İki edebiyat mahfili iki dünya

​İki edebiyat mahfili iki dünya
​İki edebiyat mahfili iki dünya

Edebiyat mahfillerinin niteliklerini tespit etmek biraz da Türk edebiyatını oluşturan dinamik unsurları anlamak manasına gelir. Bu durum, mahfillerin çok çeşitli alanlarla iletişim hâlinde olmasıyla doğrudan ilgilidir.Türkçe sözlükler genel olarak, mahfil kelimesini “Konuşup görüşmek için bir araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, meclis; oturulacak yer, görüşülecek yer” şeklinde açıklar; fakat bu tanımlar, bütünüyle mahfilin tarih içinde oluşan anlamını aydınlatamaz.1

Mahfil kelimesi, öncelikle “edebiyatçıların buluştuğu” yerlerle ilişkilendirildiğinde edebiyat mahfili kavramının dünyası belirginleşir. Kavrama bir çerçeve çizmek, teknik olarak onun içine aldığı şeyleri ve dışladıklarını da göstermekle mümkün hâle gelir.

Bir mahfilin oluşabilmesi için mutlaka birden fazla sanatçı ve/veya edebiyatçıya ihtiyaç vardır. Sanatçı ve edebiyatçılar, günlük hayat meşgalesinin dışında veya içinde, edebiyat ve sanatla ilişkilendirilebilecek konu, kavram, eser, şekil, tür vb. üzerinde, bu türden “toplantı yerlerinde” bir araya gelerek görüş ve fikir alışverişinde bulunurlar. Bu, aslında bir iletişim faaliyetinin başlangıcını gösterir.

Mahfil toplantıları, genelde bir üstat/önemli kişi/hami önderliğinde veya öncülüğünde ve aynı zamanda belirli bir zaman içinde yapılır. Bir toplantının düzenli yapılması, o toplantının öz niteliğini ve gücünü belirleyen yönlerden biridir.

Edebiyat mahfillerindeki birliktelikleri değerli yapan diğer yön, burada yürütülen “edebî eleştiri” ile doğrudan bağlantılıdır. Edebiyat mahfillerindeki eleştiri, mahiyeti açısından akademik niteliği önde olan bir eleştiri faaliyeti değildir.

Bu eleştiride, benim “hasbihal/sohbet şeklinde edebî eleştiri” dediğim türden ve “sistemli” olmayan bir yol tercih edilir. Buradaki faaliyet, bir edebî metnin içeriği, mesajı, şekline uzanabildiği kadar anlamı ve göndergelerini de kapsayabilir. Bu eleştiri faaliyeti, mahfillerin bir “kültürlenme”, “bilgi edinme”, “farkındalık oluşturma” mekânları olarak anlamlandırılmasının yolunu açabilir.

Bu yazıdaki Fotoğraflar İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Toros arşivi’nden alınmıştır.
Bu yazıdaki Fotoğraflar İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Toros arşivi’nden alınmıştır.

Mahfillerin kurulmasında, edebiyatçıların bu mahfillerde bir araya gelmesinde başka bir faktör daha etkilidir: üstat edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde herkese kişiliği ve edebî birikimi yönünden otoritesini kanıtlamış üstatlar, buralarda sistemi oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan kişilerdir.

Üstadın evi, çoğunlukla mahfilin ana mekânı olarak bilinir. Edebiyat mahfilleri, mekânsal çeşitliliklere de sahiptir. Yani bu türden birliktelikler geçmişten günümüze kadar çok çeşitli mekânlarda ortaya çıkar.

Cumhuriyet sonrasında çeşitli sebeplerle “hami” ve “üstatlık” kavramları büyük oranda anlam değişimine uğrar. Bu yüzden “hami-üstadın” yerini “yönetici, toplayıcı, yönlendirici” gibi sıfatlara sahip insanlar alır. Bu değişimde, toplumun birçok açıdan değişmesinin yanı sıra ekonomik ve iktisadi değişimin de dikkate alınması gereklidir.

Eskiden hami, “devletlu” statüsünde bir muktedir iken birçok değişim ve dönüşümün neticesinde hami artık “dost/arkadaş” statüsüne evrilir. Bu durum, sanatkâr ile hami arasında ekonomik dengenin kurulmasını ya da bozulmasını gösteren bir ölçüttür.

Mahfil müdavimi, kamusal alanda kurulan mahfillere kolayca girip çıkarken kendi “sanatkâr kimliğini” de inşa eder. Bu yüzden edebiyat mahfilleri, bir “kimlik oluşturma” mekânı olarak da düşünülebilir.

Bir çekim merkezi hâlini alan mahfiller, “şair” ve “sanatkâr kimliğini” belirleyen bir mekanizmaya da sahiptir ve -biraz da aşırı bir ifadeyle- “kanonik” gücün belli şartlarda temerküz ettiği yerler olması açısından görünür veya görünmez bir güç merkezine benzetilebilirler.

Bu türden mahfillere katılmak, “piyasa” ilişkilerini de çeşitli şekillerde etkiler veya belirler. Günümüzde içerikten ziyade “görünür” olmanın hazzına veya da şiddetine aşina olan sanatkârların, bu türden “güç merkezlerine” ve özellikle de sanal olana gösterdikleri tutum, geçmiş yüzyılda mahfil müdavimleri için bu türden mekânların cazibesini bir ölçüde anlaşılır kılar.

Mahfilin mekân boyutu üzerinde de düşünülmesi gereklidir. Her düşünce, öncelikle ayakta durmak için bir temele, bir mekâna ihtiyaç duyar. İnsan, mekânın sahibi olduğu andan itibaren kendini var kılar. Mekân kelimesinin “kevn” kökünden türemesi, bu kökün ise “olma/var olma” ile ontolojik bağlantısı, mekânlarla bir ölçüde evreni tanımaya veya tanımlamaya çalışan insanı etkisine alması dikkat çekicidir.

İnsan, bir mekânı kuşatarak, bir mekâna anlam ve değer katarak kendini yeniden tanımlar. Bu ontolojik bağlantı ile mekân, aslında zaman dediğimiz kronos “canavarını” kendi “peteklerinde” tutar. Bu, insanın dağılmasını da engeller. Buradan ilerlediğimizde ise mekân, sadece “rayiç bedel” açısından değil, üzerine zamanın tozu bulaşmış her türden anıyı saklamasını işaretlemesiyle de insan için değerlidir.

Edebiyat mahfilleri, işte bu türden mekânlardaki birliktelikler açısından bir “hafıza mekânı”dır aynı zamanda. “Hafıza”, insanın her şeye rağmen ayakta kalmasını, yaşamasını sağlayan bir kök/kökendir. Bir mahfilin mekân olarak ortadan kalkması, orada “cevelan eden” hatıraların da yok olmasına işte bu yüzden sebep olmaz. Şimdi iki edebiyat mahfili ile ilgili bilgiler vererek görüşlerimizi somutlayabiliriz.

Abdurrahman Sami Paşa’nın konağı

Abdurrahman Sami Paşa’nın (1795-1881) içinde yüze yakın insanın bulunduğu Taşkasap’taki altmış odalı konağı, devlet kademesinden önemli kişilerin buluşma yeridir. Eski devirlerde eğitim-öğretim faaliyeti devlet eliyle düzenlenmediği için hemen her konak ve köşk; bir okul, çeşitli derslerin ehil hocalar tarafından verildiği bir akademiye de benzer.

Buralarda alanında söz sahibi hocalar ders verir, çocuk ve gençleri eğitir. Eskiden yabancı dilin önemine erkenden uyanan bazı ev sahipleri, yurt dışından getirdikleri hocaları bütün masraflarını karşılayarak evlerinde ağırlardı. Bu yüzden bu tür mekânlara gidenler için kullanılan “Şu konağa devam ediyordu” gibi sözler bir gerçeği dile getirir. Bu tespit, “hanegî” kavramını ortaya çıkarır.

Hanegî, eskilerin “devletlu” ismini verdikleri iktidar sahibi şahısların evlerinde yaşayan, her türlü maddi ihtiyacı karşılanan ve bu evdeki insanları ilmiyle eğiten kişilerin unvanıdır. İşte bu “hanegî”ler, Sami Paşa’nın kendi çocuklarıyla birlikte yakın akraba ve dostlarının çocuklarına da konağında çeşitli alanlarda dersler verir.

Türk edebiyatında daha sonra vereceği eserlerle şöhret kazanacak olan Samipaşazâde Sezai de bu evin bir çocuğu olarak hiçbir resmî mektebe gitmemiş, Taşkasap’taki bu konakta ve Horhor’daki Abdüllatif Suphi Paşa Konağı’nda özel hocalardan dersler alarak yetişmiştir. Bu derslere küçükken Abdülhak Hâmit’in de katıldığını eklemeliyiz.

Abdurrahman Sami Paşa’nın (1795-1881) içinde yüze yakın insanın bulunduğu Taşkasap’taki altmış odalı konağı, devlet kademesinden önemli kişilerin buluşma yeridir.
Abdurrahman Sami Paşa’nın (1795-1881) içinde yüze yakın insanın bulunduğu Taşkasap’taki altmış odalı konağı, devlet kademesinden önemli kişilerin buluşma yeridir.

Aslen Moralı olan Abdurrahman Sami Paşa, Osmanlı devletinin ilk “Maarif Nazırı”dır. Edebiyat ve tasavvufla da yakından ilgilenen Sami Paşa’nın çeşitli eserleri vardır. Konağın Yesari’nin elinden çıkmış harikulade yazı ve yaldızlarla süslü salonunda, pek çok edebiyat ve sanat toplantısı yapılır.

Bir ilim akademisi kimliğindeki bu mahfili Sami Paşa bizzat yönetir. Konakta hocalık yapanlar (hanegîler) arasında “Fabre”, “Mirza Safa”, “Hoca Abdülkadir Efendi”, “Mordtmann” ve Arapça hocası “Hoca Mesti” dikkat çeken isimlerdendir. Bu isimlerin dışında Sami Paşa’nın konağının müdavimleri arasında, Osman Nevres, Hakkı Bey, Kâzım Paşa, Yenişehirli Avni, Süleyman Hüsnü Paşa, Namık Kemâl, Abdülhak Hâmit, Mûsa Kâzım ve Ziya Paşa, Ali Suavi ve paşanın oğlu Samipaşazâde Sezai yer almaktadır.

Konağın devletle yakın temasta bulunan misafirleri ise Sadrazam İbrahim Paşa ve ailesi, dillere destan zenginliğiyle maruf ve Telemak mütercimi olarak şöhret kazanmış olan Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım ile Prens Mustafa Fazıl Paşa’dır.

Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucuları da hem bu konağın hem de Abdurrahman Sami Paşa’nın oğlu Abdüllatif Suphi Paşa’nın konağına devam eden şahıslardan oluşur. Abdurrahman Sami Paşa, devrin önemli âlim ve sanatkâr hamilerinden biridir.

Konağına aldığı kişilere sürekli yardım eden ve onları koruyup kollayan Sami Paşa, çevresinde bulunan ve sıkıntı yaşayanlara eli açık davranır. Sami Paşa, Ali Suavi’yi de himayesine alır ve ona konağında bir oda tahsis ederek devrin sıkıntıları arasında kaybolup gitmesini engeller.

Sami Paşa’nın Çamlıca’daki köşkü de sanatçıların uğrak yeridir. Köşkte mutlu günler geçiren Samipaşazâde Sezai’nin komşusu ise ünlü şair Abdülhak Hâmit’tir. Buradaki sohbetlerin ününe bizzat şahit olan Hâmit, köşkün harabeleri karşısında fazlasıyla içlenerek şu dizeleri yazıverir:

  • Sami Paşa harabesi, mazi mesiresi
  • Zahirdi bir tarafta Selâmi hatiresi
  • Olmuştu komşuluk bize badi-i iktiran
  • Bir mekteb-i edebdi bu virane bir zaman
  • Bir asr-ı muhteşem burada eylemiş mürur

Hâmit ile Sezai, vakitlerini bir edebiyat mektebi olan Çamlıca’daki bu köşkte yaramazlıklar yaparak ve eğlenerek geçirdiler. Sami Paşa’nın ölümü ile konak eski şatafatını kaybetti, buradaki toplantılar paşanın oğlu olan Abdüllatif Suphi Paşa’nın konağına taşındı.

Abdülhak Hâmit Tarhan’ın Maçka Palas’taki evi

Şişli’de, Maçka Caddesi ile Bronz Sokağı’nın kesiştiği 35-41 numaralı yerdeki Maçka Palas apartmanı, birçok ünlünün yaşadığı bir mekândır. Yapının yerinde eskiden Münire Sultan’ın sarayı bulunur. Saray, Vincenzo Caivano’ya satılır ve o da İtalyan asıllı mimar Guilio Mongeri’ye 1922’de Maçka Palas’ı yaptırır.

Altmış dört geniş dairesi olan apartmanda farklı zaman dilimlerinde Keçecizade İzzet Paşa, Celal Bayar, Kerime Nadir ve Turgay Şeren ikamet eder.

İstanbul Belediyesi tarafından Abdülhak Hâmit Tarhan’a oturması için tahsis edilen zemin kattaki 4 numaralı dairede, devrin pek çok ünlü siması bir araya gelir. Buranın bir edebiyat mahfiline dönüşmesinde Hâmit’in eşi Lüsyen Hanım’ın ilgi ve misafirperverliği de etkilidir.

“Şair-i âzam” lakaplı Abdülhak Hâmit Tarhan’ın evi, özellikle Lüsyen Hanım’la ikinci evliliklerinden sonra Fransız soylularının edebî salonlarına benzemeye başlar. Burada genellikle edebiyat-kültür-sanat sohbetleri yapılır.

Her hafta “çarşamba” günleri düzenlenen toplantılara Halit Ziya, Süleyman Nazif, İbnülemin Mahmut Kemal, İsmail Hami ve eşi Nazan Hanım, Samipaşazâde Sezai, İsmail Habib, Fazıl Ahmet, Necip Fazıl, Abdülhak Şinasi, Mithat Cemal, Şükûfe Nihâl ve eşi, Haydar Rıfat Bey ve Yahya Kemal gibi isimler katılır.

Toplantılarda herkesin belli bir yeri ve koltuğu vardır. Halit Ziya ve Cenap Şahabeddin’in yeri üstadın yanındaki koltuktur. Mahfile yeni gelenler ise salonun kapıya yakın koltuklarında oturur.

Mahfile devam edenlerin çoğuna göre Abdülhak Hâmit; giyim kuşamı, hâl ve hareketleri, kendine has edası ve konuşmasıyla herkesin beğenisini kazanmıştır. Ev sahibi, edebiyat konularının merkezde olduğu konuşmalarda, toplantıya katılanların sözlerini asla kesmez, konuşmacının sözünü bitirmesine müsaade eder. Bu yüzden isteyen, doğru bildiği her konuyu terbiye sınırlarını aşmadan rahatça dile getirebilir. Lüsyen Hanım ise konuşmaları zevkle dinler, misafirlerini en güzel şekilde ağırlamanın yoluna bakar.

Saray, Vincenzo Caivano’ya satılır ve o da İtalyan asıllı mimar Guilio Mongeri’ye 1922’de Maçka Palas’ı yaptırır.
Saray, Vincenzo Caivano’ya satılır ve o da İtalyan asıllı mimar Guilio Mongeri’ye 1922’de Maçka Palas’ı yaptırır.

Sohbet konuları genelde edebiyatla ilgilidir. Bu sohbetlerde Hâmit’in şiirlerine de değinilir. Halit Fahri’nin bulunduğu bir toplantıda söz, şairin ünlü “Makber” şiirinden açılır.

Daha sonra Hâmit’in şiir yazıp yazmadığını merak eder buradaki insanlar. Fakat şair onlara yeni yazdığı şiirini okumak istemez. Lüsyen Hanım, içeriden şairin son yazdığı şiirini getirmeye gider. Döndüğünde Lüsyen Hanım’ın elinde “Gazup Bir Şair” isimli şiir vardır. Hâmit, zor günlerini anlattığı şiirini misafirlerinin gözlerinin içine bakarak okur.


Bu toplantıların mahiyetini aydınlatan ilginç anekdotlar da vardır. İşte bunlardan biri: Şiirlerini başkasına okumaktan çok fazla zevk alan Florinalı Nazım, bir gün üstat tarafından öğle yemeğine davet edilir. Yemekler yenilir, kahveler içilir.

Salonda koltuğa kurulan Hâmit, rehavetin etkisiyle gözlerini kapattı kapatacaktır. Florinalı, “Üstadım, size son şiirimi takdim etmek istiyorum” der. Üstat, hemen cevabı yapıştırıverir: “Hiç zahmet etmeyin. Ben, siz okumadan da uyuyabilirim.”

Hâmit’in en sevdiği misafiri, genç şair Necip Fazıl’dır. Edebiyat âleminde yeni yeni ünlenen Necip Fazıl, ev sahibiyle aralarındaki yaş farkına rağmen onunla çok iyi anlaşır.
Hâmit’in en sevdiği misafiri, genç şair Necip Fazıl’dır. Edebiyat âleminde yeni yeni ünlenen Necip Fazıl, ev sahibiyle aralarındaki yaş farkına rağmen onunla çok iyi anlaşır.

Hâmit’in en sevdiği misafiri, genç şair Necip Fazıl’dır. Edebiyat âleminde yeni yeni ünlenen Necip Fazıl, ev sahibiyle aralarındaki yaş farkına rağmen onunla çok iyi anlaşır. Hâmit, onun gelmediği toplantılardan çok fazla zevk almaz. Bir toplantıda henüz entelektüeller arasında tam anlamıyla kabul görmemiş harf inkılabı da konuşulmaktadır.

Necip Fazıl, yapılan inkılabın bazı zararlı yönlerinin olduğunu söyleyerek “bu harflerle zekâ terbiyesinin bile yapılamayacağını” iddia eder. Hâmit de onun fikrini savunur ve alaycı bir şekilde sözünü şöyle tamamlar: “Ömrümün sonunda, ismimin sonuna bir de ‘it’ ilave ettiler.”

Abdülhak Hâmit’in ölümünden sonra edebiyat toplantıları devam etmez ve mahfil kısa bir süre içinde dağılır.

Edebiyat mahfilleri ile ilgili ayrıntılı bilgi almak için bkz. Turgay Anar, Mekândan Taşan Edebiyat: Yeni Türk Edebiyatında Edebiyat Mahfilleri, Kapı Yayınları, İstanbul, 2012.