İçi sıcak tutacak bir şeyler

Sadece gerçek arkadaşlarınızla yorucu ayrıntılara girmeden dereden tepeden söz edebilirsiniz etrafın dağınıklığına da takılmadan.
Sadece gerçek arkadaşlarınızla yorucu ayrıntılara girmeden dereden tepeden söz edebilirsiniz etrafın dağınıklığına da takılmadan.

Torunum anne ve babasıyla gezmeye gittiğinde yerden taş toplamayı seviyor. Birçoğumuzun çocukluğunda taşlarla ilişkisi böyleydi muhtemelen: Beştaş oynar, bu oyuna en uygun biçime sahip taşları bir köşede saklardık. Kaan da ilginç şekilleri ve renkleri olan taşları eve taşıyor, kızım bu taşları yıkayıp balkonda bir köşeye koyuyor. Bu taşlardan bir iki tanesini avucunda kreşe götürdüğünü fark etmiş öğretmenleri, fotoğrafını çekip göndermişler annesine. Gizli saklı bir şekilde bunu nasıl yapmış, niye yapmış?

Bir parça mayanın dönüştürme gücü üzerine yeniden düşündüren bir mevsimdi geçen yaz. Bildik mesafeler karıştığında yeni bir iletişim için apayrı bir çaba ortaya koymalı, peki görünmeyen bir tehdit ortalıkta kol gezerken bu nasıl mümkün olurdu? Birbirimize tebessüm etmediğimiz, ikramlarda bulunmadığımız, karşılıklı dereden tepeden sohbet etmediğimizde, her şey biçimde değilse bile özde eskisi gibi olabilir mi? Belki de şairin “Soğuk mevsimlerin başlangıcına iman edelim” dediği günleri tecrübe ettik.

Maya sadece sütü yoğurda veya kefire dönüştürmüyor, yabancıyı da yakın kılıyor. İçi ısıtan sebebi başka nasıl tarif etmeli… Yuva deriz, aile ocağı, sıla deriz, aşk deriz. Parmağını kımıldatmadan ayakta tutabilir misin yuvayı, yapmacık bir ilgiyle dostluğu ayakta tutabilir, aşkı koruyabilir misin?

Torunum anne ve babasıyla gezmeye gittiğinde yerden taş toplamayı seviyor.
Torunum anne ve babasıyla gezmeye gittiğinde yerden taş toplamayı seviyor.

Tezlikle alışan bir varlık olarak insan içine doğduğu şartların emek vermediğinde bile sonsuzca işte öyle kalacağını sanmaya meyyal. Siz bırakıp uzaklara gidince, aradan yirmi yıl da geçse sanıyorsunuz ki duvardaki resminiz ilk bıraktığınız hissi uyandırır odaya girip çıkanlarda. Bırakıp giden arayıp sormaz olduğunda bir başkası tebessümü ve selamıyla dolduruyor yerini oysa. Ölümsüz aşk derseniz sık rastlanan bir olgu değil, kimse kimse için hâlden hâle geçmeye, rahatını bozmaya o kadar da hevesli değil artık. “Aşk yok; çünkü biz sinik, bilinçli, uyanık, aklı başında ve her şeyi ortada varlıklarız” diyordu ya Kristeva...

Mimikler konuşur, ses tonu, mutfakta demini alan çay… Sadece gerçek arkadaşlarınızla yorucu ayrıntılara girmeden dereden tepeden söz edebilirsiniz etrafın dağınıklığına da takılmadan. Bu, eski zamanın paradigması. Covid mesafesi bildiğimiz her şeyi yeni baştan ele almaya zorluyor. Salgından önce de görüntülü konuşmalar yapıyorduk, ama bu kadar sık ve yaygın bir şekilde değil.

  • Yaşadığımız bu tecrübe aralığı insanlar arasındaki binlerce yıllık bir geçmişte inşa edilmiş mesafelerde bir şeyleri dijital teknolojinin desteğiyle değiştirmekte, bu açık. Şu da bir gerçek ki tarihi dönemler boyunca ne yaşanırsa yaşansın şefkate ve aşka ihtiyacını silememiş insan evladının. Uzaklara giderken ya şefkatin peşine düşersiniz ya da şefkattir size yola çıkma cesareti veren. Yeterince şefkat görmeden yetişmişseniz de aşk saplantılı veya tersine kimselere güvenmeyen bir yetişkin haline gelmeniz pek muhtemel.

Gitmek bir göze alış, doğduğumuzdan itibaren etrafımızla kurduğumuz inceli kalınlı sayısız bağın oluşturduğu sıcak ve rahat hamağın yerini hiçbir zemin tutmaz, çoğunlukla böyle. Kimisi için benzeri bir hamağın hiçbir zaman var olmayışı kaçarak gitme nedenidir, öyle de olsa nesneler ve aşina köşeler vardır geride, tahta bir merdiven, bir su kıyısı, isimler yazılmış ağaçlar ve dert dökülen taşlar vardır.

Konu dert dökülen taş olunca yirmi iki aylık torunum Kaan’ın taşlara merakını aktarmalıyım, beni bu yazıyı yazmaya götüren de bu merak oldu. Kaan iki aydan beri haftanın belli günlerinde kreşe gidiyor, buna çok da hevesi yoktu tabii, kreş fotoğraflarında neşesizliği fark ediliyordu. Geniş aile ülkeler arasına dağılınca kreşe gitmeye başlayan bebeğinize sadece üzülmekle kalıyorsunuz.

Evden kreşe içi sıcak tutacak bir şey götürme ihtiyacı Erzincan köylerine özgü eskilerde kalan bir adeti de getirdi aklıma.
Evden kreşe içi sıcak tutacak bir şey götürme ihtiyacı Erzincan köylerine özgü eskilerde kalan bir adeti de getirdi aklıma.

Torunum anne ve babasıyla gezmeye gittiğinde yerden taş toplamayı seviyor. Birçoğumuzun çocukluğunda taşlarla ilişkisi böyleydi muhtemelen: Beştaş oynar, bu oyuna en uygun biçime sahip taşları bir köşede saklardık. Kaan da ilginç şekilleri ve renkleri olan taşları eve taşıyor, kızım bu taşları yıkayıp balkonda bir köşeye koyuyor. Bu taşlardan bir iki tanesini avucunda kreşe götürdüğünü fark etmiş öğretmenleri, fotoğrafını çekip göndermişler annesine. Gizli saklı bir şekilde bunu nasıl yapmış, niye yapmış? Bu fotoğrafı twitter’da paylaştığımda, pek çok insan benzeri bir tecrübeyi yaşadığını dile getirdi. “Taş taş değil bağrındır bu taş senin” diyordu şair, ancak olgu şiirin taşıdığı anlamı nasıl da yeniden açıyor!

Evden kreşe içi sıcak tutacak bir şey götürme ihtiyacı Erzincan köylerine özgü eskilerde kalan bir adeti de getirdi aklıma. Gelin gittiği evde yabancılık çekmesin diye yanına “mayalık” dedikleri bir buzağı katarlarmış; sıla parçası. “Aşrı aşrı memlekete” kız verilen eski zamanlarda sıla gelin için iç çekmelerin, dalıp dalıp gitmelerin konusu olabilirdi.

Onur Aktaş Schopenhauer’ın İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’sının sunuş yazısında babasının çok küçük bir çocukken dışarıdan toplayabildiği taşları üşümesinler diye şefkatle evlerindeki sobanın etrafına dizdiğini anlatıyor. Aktaş, çevirdiği kitabın ruhuna uygun düştüğü düşüncesiyle paylaşıyor bu hatırayı.

  • Nedir o ruh: “Dünya koşturmacalarının ve hayhuyunun dışında sevgi ile durulur ve her şeyle bağımız da şefkatle kurulur.” Dönebileceğimiz bir yer, sevebileceğimiz bir varlık, adanabileceğimiz bir dava… Taş bazen “Sabır Taşı” olur ve konuşmaya çağırırken haksızlığa uğramış bir sevgili için adaleti tesis eder. Gerçi “Sabır Taşı” masalında haklılığı, erdemi beyaz prensese, fesatlığı kötülüğü Arap Kızı’na gönderen bir yorum sorgulanmayı hak ediyor.

İç sıcaklığı oluşturan şey bazen de bir kelimedir, hatırlamanın ya da unutmanın, pişmanlığın veya saflığın kelimesi. Yurttaş Kane ölürken “Rosebud” demişti. “Gül Goncası” anlamına gelen bir kelimeyi niye sarf etsin son nefesini vermeye hazırlanırken, döneminin en etkili simalarından biri olan medya patronu? Kane, masumiyet çağına duyduğu özlemle bu sistemi değiştirecek bir kavganın içine girmişti, ancak çok geçmeden tıkandı. Herhalde kapitalizm yüce medeniyetlerin sinesine bıçak gibi indirilen soyut bir paket değil, söz ve hayat arasındaki boşluklara sızarak ilerleyen, kendini güçlendiren bir sistem. Kendinizi güvenli hissettirebilir, sağladıklarıyla mutlu olduğunuzu bile düşündürebilir bir süreliğine ama şefkat pahalı bir paketle sunulmuyor. Sonunda öğreniyoruz: Kane’in tahsil hayatı için uzaklara götürülmek üzere annesinden koparıldığı sırada kaydığı kızağın adıymış meğer “Rosebud.” Onun en önemli kelimesi veya mayalığı, etrafını çevreleyen insanlar için anlaşılmaz bir şifre olarak kaldı uzun bir zaman. Önem sırasında ilk yer alanlar genellikle göz önünde ve kendini hatırlatanlar olur çünkü.

Şefkat ve ihtimamdan yoksunluğunda bir evin kabus şatosuna dönüştüğünü göstermişti bize gotik roman. Tavan arasından kadın çığlıkları gelirdi, renginden dolayı horlanan evlat edinilmiş çocuk yıllar akıp gitse de kurtulamazdı yabancılıktan, babasının ölümünden sonra miras hakkını gasp etmek isteyen eniştesi tarafından bir şatoya hapsedilen genç kız önce korkusunu bastırıp etrafındaki gizemli olayları çözümlemeliydi ki ulaşabilsin kurtuluşa.

Dostoyevski gotik roman yazmadı ama İnsancıklar’da işte şu cümleleri kurdu sonbaharın karanlık bir akşamında bir ormanı tasvir ederken: “Koş küçük kız, koş, acele et. Biraz sonra korkunç şeyler olacak burada, koş yavrum koş.” Çocuk taşa sıkı sıkı sarılmak zorunda artık evinde değilse. Koşarken bir yandan da taş toplayıp atmalı gittiği yolda, kuşların yiyemeyeceği izler bırakmak için.

Citizen Kane
Citizen Kane

Salgınla birlikte bildiğimiz her kültürel öge bu zorlu tecrübe esasında yeni bir anlam kazanıyor veya büsbütün anlamsızlaşıyor. Mesafeler binlerce yıldan beri gelişerek oluştuğu gibi belirlenemiyor, insanlarla olduğu gibi nesnelerle de ilişkimizi değiştiriyoruz. Yaklaşmıyor, dokunmuyor, uzağına çekiliyoruz. Kaynaştıran, ihtimamı, aşkı, sabrı ve şefkati oluşturup besleyen kaynak fiziki mesafeye rağmen vücuda gelmek zorunda. Hayatiyet baştan ele almayı gerektiriyor. Sıla fikrinin gençler arasında yeniden canlandığını fark ediyorum şimdilerde. “O yapamaz, bilgisayar oyunlarından başını alan biri değildi ki… O yapamaz, evinden metro durağına yürümeye bile üşenirdi.” Nasılsa internet yok mu? Dededen kalma tarlalarda krediyle niye hayvancılık yapamasın ailenin nazenin çocuğu, niye çilek yetiştiremesin… Maya etkisini salgın yapıyor bu kez, hesaba katılmamış ihtimallere dönüyor benlikler.

İçi sıcak tutacak bir şeyler üzerine yazdığım tweet’e yapılan yorumlar, “mayalık” olarak taşla ilişkinin ileri yaşlarda da sürdüğünü gösteriyor: Gentlemanscientist, ilk MR çekimi sırasında cihaza girerken yanı sıra çakıl taşı sokmak istediğini ama izin verilmediğini yazdı; 28 yaşındaydı o zaman.

“İlkokulda, annemin beslenme çantama koyduğu market keklerinin ambalajlarını çöpe atmaya kıyamazdım. Evden getirirdim çünkü” diye yazdı Mehmet Akif Müftüoğlu da. “Geçiş nesnesinin şiirsel ifadesi” diye ifade etti Yusuf Bayalgan. “Erzincanlılık…” olarak yorumladı editör-yazar arkadaşım Merve Akbaş, kendisi Bursa’da doğup yetişse de ailesi oralı, duymuş olmalı adeti.

İç sıcaklığını taşıma üzerine herkesin ne çok söyleyeceği şey var! Varlayokarası’nın aktardığına göre Karadeniz yöresinde gelinin aklı baba evinde kalmasın diye, gelin almaya gelenler baba evinden gizlice küçük bir eşya (biblo mesela) alıp gelinin evine koyarlarmış; ne ince bir karşılama! Bir de şu sözü duymuş Varlayokarası; “Kız baba evinden ayrılırken kapı arkasındaki çalı süpürgesi bile titrermiş, beni de alacak mı diye. Kız her şeyi alıp götürmek istermiş.” Niye? Çünkü evliliğe hazır değil daha, yaşı çok küçük, kopmak istemediği dünyanın bir benzerini eşyalarıyla kurabilir mi gittiği yerde… Duygu Akış’ın düğün sürecinde annesinin kayınvalidesi ve kayınpederiyle konuşurken dile getirdiği şu tespit ve temenniler ne kadar da derinlikli: “Biz bu çocukları mayaladık, şimdi onları sarıp kendi hallerine bırakmak gerek. Vaktinden önce sallarsanız sütten de olursunuz, yoğurttan da mayadan da!”