çağlardan bugüne insanoğlunun hedefi olmuş. İslam bunu yasaklasa da bunun önüne geçememiş ve her şeye rağmen işte o kitap yani Şemsü’l-Maarif İslam dünyasının en meşhur tılsım, büyü kitabı... Oysa ki ben o yazıyı kitaba almakta bile tereddüt etmiştim. Kitaba halel getirebileceğini, manevi olarak etkileyebileceğini bile düşündüm. Tabiatım gereği bu konulara “evlerden ırak” gözüyle bakıyorum. Yazıyı da müstehzi bir şekilde “bırakın bu işleri” gibi bir yerden yazmıştım. Ama hiç öyle olmadı. Bu kadar dikkat çekeceği de hiç aklıma gelmemişti.

Alberto Manguel hepimizin piri

Uzun zamandır kütüphaneler, kitaplar, kitap sevenler üzerine yazılar yazıyorsunuz. Peki siz bu alanda kalem oynatmaya nasıl başladınız? Neden kitaplar üzerine yazıyorsunuz?

Kitapları okuyorsunuz, ilgileniyorsunuz ama iş onları biriktirme safhasına geldiğinde artık onların hikâyelerini de merak etmeye başlıyorsunuz.

Ben aslında bunu hep merak ederdim. Mesela lise son, üniversite birinci sınıflardayken kitabı elime aldığımda künyesine bakardım. Editörü kim diye merak ederdim. Editör ne iş yapar, diye düşünürdüm. O dönemde kitaplar üzerinden tanıyıp takip etmeye başladığım editörler oldu. Bunlardan biri Ekrem Işın, diğeri Selahattin Özpalabıyıklar idi. Yani kitap üretim sürecini ve mutfağını çok sevip merak ettiğim için işler buraya kadar geldi. Okudukça tabii bu işin bir tarihi olduğunu ve sizin sevdiğiniz nesnenin, ilgilendiğiniz konunun tarihinin de çok keyifli hikâyelerden oluştuğunu anlıyorsunuz. Bu konuda Alberto Manguel, hepimizin piri. Mesela ben 2013’te Yeni Şafak Pazar için Manguel’le Bursa gezisine katılmıştım. Çok güzel hatıralarımdan biridir. Manguel’in metinleri daha çok Batı tarihi odaklı. Ben de acaba bizim kültürümüzde bu işler nasıl olmuş, diye merak ettim açıkçası. Orada da karşıma İsmail Erünsal’ın çalışmaları çıktı. Hocanın yazdıklarına ulaştıktan sonra önümde muazzam bir okuma havuzu oluştu. Ondan sonra her okuduğum kitapta, dinlediğim konuşmada bir kitap hikâyesini fark ettim. Onları yakalamaya çalıştım ve şöyle düşündüm: “Ben bunları seviyorum. Bana ilginç geliyor, beni heyecanlandırıyorsa başkalarını da heyecanlandırabilir, onlara da ilginç gelebilir mi?” Ben yazdıkça kendi başından geçen ya da bir yerde karşısına çıkan bu tarz hikâyeleri benimle paylaşan hocalarımız, arkadaşlarımız da oldu. Bu arada kitap ve okuma kültürü ile alakalı çalışmalar da son yıllarda çok arttı. Bilhassa Osmanlı dünyası için konuşacaksak 2010’lu yıllardan itibaren

Erünsal hocanın kitaplarının peş peşe yayınlanmasıyla ve daha genç kuşaktan akademisyenlerin, hocalarımızın bu konuya eğilmeleriyle alanda çok ciddi bilimsel çalışmalar yapılmaya başlandı.

Bu da beni şevklendirdi. Tabii İsmail Erünsal hoca ile bir nehir söyleşi hazırlamam da konulara dair motivasyonumu artıran önemli bir husus.

Kitap okumak, bilginin peşinde koşmak ayrı, kitabı bir nesne olarak sevmek ayrı bir mesele. Siz kendinizi hangisine daha yakın hissediyorsunuz?

Bu konunun hassas sınırları var. Sorun, kitapların insanın hayatına mal olmaya başlamasıyla ortaya çıkıyor bence. Bunun için eşinden ayrılanlar, aile düzeni bozulanlar, evini satanlar, kendini ve ailesini zor durumda bırakanlar var. Ahmet Uluçay’ın “Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi?”si gibi bir durum. Kitap için bunca acıya değer mi? Henüz bilmiyorum. Başta da söylediğim gibi ilgilerimiz, meraklarımız ve imkânlarımızın arası açıldığı zaman sonuç çoğu zaman bir felaket oluyor.