İnsan arayan korkuluk

Korkuluğu ise otuz yaşından sonra görebildim. Arabayla seyahat ediyorduk. Eşim, zınk diye frene bastı.
Korkuluğu ise otuz yaşından sonra görebildim. Arabayla seyahat ediyorduk. Eşim, zınk diye frene bastı.

Peki şimdi ben nasıl gideceğim şu korkuluğun yanına? Genç olsam bir çırpıda ulaşırdım, hâlbuki şimdi yarım yarım yürümem, arada başımı göğe kaldırıp bakarak soluklanmam gerekecek. Neyse Allah Kerim…

İlk kez kargayı dokuz yaşında gördüm. Diyeceksiniz ki o vakte kadar nasıl karga görmemiş olabilirsin? Bilmem. Sokakta önümden puvvv diye geçmiş olabilir. Oynadığım parkta yanımda yemlemiş olabilir. Ben ona bakmış olabilirim fakat onu görmedim. Bakışlarım bu gak gak diye sesler çıkaran kuşla buluştuysa bile onu idrak edemedi. Fakat bir gün evimizin üzüm asmalarıyla süslü kocaman balkonunda oyun oynarken bu kuşu gerçekten fark ettim. Simsiyahtı. Uzunca bir gagası vardı. Gözlerimi hayran hayran açıp izledim onu. Minnacık aklımla bu değerli kuşun Afrika’dan ülkemize geldiğini düşündüm. Öyle karaydı ki tüyleri… Heyecanla anneme seslendim. Annem mutfaktan başını uzatıp kuşa şöyle bir baktı. Ardından da Mintax’la yıkadığı bulaşıklarına dönerken, bana şöyle dedi, “Karga o, karga.” Bir sözcükle insanın dünyası başına nasıl yıkılır? Sen bu parlak tüylü hayvanı, kalk Afrika’dan getir, içinden ona methiyeler düz, haşin gözlerinden çıkan kıvılcımlarla heyecanlan, başkası da ona “karga” desin. Pof! Hani şu Kurnaz Tilki ve Şapşal Karga masalındaki karga mıydı bu şimdi? Peyniri ağzından düşüren… Sesi çirkin olan… Kendi çirkin olan. Ağlamak istemiştim gerçekten…

İlk kez kargayı dokuz yaşında gördüm. Diyeceksiniz ki o vakte kadar nasıl karga görmemiş olabilirsin? Bilmem. Sokakta önümden puvvv diye geçmiş olabilir.
İlk kez kargayı dokuz yaşında gördüm. Diyeceksiniz ki o vakte kadar nasıl karga görmemiş olabilirsin? Bilmem. Sokakta önümden puvvv diye geçmiş olabilir.

Korkuluğu ise otuz yaşından sonra görebildim. Arabayla seyahat ediyorduk. Eşim, zınk diye frene bastı. “Ne oldu?” dedik. “Bakın” dedi. Yolun hemen yanından başlayan tarlaların birinde kollarını iki yana açmış bir korkuluk vardı. Bizim göremediğimiz birini sevgiyle kucaklamak için bekliyordu sanki. Bu kuklaya rengi atmış bir gömlek ve yamalı pantolon giydirilmişti. Bu kadar sevimli bir şeyin kargaları korkutması mümkün mü? Biliyorsunuz korkuluklar tarlalara, bahçelere, bağlara kuşları, özellikle de kargaları korkutmak için koyulurlar. Kanatlı hırsızların ürünlere dadanmaması için yapılır bu iş. Kargalar uzaktan baktıklarında tarlada bir insan olduğunu düşünüp oraya gelmezler.

  • O gün korkuluğun yanına kadar gidemedik. “Hava soğuk, şimdi çocukları çıkarmayalım” dedik. “Tamam öyle yapalım” dedik. “Yola koyulalım” dedik ve arabanın kontağını çevirdik. Fakat ben otomobil hareket ettiği hâlde arabadan indim ve yavaş yavaş otların içinde yürümeye başladım. Ailem beni otomobilde sanıyordu. Görünüşte ben ön koltukta emniyet kemerini takmış, başımı geriye yaslamış bir hâlde oturuyordum zaten.

Fakat görünmeyen başka bir Ayşe çoktan yola koyulmuştu. Arabanın otoyoldaki diğer arabalara karışmasını eli alnında olduğu hâlde izlemişti. Sonra da havaya yapışan ot kokusunu içine çeke çeke korkuluğa doğru ilerledi. İşte tam o esnada bir kuş ona saldırdı. Bir karga… Önce kollarını sonra da başını gagalamaya kalktı… Ayşe elleriyle başını koruyama alıp bağırmaya başladı. Yani ben, ellerimle başımı korumaya alıp bağırmaya başladım, “İmdat. İmdat. Yardım edin.” Karga bu çığlığı duyunca geriledi. Sanki sesim de onu gagalamıştı. Gagasını açıp konuşmaya başladı “İmdat he, yardım edin he… Bu hâlinle sen çok mu güzelsin Ayşe Hanım, bu çıkardığın yaygara ile sesin çok mu güzel, yoksa çok mu akıllısın?”

Başımı kaldırıp kargaya baktım. Onu tanıyordum. Dokuz yaşında gördüğüm karga idi bu. Hani şu Afrika’dan geldiğini zannettiğim karga. “Tanıdım seni, hiç değişmemişsin” dedim. Karga bu sözüm üzerine biraz yükseldi ve şöyle dedi, “Ama sen değişmişsin.”

Başımı kaldırıp kargaya baktım. Onu tanıyordum. Dokuz yaşında gördüğüm karga idi bu.
Başımı kaldırıp kargaya baktım. Onu tanıyordum. Dokuz yaşında gördüğüm karga idi bu.

“O gün yani çocukken seni kırdıysam özür dilerim. Aslında seni pek çok kuştan güzel buluyorum. Artık yaşlandığım için başkalarının kelimeleriyle düşünmüyorum” dedim. Bunları der demez de hızla yaşlanıverdim. İki büklüm kaldım. Ellerim yüzüm hızlıca kırıştı. Derim bollaşıp kemiklerimin üzerinden aşağı aktı. Karga bu hâlimi görünce ürktü benden, alacağı intikamı unutuverdi ve göğe doğru “Gak, gak, gak” diye bağıra bağıra uçtu.

Acaba affetti mi beni?

Peki şimdi ben nasıl gideceğim şu korkuluğun yanına? Genç olsam bir çırpıda ulaşırdım, hâlbuki şimdi yarım yarım yürümem, arada başımı göğe kaldırıp bakarak soluklanmam gerekecek. Neyse Allah Kerim… Tam bu düşünce ile iki adım atmıştım ki, karşıma şapşal görünümlü bir korkuluk çıktı ve elleriyle yüzünü kapatıp “Ah bir cadı, cadıııı” diye de bağırıverdi. Cadı da nereden çıktı şimdi? Ben miydim cadı?

  • “Dur, korkuluk, evladım dur. Cadı değilim ben, ihtiyar bir nineyim sadece.”
  • “Ama bizim orda sizin gibi yaşlılara cadı denir.”
  • “Neresi imiş sizin orası? Bizim buralarda ninelere hürmet edilir.”
  • “Ben Oz Büyücüsü hikâyesinden geliyorum. Hani şu meşhur hikâye bilirsiniz; Dorothy, köpeği Toto ve de arkadaşları… Ben aklı olmayan Korkuluk, cesareti olmayan Aslan ve de kalbi olmayan Teneke Adam… Biliyorsunuz değil mi?
  • “Biliyorum bilmesine de sen gerçekten yolunu kaybetmişsin. Burası senin hikayen değil, burası benim hayalim.”
  • “Ah, demek yolu şaşırdım. Arkadaşlarımı da kaybettim zaten. Hep aklım olmadığı için bunlar başıma geliyor. Ne olurdu ben de siz insanlar gibi olsaydım cadı? Mahsustan insan gibi olmak hiç güzel değil.”
  • “Cadı değil, cadı değil, nene diyeceksin. Tövbe tövbe… Ne var kukla olmakta… O da güzel. Bak, seni ölünce gömmeyecekler. Bizi gömecekler. Sana hesap sormayacaklar. Bize soracaklar. Diyecekler ki, ‘Ne yaptın ne ettin söyle bakalım? Bugün toz kadar iyiliğin ve kötülüğün sorulacağı gündür.’ Ya insan olmak kolay mı?”

Ben böyle deyince Korkuluğun beti benzi attı. Ellerini kalbine götürdü ve sesi titreyerek sordu, “Sahi mi bu söylediklerin cadı?” Başımı dertli dertli öne eğip, “Sahi ya” dedim. Korkuluk, “İstemem istemem, insan olmak istemiyorum. Akıl da istemiyorum. Peki sizler bunu bildiğiniz hâlde nasıl bu kadar rahat kötülük yapıyorsunuz? Hiç ölmeyecekmişsiniz gibi gülüp eğleniyorsunuz?” diye sordu. Ben de düşünüyordum bunu. Nasıl yapıyorduk? Nasıl bu kadar gamsız olabiliyorduk?

İşte bu soruların cevabını da tarlanın ortasındaki korkuluk verdi. Kollarını iki yana açmış olan korkuluğun uzaktan sesi duyuldu, “Çünkü insanlar kendilerini korkuluk zannediyor. Ölmeyeceklerine, gömülmeyeceklerine, hesaba çekilmeyeceklerine inanıyorlar. Hep yaşayacağız zannediyorlar. Ölüm hep komşulara, arkadaşlara, yaşlılara, diğer insanlara gelir sanıyorlar. Ben kollarımı açmış gerçek bir insan bekliyorum burada. Korkuluk olmadığının farkında olan bir insan.”