İçinizdeki çocuğa mukayyet olun

Artık mahallî olan yemek, içki, giysi veya eşya, herhangi bir şeyi alıp, kozmopolis pazarına sunmak, bu esnada oluşacak cereyanı maddi manevi kazanca çevirmek çok zor değil.
Artık mahallî olan yemek, içki, giysi veya eşya, herhangi bir şeyi alıp, kozmopolis pazarına sunmak, bu esnada oluşacak cereyanı maddi manevi kazanca çevirmek çok zor değil.

Bu yazıyı sonuna kadar okumaya niyetliyseniz, başlamadan önce, içinizdeki çocuğun karnını güzelce doyurun, altını değiştirin ve en sevdiği oyuncakları önüne dizin. Zira el’an bindiğiniz bu sefîne ile sahilden az biraz açılacağız. Ki, siz dönene kadar kimseyi taciz etmeden kendi halinde oyalansın yavrucak.

Türk Hava Yolları’nın bütün seferlerinde ikram edilen leziz yemekleri üreten Do&Co’nun ve daha bir sürü uluslararası itibarlı şirketin sahibi/ortağı Attila Doğudan’la yapılmış bir röportaj okumuştum. Attila Bey, giriştiği her işi layıkıyla yapan; Alev Alatlı’nın mütemadiyen işaret ettiği ‘paçozlaşma’ tuzağına düşmeden, dünya ölçeğinde birinci sınıf işler çıkaran bir ticaret erbabı. Okuduğum röportajda, çok seyahat ettiğinden, dünyayı dolaşmayı sevdiğinden bahisle, şuna benzer şeyler söylemişti: “Bu benim işimin bir parçası aynı zamanda. Gezen insanın ufku genişler, yepyeni fırsatlar keşfedebilir. Mesela Hindistan’daki bir halk pazarında tesadüfen gördüğünüz 1 Dolarlık bir ürünü, New York mağazalarında 100 Dolara satabilirsiniz.”

Artık mahallî olan yemek, içki, giysi veya eşya, herhangi bir şeyi alıp, kozmopolis pazarına sunmak, bu esnada oluşacak cereyanı maddi manevi kazanca çevirmek çok zor değil.
Artık mahallî olan yemek, içki, giysi veya eşya, herhangi bir şeyi alıp, kozmopolis pazarına sunmak, bu esnada oluşacak cereyanı maddi manevi kazanca çevirmek çok zor değil.

Bilhassa 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ivmelenen, gün geçtikçe hızı artan bir süreç yaşanıyor. Adına globalleşme diyoruz. Belki daha doğru ifade kozmopolitleşme, kozmopolitanizm olabilir. İnsanın, insanların belli bir yere, belli bir coğrafyaya değil de, herkesin her yere ait olması. Yahut hiç kimsenin hiçbir yere. Kozmos-polites, evren vatandaşlığı, evrendaşlık veya vatansızlık. İletişim ve ulaşımın hızlanması, ucuzlaması ve tabana yayılması sonucu her geçen gün biraz daha büyüyen bir evrendaşlar/vatansızlar güruhu var yeryüzünde. “Hubb’ül vatan min’el iman/Vatan sevgisi imandandır” Hadis-i Şerif’i, belki de bize bu tehlikeyi ihtar ediyor, kim bilir.

Artık mahallî olan yemek, içki, giysi veya eşya, herhangi bir şeyi alıp, kozmopolis pazarına sunmak, bu esnada oluşacak cereyanı maddi manevi kazanca çevirmek çok zor değil. Ancak burada dikkat edilmesi gereken gayet mühim bir husus var. Yerel olan o şey’i yeryüzü pazarına sunarken, kozmopolitan zevke ve algıya uygun hâle dönüştürmeniz lazım. Yani Hindistan’daki sokak pazarında bulduğunuz nesneyi, New York mağazalarında, orijinal haliyle değil de modifiye ederek; kozmopolit pazarın arzu yahut kabul edeceği tarzda törpüleyip, makyajlayarak sunmalısınız.

  • Mutfaktan bir örnek vererek, meramımızı şerh edelim. Bundan elli altmış yıl öncesine kadar İtalya’daki köylerde, gariban sofralarında kaşık sallanan nice fukara yemeği, başarılı bir modifikasyonla ve dünyanın dört bir tarafına yayılmış İtalyan aşçılar sayesinde bugün, en prestijli ülkelerin en prestijli restoranlarında en prestijli sofraları süslüyor. Benzer dönüşümleri Çin, Japon mutfaklarının yanı sıra Meksika ve Hint mutfakları da kısmen hayata geçirdiler.

Buna mukabil, zenginlik, lezzet ve sıhhate uygunluk açısından bakıldığında dünya mutfakları arasında başa oynaması gereken Türk mutfağı ise, Türkiye sınırları dışında neredeyse yok yahut yerlerde sürünüyor. Bunun sebeplerini uzun uzun yazmak, tartışmak mümkünse de, ben, bu yazının amacına uygun olarak, üzerinde konuşmak istediğim bir noktayı vurgulamakla yetineceğim. Türk mutfağı Türkiye sınırları dışında yok, çünkü kozmopolitan zevke uygun tasarımlar, yorumlar ve sunum tekniklerinden çok uzak. Çiğ balıktan mamul suşiyi en nadide, en makbul yemekler arasında kabul eden beynelmilel kozmos ahalisi, benim bir aydan fazla ara verince kendimi eksik hissettiğim, Necip Usta’nın nice dertlere deva ‘ayak paçası’ndan bîhaber. Zaten haberdar etseniz bile, mevcut haliyle sunarsanız şayet, doğrudan reddedeceklerdir. Önce bu çorbayı modifiye etmeli, sonra hikâyesini türetmeli ve öyle sunmalısınız o büyülü pazara. Bilirsiniz işte, “hikâye sattırır.”

Laf aramızda; dünyanın şöhretli şehirlerinde arz-ı endam eden, kozmopolitan zevklere göre dizayn edilmiş, global tarza uygun şık ambalajlı ve havalı İtalyan, Çin, Fransız, Japon, hatta Hint restoranlarını gördükçe, neden bizim mutfağımız da bu ligde değil, neden gurbetçilerin pıtrak gibi orada burada açtığı dönerci/kebapçı konseptinden öteye geçemedik diye hayıflanmıyor değilim.

Sonra içimden bir ses, talihsizlik gibi görünen mezkûr gecikmeyi, esasen bir şans olarak telakki etmek gerektiğini fısıldıyor: Eğer mahalle aralarındaki bu müstesna lezzetler kozmopolitan tayfanın zevkine göre, globalleşme makyajıyla allanıp pullansaydı; Necip Usta’nın ayak paçası, çoktaan Necip Usta’nın ayak paçası olmaktan çıkıp, başka bir şeye dönüşmüş olacaktı. Ve sen de, o küçücük dükkânda, sabahın köründe aşk ile kaşık salladığın; kana kuvvet, göze fer, batna cilâ ayak paçayı dünya gözüyle bir daha göremeyecektin.

  • Kana kuvvet göze fer batna cilâdır çorba
  • İllet-i cû’a devâ mahz-ı gıdâdır çorba
  • Sağlara, hastalara ayn-ı şifâdır çorba
  • Ağniyâ dostu, muhibb-i fukarâdır çorba
  • Hâsılı hâhiş ile ekle sezâdır çorba.

Çorbaya dair şu muhteşem mısraların sahibi Ahmet Rasim’e bir temennâ çakıp, yolumuza devam edelim.

Lütfen biraz daha sabır

Haklısınız, az biraz derken, kıyıdan epeyice açıldık ama ne yapalım, fethin ön şartı, sefer eylemek. Mekke-i Mükerreme’yi fetih için, Medine-i Münevvere’ye hicret lâzım.

Artık tekrar Attila Doğudan röportajına, “Hindistan’daki halk pazarında rastladığınız 1 Dolarlık ürünü, New York mağazalarında 100 Dolara satabilirsiniz”le özetlenen ana fikre dönebiliriz. Attila Bey, kendisi elle tutulup gözle görülen somut ürünlerin, hizmetlerin ticaretini yaptığından, kastettiği fırsatlar da maddî emtiaya dair idi. Lâkin bir grup ‘tacir’ de var ki, yine dünyanın bir ucunda, ücra bir köşesinde, keşfedilmeyi, fırsata dönüştürülmeyi bekleyen ruhani malzemeleri, global pazara sunmaktalar. Misal, makalenin başında besleyip, bezleyip, sahilde bıraktığımız “içimizdeki çocuk” var ya, işte o da bahsettiğim bu ruhani ürünlerden biri.

Merak bu ya. Terapilerden birini açıp, sabırla dinledim. Derim ki, bu seanslara katılıp da şizofreniye tutulmadan paçayı kurtaranlar, şükür mahiyetinde birer kurban kessin.
Merak bu ya. Terapilerden birini açıp, sabırla dinledim. Derim ki, bu seanslara katılıp da şizofreniye tutulmadan paçayı kurtaranlar, şükür mahiyetinde birer kurban kessin.

Şimdilerde şiddeti azalmış gözükse de, birkaç sene evvel gayet sert esen bir “içinizdeki çocuğa elleşmeyin” rüzgârı vardı. Biz ne kadar kirlenirsek kirlenelim, hangi haltı yersek yiyelim asla lekelenmeyen, anamızdan doğduğumuz gün gibi pir ü pak kalmaya devam eden bir çocuk bulunmaktaydı içimizde ve onu yaşatmak, lâkin büyümesine engel olmak boynumuzun borcuydu.

Hayatın yükü ağır mı geldi? İçindeki çocuğa gülümse. Birbiri üstüne düştüğün hatalar seni çok mu yordu? İçindeki çocuğa danış. Kendini eksik, mutsuz, çaresiz mi hissediyorsun? İçindeki çocuk ne güne duruyor, git ona sığın. Bütün mesuliyetlerden kaçmak, bütün hatalardan aklanmak, bütün dertlerden kurtulmak için, her daim elinizin altında olan, evrenin içinize yerleştirdiği bir küçük mucize…

Yazıya başlamak için ısınma hareketleri yaparken, “içimizdeki çocuk” fenomeni ne âlemde, yeni bir şeyler var mı merakıyla hafiften göz atayım dedim; bir de ne göreyim, içimizdeki çocuğun yaşını hesaplayan testler bile çıkmış. Birini açtım, sırayla ekrana gelen on soruyu cevapladım ve benim içimdeki çocuğun “0-3” yaşında olduğunu öğrendim. Yine gördüm ki, buğulu sesleriyle içimizdeki çocuğa seslenen abiler, ablalar internette fink atıyor. Merak eden, “içimizdeki çocuk” veya “inner child” yazıp Gogıl’a sorsun. Üşenenler için, rağbet gören ‘ruhsal terapi’lere birkaç örnek vereyim: İçindeki Çocuğa Sarıl, İçimizdeki Çocuk Meditasyonu, Altı Adımda İçindeki Çocuğu İyileştir, İçindeki Çocuğu İyileştirmek için Araçlar ve Yöntemler…

Merak bu ya. Terapilerden birini açıp, sabırla dinledim. Derim ki, bu seanslara katılıp da şizofreniye tutulmadan paçayı kurtaranlar, şükür mahiyetinde birer kurban kessin.

  • İyi de, kim bu içimizdeki çocuk? İlk kim keşfetmiş, nasıl keşfetmiş, nerede keşfetmiş? Biraz deşince anlıyoruz ki, bu işin kökleri, Güney Pasifik’teki bazı kabilelerin inançlarına, dinî ritüellerine, günahtan arınma seremonilerine kadar gidiyor. Benim anladığım, kimi kabilelerin Hoʻoponopono (şöyle okunuyor: ho-o-pono-pono) adını verdiği yerel bir dinî aktivite, modifiye edilip makyajlanmış ve pazara sunulmuş. Toprak münbit olunca her tacir, kendi mürit kitlesine hitap eden bir İçimizdeki Çocuk Ürün Gamı oluşturmak suretiyle; paketleyip, etiketleyip kendi markası altında piyasaya sürmüş.

Söz konusu ürünler tasarlanırken; buhrandan buhrana koşan, her gün yeni bir psikolojik hastalığının farkına varan endişeli kozmopolis ahalisi nezdinde prim yapacağı hesaplanmış olmalı. Ben merkezli, herhangi bir tanrıya gerek duymayan, hiçbir yükümlülük getirmeyen, elde edilecek ganimetin bu dünyadayken peşin peşin vaad edildiği lâkin ölçümlemenin mümkün olmadığı, pür iyilik soslu, az zahmetli, pek kârlı, ilginç hikâyeli (“hikâye sattırır” demiş miydik?) steril ürünler.

Yeri gelmişken naçizane bir ikazda bulunayım. Bu piyasada rağbet gören, global ruhani ticarette pay sahibi Scientology yahut Yoga gibi büyük markaları hepimiz biliyoruz. Uzunca bir süredir, Mevlevîlik de, kozmopolis ruhani tacirlerinin ilgi alanına girmiş bulunuyor. İslâmsız bir Mevlânâ, “Rûmî” etiketiyle usul usul demlenip, piyasaya sürülüyor.

Parayı verince gelip, sünnet düğünlerinde, kına gecelerinde yahut dindarlara Alkolsüz Titanik şaşaası vaad eden turistik gemilerde sahne alan sûfî görünümlü süflî dönergeçlerden bahsetmiyorum. Çok daha büyük, global ve kozmopolitan bir tehlikenin, Hz. Mevlânâ ve Mevlevîliğin bütün birikimlerini berhava etmesini kastediyorum.

Gün doğumunda, içindeki çocuğa seslenip ruhunu arındırmak için yoga yapan ve bu esnada Rumî’nin barışçıl sözlerini mırıldanan yeryüzü vatandaşları…

Mevlevîler! Tehlikenin farkında mısınız?

Keyfiyetin can düşmanı kemmiyet

Çocuk, hatta genç olmak, bir yanıyla hata etme hürriyeti demektir. Yaptığınız hatalar, umumiyetle, büyükler tarafından ya hoş görülür, ya tolere edilir ya da müsamaha gösterilir. O büyülü hoşgörü halkası, siz büyüdükçe daralmaktadır. Hayatın tabiî seyrinde yürüyen insanlar, zaman içinde, hoşgörülen olmaktan çıkar ve hoşgörmek zorunda olanların arasına katılır. Fakat Kozmopolis’te mekanizma böyle çalışmıyor.

Kozmopolis’te hüküm süren post modern hayatın en karmaşık problemlerinden biri de yaş alan, yaşlanan ama bir türlü büyüyemeyen veya büyüdüğünü kabule yanaşmayan insan modeli. Çünkü büyümek demek, olgunlaşmak, adına hayat denen kızgın bir fırında pişmek demek. Buraya ham gelirsin, aheste bir ateşte pişersin ve tahammül gücün nispetinde yanarsın.

Kimseyi itham etmiyorum, edemem, çünkü hiçbirimiz bu keyfiyet kaybından âzâde değiliz.
Kimseyi itham etmiyorum, edemem, çünkü hiçbirimiz bu keyfiyet kaybından âzâde değiliz.

İşte “içimizdeki çocuk” efsanesi, bu büyümeye, pişmeye tahammülsüz insan grubu için mükemmel bir dayanak oldu. Çocukluk çağındaki şımarabilme, zincirleme hatalar yapabilme hürriyetini bütün hayatlarına yaymak isteyen Kozmopolis halkı, hayatı derinlemesine değil de skorlar bazında yaşamanın peşine düştü.

Kimseyi itham etmiyorum, edemem, çünkü hiçbirimiz bu keyfiyet kaybından âzâde değiliz. Zira içine doğduğumuz çağın ayırıcı vasıflarından biri, skor medeniyetini kutsaması. Şahitsiniz. Art arda listeler yayınlanıyor: Ölmeden önce görmen gereken 1000 yer, seyretmen gereken 555 film, tatman gereken 250 lezzet… Biz ise elinde yarım kalmaya mahkûm listelerle oradan oraya koşturan zavallı böcekleriz. Kemmiyetin peşinde koşarken, keyfiyeti heba ediyoruz. Gerçekten yaşamaya, hayatı anlamaya, anlamlandırmaya, pişmeye, yanmaya vaktimiz de, tahammülümüz de yok.

  • Aman ha, yanlış anlaşılmayayım. Ve bu hengâmede “çocukla çocuk olmak” nimetini kurban etmeyelim. Çocukla çocuklaşabilenler, ahir zaman karanlığına karşı mühim bir sünnet-i Nebevî kandili yakmakta, o sayede muazzam dereceler kazanmaktadırlar. Bizim sözümüz, kazık kadar olmasına rağmen, içimdeki çocuk bahanesiyle toplumdan mütemadiyen pışpışlanma bekleyen tiplere: Etrafınızdaki yahut toplumdaki hiç kimse, sizin içinizdeki şizofren çocuğun şımarıklığını çekmek, hatalarını tolere etmek zorunda değil. İçinizdeki çocuğa mukayyet olun.

• • •

Daha neler neler yazacaktım fakat artık gitmeliyim. İçimdeki çocuğun bezini değiştirmem lazım. Biliyorsunuz, benimki henüz “0-3” yaşında.