İslam Sanatı her zamandeğişime açıktı

Siyah Kalem'e ait bir minyatür
Siyah Kalem'e ait bir minyatür

Bazı kavram ve meseleleri ele almaya çalışmak, onlara yaklaşmak “normal” birzorluktan daha fazlasını barındırabiliyor içinde. “Geleneksel İslam Sanatları” da üçkelime ama kocaman bir anlam yüküyle, böylesi bir ağırlıkla karşımızda duruyor.Meselenin bir ayağında gelenek ve modernlik, bir ayağında sanat ve hayat, birucunda ise bütün bu sürecin içinde şekillendiği sosyopolitik ağ var. O yüzden sözkonusu meseleyi düşünmek için sükûnete her zamankinden daha fazla ihtiyacımızolduğu bir gerçek. Düşünmenin emekle olan ilişkisini hatırımızda tutarak, mezkûrmeseleyi düşünmeye emek veren, özen gösteren İstanbul Üniversitesi Dr. Öğr.Üyesi Ayşe Taşkent’le bu çetin ve bir o kadar önemli meseleyi konuştuk.

“İslam Sanatı” ifadesinden ne anlamalıyız? Bu doğru bir kullanım mıdır?

İslam Sanatı” tanımını değerlendirmeden önce İslam Sanatı tarihinin yazımının ne zaman başladığına ve nasıl ortaya çıktığına bakmak gerekir. Bu alan ilkin Sarazenik, Muhammedî, Faslı ya da Şarkî şeklinde adlandırılmıştır. Bunu takiben “İslam/İslamî” sıfat olarak Müslüman toplumlarda üretilen eserleri tarif etmede baskın kullanım haline gelmiştir.

Ayşe Taşkent
Ayşe Taşkent

“İslam Sanat Tarihi” terkibi doğal bir süreç içinde şekillenmemiştir, başlarda “Şark ülkelerine ait fantezi dolu egzotik bir dünya” olarak genel Oryantalist söylem içerisinde şekillenmiştir. Oryantalist söylemin odağında; İslam görsel kültürü ve geleneğine ait temsillerin; Avrupa merkezli, oryantalist bir perspektif içinde ve doğu-batı ayrımı üzerinde temellendirilmesi yer alır. İslam toplumlarında İslam sanatını bütünsel bir tarzda inceleyen yerli bir gelenek mevcut olmadığından İslam Sanat Tarihi, Batı normlarına göre şekillenmiştir. 19. Yüzyıla ait bu sınıflandırmaya göre İslam’ın görsel mirası, Ortaçağ geleneği içinde erken Hıristiyanlık ve Bizans sanatı yoluyla anlatılmaktadır. Bizans sanatı ve İslam sanatı, doğu ve batı arasında geç antik çağdan erken ortaçağa geçiş dönemi olarak zikredilir. Bu geçişten sonra anlatı ortaçağ ile birlikte batıya döner ve batıda devam eder. İslam sanatını “ortaçağlaştırmak”, bizi, oryantalist paradigmanın yeniden üretimine getirmektedir.

Çağdaş sanat, kuralları yıkıp kendi içinde yeni bir devinim oluşturdu. Bu yıkıcı kurallar gelenekli sanatlara ne kadar yansıdı ve onları ne ölçüde dönüştürdü?

Gelenek ya da geleneksel olan, Sezer Tansuğ’un ifade ettiği gibi, parçalılık-bütünlük, süreklilik ve eş zamanlılık süreçleri ile ortaya çıkan bir olgudur. İçinde yaşanılan coğrafya, coğrafyanın katkısıyla oluşan kültür, kültür ve dinin yansımasıyla şekillenen inanç sistemleri ve bütün bu olguların bir araya gelmesiyle oluşan insan/toplum yaşam biçimleriyle geleneksel olan, bir anlamda yaşanılan süreçle etkileşim halinde kalarak kendi yörüngesini çizmektedir.

Bedri Rahmi Eyüboğlu'na ait bir eser
Bedri Rahmi Eyüboğlu'na ait bir eser

Geleneksel, geçmişten günümüze uzanan bir sürecin ismidir. Bizde gelenek ve modern ilişkisini belirleyen ana unsur Doğu-Batı gerilimidir. Algı hatta yargı dünyamızda modern olarak kabul edilen Batı'yı temsil etmektedir. Geleneksel olan ise Doğu'yla eşleştirilmiştir. Bu kabulü biçimlendiren siyasal telkinlerin etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Bunun yanı sıra geleneksel olarak tanımlanan kadim üretim biçimleri ile “güzel sanatlar” olarak nitelenen alanın farklılığına da dikkat çekmek gerekmektedir.

Grekçedeki karşılığı tekhnē ile Latince karşılığı ars karşılığı olarak İslam düşüncesinde kullanılan sınaat/sanat terimi; modern anlamıyla güzel sanatlar deyişindeki sanatın bir karşılığı olarak ele alınmamıştır. Sınaat bugün bizim zanaat, el sanatı ve bilimle ilişkilendirdiğimiz türden insanî faaliyete tekabül etmektedir. Modern dönemde “Sanat”, “Güzel Sanatlar” ya da Fransızca da kullanılan ilk terimlerden olan “Beaux Arts” terimi çoğunlukla görsel sanatlarla ilişkili olarak düşünülse de daha geniş anlamıyla sanat terimi resim, heykel, mimarlık, müzik ve şiirden oluşan başlıca beş sanat alanını kapsamaktadır. Eskiçağlarda birçok kültürde karşılaşılan sanat ile zanaat özdeşliği, 18 yy. da “güzel sanatlar” kavramının ortaya çıkmasıyla ortadan kalkmıştır. Yani bir “yarar amacı taşıyan nesnelerin üretilmesi” ile “kullanılmak için değil de, hiçbir çıkar gözetmeksizin yalnızca hoşlanmak amacıyla, seyredilmek için nesneler üretilmesinin ayrılmasıyla” ortadan kalkmıştır.

Sanat ya da zanaatlar bilimler tasnifinde genellikle pratik bilimler olarak adlandırılan elle üretime dayalı işler bağlamında değerlendiriliyordu. Örneğin Aristoteles bilimler tasnifindeki poietik/prodüktif (poietikai) bilimler, meydana getirmeyle ve üretmeyle, şeylerin yapımıyla ilgili olan bilimlerdir. Poietik bilimler, bütün sanatları (tekne), dokumacılık, gemicilik, demircilik, çiftçilik gibi hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli şeyleri üretmeye yönelik olan sanat ve mühendislikleri kapsamaktadır.

Nitekim İslam kültüründe ya da islam felsefesi literatüründe on sekizinci yüzyıldan sonra geliştirilen “Güzel Sanatlar (fine arts) olarak adlandırılan”, sanat anlayışına sahip değildi. “Sınaat” kelimesi Arapçada “yapılan iş, meslek” ya da sanatçının mesleği anlamına gelmekte; “sınâ‘at sâni'in (sanatçının) hirfetidir (mesleğidir)” şeklinde tanımlanmaktadır. Sanat/sınaat “ilim”le sıkı bir bağı bulunan işler” ve “tatbiki/uygulamalı ilim” manasında kullanmıştır. Farklı bir ifade ile yapılan işte pratik (amelî) bir fayda düşünülerek yapılmış ise “sınaat” olarak adlandırılmıştır. İslam düşüncesinde sanat ve zanaat terimlerinin karşılığı olarak çoğunlukla “sınaat” terimi kullanılmakla birlikte zaman zaman “ilim”, “mihne”, “fen”, “hirfe”, terimleri de kulllanılmıştır.

Gelenek ve sanatın tanımına düştüğümüz bu şerhin yanı sıra İslam dünyasında üretilen sanatlar kendi içinde her zaman değişimlere, dönüşümlere ve yeni biçimlere açık olmuştur. Bir örnek vermek gerekirse; İslam kültürünün geleneğe en çok yaslanan bir parçası olarak gelişen Hat Sanatı dahi zaman içinde tasvirî özellikler kazanarak ortaya “yazı resim olarak nitelenen bir tür çıkmıştır. Örneğin 15.YY’da yaygınlık kazanan Hurufiliğin hat sanatına “yazı resim” türüne giren yeni ürünler kazandırdığı görülmektedir.

Hacı Bektaş Veli Müzesi
Hacı Bektaş Veli Müzesi

Özellikle Mevlevi ve Bektaşi hatlarında; Amentü Gemisi, Eshab-ı Kehf, Saltanat Kayığı, Kuş, Horoz, Leylek, Papağan, Ağaç, Çiçek, Hazreti Ali ve Devesi ve insan yüzü en çok işlenen suretler olmuştur.

Bu tür yeni ve farklı formların, hat sanatı gibi kuralları ve sınırları belli bir sanat dalında dahi bu kadar içselleştirilmesi ve yaygınlık kazanması, “yeni olan”ın “mevcut olan”a müdahale ve “plastik dil”i dönüştürme gücüne dair ekstrem bir örnek olarak verilebilir.

Geleneksel sanatların bugünkü çağdaş sanata yansımasını anlatabilir misiniz?

İslam dünyasında hat, minyatür ya da diğer geleneksel sanatların yeni araçlar, yöntemler ve malzemeler ile dönüştürülerek üretilmesi bugün başlayan bir olgu değil. Türkiye de üretilmiş örneklerden yola çıkarsak geçmişte hat, minyatür ya da halk sanatların klasik üretim biçimlerinden farklı olarak tuval üzerinde ya da farklı materyaller üzerinde kullanıldığı görülmektedir. Örneğin hat sanatı, tuval üzerinde yazı niteliği korunarak kullanılmıştır. Zaman zaman da yazı niteliği deforme edilerek ya da biçimi değiştirilerek kullanıldığı görülmektedir. Şevket Dağ gibi sanatçılarda daha gelenekçi bir yaklaşımla yorumlanan hat sanatının, Osman Hamdi’nin oryantalist bir yönelim içinde yeniden yorumlandığı görülmektedir.

Devrim Erbil
Devrim Erbil

1940-1950’li yıllarda Arap hurufatının hareketli ve akıcı özelliğinden yararlanarak hat sanatının resimde soyutlayıcı bir unsur olarak kullanıldığı görülmektedir. Sadece hat sanatı değil minyatürler de renk, kompozisyon, çizgi, perspektif gibi plastik özellikleri bakımından sanatçılara ilham vermiştir. 1950’li yıllardan itibaren geleneksel minyatür ile çağdaş resim arasında kurulan ilişkide geçmiş dönemin Siyah Kalem, Matrakçı Nasuh, Levni gibi usta nakkaşlarının üsluplarına göndermeler görülmektedir. Matrakçı Nasuh'un eski sefer yolları üzerindeki yerleşim yerlerini tasvir eden menzil minyatürlerine atıfla oluşturdukları kompozisyonlarla 1960 sonrası sanat ortamında Erol Akyavaş ve Devrim Erbil anılabilir.

Örneğin Ergin İnan üretiminin ilk aşamalarında kendisine Siyah Kalem'i örnek almıştır. Eserlerinde, soyut bir mekân üzerine yerleştirdiği kaligrafik ögeler, kitap sayfaları üzerinde gezinen böcekler, karıncalar fantastik bir atmosfer oluşturmaktadır.

Orta Asya'dan günümüze taşıdığımız halı, kilim, oya, yazma gibi geleneksel halk sanatlarından kimi unsurlar Bedri Rahmi ve Malik Aksel gibi ressamların eserlerinde kullanıma ve güncel yoruma kavuşurlar. Yine güncel ve çarpıcı bir örnek olarak Murat Palta anılabilir. Grafik eğitimi alan sanatçı, klasik minyatür tekniğini modern klişeler ile buluşturarak, sinema ve edebiyatın kültleşen sahnelerini tasvir eden eserler veriyor.

Günümüzde İslam Sanatı’nda kullanılan modern biçimleri “gelenekli sanatlara” ihanet olarak görenler var. Bu çağdaş yorumlamalar, gelenekselcileri neden rahatsız ediyor?

Geleneksel sanat erbabının, modern biçim ve yöntem uygulanmasına karşı iki küme rezervinden söz edilebilir. Klasikçiler diyebileceğimiz küme, yeni tema ve tekniklere, “usul bozma” gerekçesiyle karşı çıkarken, geleneksel üretimin, modern üretimin alt bileşeniymiş gibi çağdaş şemsiye altına dahil eden modernci bir küme de mevcut.

Ayşe Taşkent
Ayşe Taşkent

Müslüman yaşayışının, modern dünya ve temsil ettiği değerler ile ilişkisi öteden beri sosyopolitik bir tartışma alanı olmuştur. Modern sanatlar ile İslam sanatlarının, zıt kutuplar oluşturduğu ya da birleşik kaplar düzeneğinde olduğu gibi birinin alanının genişletilmesiyle diğerinin alanının daraltıldığı düşüncesi yaygındır. Batı sanatının ve İslam sanatının, temsil yöntemleri ve araçları açısından başkalığı, Batı sanat tarihinin geçirdiği evreler ve dönüşümlerin İslam sanatında yaşanmadığı hatta Avrupa-Amerikan merkezli sanat tarihi yazımında kendine yer edinmemiş olmaklığı bir “eksiklik seti” olarak kurgulanır ve bunun alıcısı çoktur. Tüm bu hükümlere karşın çağdaş sanatların anlatım imkânlarının sunduğu zenginlikten müslüman sanatçıların da geniş ölçüde yararlandığı ve -iyi ya da kötü- yukarıda söz edilen farkın giderek kapandığı görüşündeyim.

Bir yanda tasvire dair tartışmalar devam ederken, geleneksel sanatların modern çalışmalarda izlerini sürdürmek mümkün mü?

Tasvir konusunda dönem dönem yükselen tartışmalar, bizi bir sonuca ulaştırmadığı gibi oryantalist yaklaşımın minderine her defasında çekilmemiz anlamına gelmektedir. İslam’da figüratif temsil/tasvir konusu hem oryantalist sanat tarihçileri hem de fıkıh bilgininden görsel sanat uygulayıcısına dek Müslüman dünyada pek çok kişi tarafından tartışılmıştır. “Tasvirin, Kur’an ve hadisler aracılığı ile yasaklanıp yasaklanmadığı” teolojik bağlamda, sanat tarihi metodolojisi çerçevesinde ise siyasi ve entellektüel bağlamda tartışılmıştır. Bunun yanı sıra tasvir meselesi, tarihçi-ırkçı yaklaşım ile ele alınıp Sami geleneğinden gelen tasvir yasağının İslam’a yansıdığı da savunulmuştur.

Murat Palta
Murat Palta

Bazı batılı araştırmacılar İslam sanatı ve figuratif temsil konusunda anikonizm terimini kullanmışlardır. Anikonizm tarihî olarak, kutsalın tasvirinin negatif etkilerinin üzerinde yoğunlaşarak, ilk planda figuratif temsil ve imajların üretilmemesini tavsiye etmektedir.

Anikonizmin yanı sıra ikonoklazm terimi, İslam sanatı konusunda araştırma yapan oryantalistlerin merkeze aldığı diğer bir kavramdır. İslam’ın yükselişi ile Bizans’ta tasvir yasağının başlaması arasındaki zamansal örtüşme nedeniyle, ikonoklazm başlığı altında İslam’ın imgeler ile ilişkisi siyasal bağlamda tartışılmıştır. Diğer yaklaşımlara değinmek gerekirse; karşılaştırmalı bakış açısı; genellikle Batıda eğitim görmüş müslüman bilim adamları tarafından savunulan “uzlaştırıma ve kendi kültürüne adapte etme”ye dayalı bir yaklaşımdır. Müslüman gelenekçi bakışlar olarak adlandıracağımız diğer bir yaklaşım ise; bütün suretlere karşı sert bir yasağı savunan, figüratif olmayan İslam sanatını tecviz eden ya da seküler alanda figuratif temsile toleranslı davrananlar farklı kümeler oluşmaktadır. Müslüman rasyonalist tavra göre İslam’daki tasvir yasağı “bağlamla” ilişkili olarak ele alınmalıdır. Hala güncelliğini kaybetmemiş bu ve benzeri yaklaşımlar bir tarafa zengin islam görsel kültürü ve ortaya konulan eserler tasvir tartışmalarının zeminin içsel bir tartışma olmadığının en önemli göstergesidir.

  • Geleneksel sanatların bugününe gelirsek müslüman sanatçılar, kendi çalışmalarında İslam sanatındaki kimi formlarını ya da kadim üretim biçimlerini çağdaş sanat formları ve üretim biçimleri ile kombine ederek kullanmaktadırlar. Örneğin hat sanatı, soyut sanatla ve fotoğrafik gerçekçilikle biraraya getirilmekte ya da minyatürler yalnızca tarihsel bir form olarak değil, teorik ya da felsefi anlatı potansiyeli dikkate alınarak güncel sanat pratiklerine dahil edilmektedir. Özellikle son 20 yıldır müslüman sanatçılar artan bir şekilde uluslararası sanat platformlarında da kendilerine yer bulmaya başlamışlardır. Pek çok çağdaş müslüman sanatçı, çalışmalarında İslam sanat geleneğini, çağdaş sanat formları ile harmanlayarak orijinal ürünler vermektedir. Fotoğraf, enstelasyon, heykel, performans ve resim gibi branşlarda İslam kozmolojisi, folklorü ve etnografyasından esinlenen eserler ortaya konmaktadır.

Farklı ülkelerde özellikle de Arap dünyasında geleneksel sanatların çağdaş yorumlamaları ülkemize göre çok daha kolay kabul görüyor. Farklı ülkelerdeki bu çalışmalardan bahsedebilir misiniz?

Yakın coğrafyamızdaki ülkeler günümüzde maalesef savaşlar, iç savaşlar, göçler, yıkılmış ve boşaltılmış şehirler ile yaralı ve yorgundur. Her birinin maruz kaldığı şiddet ve yoksunluğun seyri ve hikâyesi farklı olduğundan topyekun bir değerlendirme yapma hatasına düşmemek gerekir. Örneğin Körfez Savaşı ve Saddam sonrasında pek çok Iraklı sanatçı mülteci olarak Ürdün ve Lübnan gibi bölge ülkelerine ya da Batı’ya göç etti. Bundan yaklaşık çeyrek asır sonra benzeri bir kaderi Suriyeli sanatçılar yaşadı. Zorunlu göçün şekillendirdiği bir diaspora sanatından söz etmek mümkündür. Diaspora sanatçıları kimlik, aidiyet, etnisite gibi kendi özgün gerçekliklerini bir çatışma olarak yaşayıp beraberlerinde getirdikleri ve gittiklerinde buldukları kültürlerin alaşımından bir çeşit eklektik sanat ortaya koydular.

Erol Akyavaş
Erol Akyavaş

Siyasal, ekonomik, toplumsal sorunlarına rağmen 1990’lardan itibaren Ortadoğu ülkelerinde modern sanat müzeleri, sanat akademileri, devletin ya da özel sektörün kurduğu kültür ve sanat merkezleri ve vakıfları, sanat galerileri, fuarlar ve bienaller üzerinden bir hareketlilik yaşandığını gözlemliyoruz. Bu ilginin geçmişine baktığımızda daha 20. yüzyılın başından itibaren bu ülkelerde Kübizm, Sürrealizm, Yeni Gerçekçilik gibi –dönem itibarı ile- güncel akımların etkilerini izlemek mümkün. Paris, Londra, Roma, Berlin, New York gibi merkezlerde eğitim alan, bu yerlerin sanat çevreleri ile etkileşime giren Ortadoğulu sanatçılar, edindikleri izlenimleri ve sanat anlayışlarını kendi yurtlarına taşımışlardır.

Yaşanan toplumsal travmalar, çatışmalar, bireyin hayatına yansıyan yoksunluk ve maruz kalınan şiddet ve yasaklar gibi gerçeklikler, Arap yoğun coğrafyada uçlarda yaşanan örneklere sahiptir. Bütün bu gerilim hatları, sanat üretiminin debisini ve etkisini arttırma ve yayma yönünde tersinden besleyici damarlar olarak işlev yüklenmiştir. Bu bağlamda sanatçılar geleneksel formları çağdaş formlar içinde dönüştürmekte kendi kültürel belleklerinde yer eden mimari, edebi eserlerden ya da hat/minyatür vb. görsel formlardan ilham alarak zaman zaman, inançlarının ve geleneklerinin ikonografilerini gözler önüne sermektedir. Video, performans, yerleştirme, fotoğraf ya da günlük yaşamdan seçtikleri malzemeleri kullanmaktadırlar.

Modern sanat aslında piyasasıyla birlikte var oluyor. Sergileme sorunları, küratörlerin bakışı gibi bu işin bir de ekonomi boyutu var. Çağdaş İslam Sanatları gerek yurtiçi, gerek yurtdışında itibarlı galerilerde kendilerine yer bulabiliyor mu? Yoksa sergilenme ve sahiplenmeleri getto ile mı sınırlı? Bu "yapıbozum" ekonomisi içinde nasıl varlıklarını sürdürüyorlar/sürdürebilecekler?

Geçmişte(ki) müzelerde sergilenme uygulamalarına baktığımızda İslam Sanat eserleri, “küçük/minor” ya da “dekoratif” sanatlar adı altında tasnif edilerek, daha yüksek sanatlar kabul edilen (resim, heykel) eserlerinin gölgesinde konumlandırılmakta idi. Bunun dayanağı, Avrupalı olmayan sanat eserlerine vurulan “zanaat” damgasının İslam Sanatına vurulması ve İslam Sanatı’na Avrupa Sanat tarihi anlatısında minor sanatlar arasında yer verilmesidir ki bu önyargılı ve politik bir tutumdur. Genel anlamda Avrupalı olmayan sanatlara vurulan “zanaat/craft/el sanatı” damgası sebebiyle şaheser niteliğindeki pek çok yapıt kendisine ancak etnografya müzelerinde yer bulabilmiştir.

Ergin İnan
Ergin İnan

Son yıllarda bu durumun bir nebze olsun değiştiğini söylemek memnuniyet verici. Örneğin Londra'da zengin koleksiyonlarıyla bilinen ve İslam sanatı alanında da çok değerli envantere sahip olan Victoria ve Albert Müzesi (V&A), 2009 yılında “The Jameel Prize”, adıyla uluslararası bir sanat ödülü vermeye başladı. İslam sanatları geleneği ile güncel sanat arasındaki kültürel diyaloğu geliştirmeyi hedefleyen ödül, işlerinde İslam sanatları geleneğinden esinlenen sanatçı ve tasarımcılara iki yılda bir verilmektedir.

Yine son yıllarda pek çok Batı konuşlu bienallerde, İslam sanatının ne büyük bir ilham kaynağı olduğunu delillendiren eserleriyle Pakistan, Irak, Bangladeş, Filistin gibi ülkelerin sanatçıları yer almakta ve büyük beğeni toplamaktadır.

Yakın tarihte Katar’ın başkenti Doha'da ziyarete açılan İslam Eserleri Müzesi örneğinde olduğu gibi Devlet zenginliği ve sermayesinin de sanatsal üretime değer atfederek himaye ve teşvik yönünde kullanılmaya başlanmasını görmek oldukça sevindirici.

  • Sharjah, Dubai, Abu Dabi Sanat Fuarlarına dünyanın dört bir yanından galeriler, koleksiyonerler ve sanatçılar katılıyorlar. Öte yandan Abu Dabi’de Guggenheim ve Louvre Müzesi şubelerinin açılması yönündeki girişimleri politik/ekonomik ajanda da tuttukları yeri dikkatten kaçırmadan sanat dünyasında doğu ve batı arasındaki mesafenin kısalmasına örnek olarak anmış olalım.

"Sanatın sonu"nu ilanı öte yandan ve paradoksal olarak her yerin sanatlı bir "eda" içinde varolmasıyla sonuçlanıyor. Gelenekte sanatla hayat arasındaki ilişki nasıldı?

Arthur Danto 1986’da yazdığı makalesinde sanatın sonunun geldiğini ilan ederken söylemek istediği, sanatın gelişimsel tarihinin sonudur. Gerçeğe benzetme süreci Eski Yunan’la başlamış iken sanatçılar, doğada gördükleri nesnelere benzer tasvirî imgeler üretmişler bu süreç, gelişimsel olarak anlatı/narration formu içinde sanat tarihçileri tarafından biteviye yazıladurmuştur. Sanatın gelişimsel tarihinin sonu, yani gerçeğe benzetim öyküsünün sonuna gelinmiştir. 19. Yüzyılın sonlarından itibaren fotoğraf ve 20. Yüzyıl ile birlikte sinema gerçeğe benzetmeyi zirvede gerçekleştirmesine rağmen resim yoluna devam etmiştir. Modern sanat evresinin 1880’lerde empresyonistler ile başlayıp 1970’lerde sonlandığı kabul edilebilir. Sanatta modernizmin aslında ressamların dünyayı gördükleri gibi temsil etmeyi terketmeleri ile başlamıştır. Doğadaki varlıkların taklidi terk edilip ‘temsil’ öncelikli problematik olmaktan çıkmıştır. Ardından çağdaş sanat dönemi diyebileceğimiz, modern sanatın aksine üretim yöntemlerine ve akımlara göre incelendiği; toplum bilincinin ağır bastığı, güç, çevre, küreselleşme, teknoloji-insan ilişkisi, biyomühendislik ve çok kültürlülük gibi temaların ağırlık kazandığı; “akım” ya da “üslup” gibi birleştirici özellikleri bulunmayan bir evre başlamıştır ve yaşanmaya devam etmektedir. Artık sanat eserinin neden sanat eseri olduğunun sorgulandığı ve sanatın felsefî soruşturmanın nesnesi olduğu bir süreç önem kazanmıştır.

Nasser Salem
Nasser Salem

Sanat tarihi anlatısındaki bu değişiklik, mimesis’i terk etme eğilimi, sanata felsefeyle bakma yaklaşımı İslam sanatının, din-sanat-felsefe-tasavvuf bağlamında algılanarak vaktiyle kendisine ayrılan “indirgemeci yaklaşımlardan” farklı yeni bir alan açtığını ifade etmek gerekir.

Geçmişte güzel-iyi/estetik-etik arasında kurulan ilişki farklı bir ifade ile sanat ve ahlak’ın birbirinden ayrılamazlığı ilkesi, sanat ve hayatı birbirine yakınlaştırmış idi. Güzel/iyi yapmak hem sanat üretimlerinde hem de iyi eylemlerde bulunmak bağlamında değerlendirilmiştir. Nitekim “hüsn-güzellik/hayr-iyilik” terimlerinin birbirinin yerine kullanılması bunun göstergesidir. Bu bağlamda geçmişte zanaat/sanat ve hayat arasındaki yakın ilişkisi/birbirinden ayrılmazlığı ya da ontolojik/kozmolojik tasavvurların bir tezahürü olarak sanat ile hayat arasında bir şekilde ilişkinin var olduğu kabul edilmekte idi. Modern ya da Post modern dönemdeki insan merkezli yaklaşımlar geleneksel olandan farklı olsa da din ve sanat ya da sanat-felsefe-tasavvuf arasındaki geçişkenlikler yeniden sanat-hayat pratiklerinin yakınlaşmasını tartışmaya açtı.

İslami/geleneksel sanatların "zanaatkâren"e bir boyutu var bildiğiniz üzere. Sadece "kreatif"likten ziyade "işçiliğin" de mutuber bir unsur olarak kendini gösterdiği bir düzünek var. Bu bir boyutuyla usta-çırak ilişkisine yani örneklik/taklit meselesine kadar uzanan bir manaya haiz. Sizce tekillikler çağında geleneksel sanatlarını işçilikle ve örneklikle ilgili boyutu nasıl muhafaaza edilebilir ya da muhafaza edilmeli mi?

Bugün anladığımız ve kullandığımız şekliyle sanat teriminin doğuşu ve zenaatle ilişkisine dair yukarıda tekhne terimi bağlamında aktarmaya çalıştığım tarihi ve aslında felsefi akışı göz önünde tutarak, gelişen teknoloji ile hız ve yaygınlık kazanan üretim aygıtlarının basma kalıp çıktılarının karşısında insan emeğinin ve hünerinin her zamankinden değerli olduğu söylenebilir. Soruda belirttiğiniz şekilde, apansız beliren, herhangi bir kökene dayanmayan ve bir mensubiyeti bulunmayan tekil bir yeteneğin karşısında belli bir usûl ve erkân ile ustadan çırağa aktarılan, bir silsile teşkil eden bir geleneğe oturan yordam ve iş tutuşun bünyesindeki “terbiye” işlevini dikkate almak gerekir.

  • Sanatın özünde bulunan cevher olan yaratıcılık, geleneği korumak adına yüzyıllar boyunca stilize olmuş ve belli kalıplara dökülmüş eserlerin bire bir taklidini ortaya koymaktan fazlasını gerektirir. İntisap edilen sanat dalını büyük ustaları ve eşsiz eserleri ile tanıyıp kavradıktan sonra yeni ilhamlar, imkânlar ve arayışlar ile biçimlenecek yeni bir eser ortaya koymak, hayatın doğası ve akışı gereğidir ve bunu kökünü inkâr anlamında bir yoksayıcılıkla itham etmek haksızlık olur.

Sanatçı, çağının tanığı olsa gerektir. Kimlik karmaşası yaşamadan, gelenekleşmiş geçmişi ve bunun müktesebatını besin kaynağı görerek üretecek sanatçı ancak, çağının tanığıdır ve bütün insan kardeşlerine söyleyecek sözü ve yükseltecek çağrısı olandır. Gelenekli olana yaslanmak, teksir ve röprodüksiyon aygıtı olarak dönüp durmak anlamına gelmese gerektir.