John Sayles sinemasında kolonyalizmi hatırlamak

Amerika Birleşik Devletleri, Filipinler’i işgal sürecinde soykırımla nitelendirilen uygulamalara imza atmasına rağmen bu işgal tarihte ve modern siyasette üzerinde fazla durulan bir konu olmamıştır.

Yönetmen John Sayles, Amigo filminde ABD’nin 1900’de Filipinler’i işgal ettiği dönemde bir köyde yaşananları anlatır. Köy halkı Amerikan müdahalesiyle bağımsızlık için savaşan yerli halkın ortasında kalmıştır. Katolik inancına mensup, dindar bir yaşam sürdüren köylülerin idaresi Rafael adlı bir adam tarafından sağlanmaktadır. Bağımsızlık savaşçılarının liderliğini ise Rafael’in kardeşi Simon yürütürken Rafael’in oğlu da isyancılara katılmıştır. Kızılderililere karşı savaştıktan sonra Filipinler’in işgaline katılan ABD’li askerlere komutanlık eden Albay Hardacre’ın hedefiyse bağımsızlık için savaşanları öldürmektir. Sayles, Filipinler’de yaşananların iki güç arasındaki bir çatışmadan ibaret olmadığını, sivil insanların sömürgeci politikalardan ne şekilde etkilendiğini anlatır. Yönetmenin yer yer sempatik tavırlarıyla sunduğu ABD’li askerler, Albay’ın talimatlarıyla tek derdi hayatta kalmak olan köylülerin gündelik yaşamını alt üst eder. Hayvanları öldürüp tarlaları ekilemez hâle getirirler. İsyancılara destek olan herkesin öldürüleceğini söyleyerek köylülerle bağımsızlık için savaşanları birbirine düşürürler. Aynı durum ABD liderliğinde Batılı güçlerin Afganistan ve Irak’ı işgal ettiği dönemde de yaşanır. İşgal güçleri Afganistan ve Irak halkına, direniş gruplarına destek olanların cezalandırılacağını duyurmuştur. Bu açıdan aradan geçen yüz yılın sonunda ABD politikalarında değişen bir şey olmadığı görülür.

Amigo’da savaş filmlerinin alışagelmiş yoğun çatışma sahnelerine yer verilmez. Ancak bu durum ABD’nin Filipinler’i işgal ettiği yıllarda yol açtığı yıkımı hafifletmeye dönük bir çaba değildir. Sayles, sömürgeciliğin etkilerini daha sıradan gibi görünen hikâyelerle anlatır. Genel olarak savaş iki güç arasında gerçekleşen silahlı bir çatışma olarak kabul edilir. Çiçero da savaşı, “Tarafların kuvvet kullanarak çatışması.” olarak tanımlamıştır. Tarih boyunca gerçekleşen birçok savaş için bu şekilde yapılacak bir değerlendirme yanıltıcı olmayabilir. Ancak aynı şeyi kolonyalizmin yol açtığı yıkımlarla ilgili söylemek mümkün değildir. Kolonyalizmde emperyal iddiaları olan, güçlü orduya sahip bir ülkenin başka bir ülke üzerinde tahakküm kurması söz konusudur. Oxford sözlüğü kolonyalizmi, “Yeni bir ülkede yerleşke, yeni bir yöreye yerleşme.” olarak tanımlarken, Ania Loomba, bu tanımın eksik ve yanıltıcı olduğunu belirtip kolonileştiricilerin “yerleştiği” topraklarda öncesinde başka insanların da yaşadığına dikkat çeker. Bu açıdan kolonileştirilen coğrafyalarda eşit güçlerin savaşından bahsedilemez. Loomba’ya göre kolonyalizm, başka insanların toprakları ve mallarının fethedilmesi ve denetlenmesidir.” Kolonyalizm bir toplumun, kültürünü, tarihini, kimliğini, ekonomisini yok ettiği gibi hafızasını da tahrip eder. Ancak Batı merkezci yazılan metinlerde bu duruma dikkat çekildiğini söylemek o kadar kolay değil. Kolonyalizmin Batı dışı toplumlarda yol açtığı etkilerle kolonyalizm hakkında yazılanlar arasında büyük bir fark söz konusu. Batılı ülkeler tarafından işgal edilen topraklarda kolonyalizmin nasıl bir yıkıma yol açtığı henüz detaylı bir şekilde ortaya konulmadı. Herkes, Fransa’nın Afrika’da onlarca ülkeyi sömürdüğünü bilir. Ancak Fransa’nın Gabon’da, Benin’de kaç kişiyi öldürdüğü, köleleştirdiği, değerli madenlerini ne oranda gasp ettiği, tarıma vurduğu darbe, çalınan tarihi eserleri gibi bilgiler henüz net olarak tespit edilmedi. Batı, günahlarıyla yüzleşmek, sömürdüğü ülkelere borcunu ödemek yerine medya, akademi, bilim ve sanat gibi alanlarda oluşturduğu algıları yaygınlaştırarak hakikatin üstünü örttü.

Kitle iletişim araçlarının etkisinin artmasıyla birer propaganda aracına dönüşmeleri uzun zaman almadı. Modern devletler kitleleri hedefleri doğrultusunda manipüle etmek adına iletişim araçlarını kullanma yoluna gittiler. Bengül Güngörmez’in ifadesiyle, “Kitle iletişim araçlarının toplumsal yaşamın etkin bir parçası olmasıyla birlikte politik, kültürel gündemi de belirlemesi kaçınılmaz hâle gelmiş, gündelik yaşam medya tarafından belirlenmeye başlanmıştır.” Özellikle hızlı ve kolay bir şekilde çoğaltılıp ulusal ve uluslararası kamuoyuna ulaşması açısından sinema da en çok kullanılan propaganda araçlardan biri oldu. Almanya’dan İtalya’ya, Rusya’dan Amerika’ya sinema, geniş kesimlere ulaşmak ve toplumu etkilemek amacıyla devletlerin kontrolündeki propaganda aracı olarak kullanıldı. I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de, Almanya aleyhine çok sayıda film yapıldı. Almanya’nın sinemanın gücünü keşfederek kendi ideolojisini ve hedeflerini topluma ulaştırması adına sinemayı keşfetmesi uzun zaman almadı. Evrim İnci’nin ifade ettiği gibi, “Hitler, propagandanın imkân verildiğinde tüm dünyanın etkilenebileceği ve sonuçlarının ne kadar yıkıcı olabileceği konusunda dünyaya unutulmaz bir örnek sunmuştur.” 20. yüzyılda sinemayı en güçlü şekilde kullanan ülkelerinde başında yine ABD gelir.

1942’de CIA kontrolünde Office of War Information (OWI) (Savaş Bilgilendirme Ofisi) kurulmuş, OWI’nin Hollywood’da ofis açması sağlanarak ABD’nin kendi lehine algı oluşturması amacıyla çok sayıda film çekildi. II. Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Franklin Roosevelt, bizzat yapımcı ve oyuncularla bu çerçevede bir görüşme gerçekleştirdi. Özellikle savaş ya da siyasette güç savaşlarının yoğun olarak hissedildiği dönemlerde Batılı devletler topluma ve uluslararası kamuoyuna iletmek istedikleri mesajlarda sinemayı propaganda amacıyla kullandı. Toplumun duygularını manipüle edip kendi dış politikalarını meşrulaştırmak adına ABD’deki savaş filmleri Sayles’ın ifadesiyle “kazanılan savaşları kutlamak” için çekildi. Bu filmler sayesinde sadece Amerikan toplumunun değil, Amerika’nın haricindeki toplumların da ABD politikalarını olumlayan bir yaklaşım içinde olmaları hedeflendi. Batılıların sömürgeci ve ırkçı politikalara rağmen bugün hâlâ demokrasi, özgülük ve insan hakları gibi değerleri temsil ettiğine ilişkin oluşan algı, propaganda konusunda çok da başarısız olmadıklarını gösterir. Bu açıdan ABD’nin Filipinler işgalinin “unutulan” ve pek de üzerinde durulmayan bir konu olmasından ötürü Sayles’in Amigo filmiyle bu konuya dikkat çekmesi ayrı bir öneme sahiptir. Kimi tarihçilere göre ABD’nin Filipinler’de tam anlamıyla bir soykırım politikası uyguladığı ve kısa sürede yüzbinlerce Filipinli’nin ölümüne neden olduğu ifade edilmektedir.
16. yüzyılda İspanyollar tarafından işgal edilen Filipinler, 333 yıl boyunca 1898’e kadar İspanya sömürgesi olarak kaldı. Dönem dönem bağımsızlık hareketlerinin direnişiyle karşılaşan İspanyollar, bölgede büyük katliamlar gerçekleştirdi. Filipinler’in bağımsızlık mücadelesinde öne çıkan en önemli isimlerden biri Lapu Lapu’dur. Lapu’nun ülkesinin bağımsızlığı için yürüttüğü mücadelenin rahatsızlık yaratması sonucunda, direnişi kırmak için Macellan bölgeye gönderildi. Dünyanın çevresini dolaşan ilk insan, Portekizli kaptan ve kâşif olarak tanımlanan ancak İspanyol sömürgeciliğinin yaygınlaşması için çalışan Macellan, Lapu Lapu’yu cezalandırmak için adaya gittiğinde karşılaştığı direniş neticesinde hayatını kaybetti. İspanyollar, sömürge politikalarına karşı çıkan direnişi zayıflatmak amacıyla misyonerlik faaliyetlerine ağırlık verdi. Toplumu Hıristiyanlaştırmak için yoğun bir çaba gösterdi. Bugün, Filipinler’in değişen demografik yapısının altında kolonyalist politikalar yatmaktadır. Altın, gümüş ve bakır gibi değerli doğal kaynaklara sahip olan Filipinler, bakır ve krom zenginliği açısından dünyanın en önemli bölgelerinin başında gelmekte, 36.289 kilometrelik kıyı şeridiyle dünyanın en uzun kıyı şeridine sahip beşinci ülkesi konumundadır. Ancak ülkenin sahip olduğu potansiyel etkin bir şekilde kullanılamamış, kolonyalizm, Filipinler’in her alanda gelişmesini engellemiş, halkı birbirine düşürerek uzun yıllar süren çatışmalara neden olmuştur.
333 yıl süren sömürge dönemi, 1898 yılında İspanya - ABD savaşının ardından farklı bir aşamaya taşındı. Amerika-İspanya savaşının sonucu olarak Filipinler, bazı Latin ülkeleriyle birlikte İspanya tarafından Amerika’ya teslim edildi. Üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı bir toprak parçasının egemenliğini, halkın iradesi yok sayılarak, hiçbir ahlaki ve hukuki kriter tanımadan bu şekilde devredilmesi kolonyalizmin işleyiş pratiğinin anlaşılması açısından önemlidir. Amerikan tarihinde Filipinler’in işgali sömürgecilik olarak değil halkın eğitimi, ülkenin modernleşmesi ve gelişmesine katkı sağlanması şeklinde sunuldu. ABD Başkanı William McKinley de Filipinlilerin kendi kendilerini yönetebilecek durumda olmadığını söylüyordu. “Onları eğitip Hıristiyanlaştırmaktan” başka çarelerinin olmadığını belirterek ABD’nin medenileştirici misyonuna işaret ediyordu. Fakat gerçekler yaşananların bir kalkınma projesinden ziyade doğrudan bir işgal ve sömürgecilik olduğunu gösterdi. Bağımsızlık için mücadele eden grupların öldürülmesi, tarlaların, köylerin yakılması, çocukların ve yaşlıların katledilmesi, köle ticareti ve 5 Mayıs 1902 tarihli New York Journal’ın ön sayfasında General Jacob H. Smith’in “On yaşın üzerindeki tüm Filipinlileri öldürün.” emrini verdiği ilanı soykırımın boyutunu gözler önüne sermektedir. Generalin sözlerinin ardından binlerce sivil, çocuk katledildi. Amerikalı tarihçi Paul A. Kramer, 2008 yılında The New Yorker’da yayınlanan makalesinde Amerika’nın, Filipinler’de yol açtığı yıkımı şu sözlerle anlatır; “Savaşın ilk yılında, ABD güçlerinin gerçekleştirdiği vahşet haberleri (köylerin yakılması, esirlerin öldürülmesi) Amerikan gazetelerinde yer almaya başladı. ABD ordusu giden telgrafları sansürlemesine rağmen, sansürlenmeyen hikâyeler de vardı. Askerler, evlerine yazdıkları mektuplarda, hava durumu, yemek ve subayları hakkındaki şikayetlerin yanı sıra Filipinlilere yönelik aşırı şiddetten bahsediyorlardı; ve bu mektupların bazıları yerel gazetelerde yayımlandı.” Bu mektuplarda ABD’li askerler halka uyguladıkları işkenceleri de anlatıyorlardı. 1901 yılının Kasım ayında Philadelphia Ledger’ın Filipinler muhabiri yaşananlara ilişkin şunları yazıyordu; “Askerlerimiz, insanları konuşturmak için üzerlerine tuzlu su pompaladılar ve ellerini kaldırarak barışçıl bir şekilde teslim olan insanları esir aldılar ve bir saat sonra, isyancı olduklarına dair hiçbir kanıt olmadan onları bir köprüye koyup teker teker vurdular, aşağıdaki suya bıraktılar ve kurşun dolu cesetlerini bulanlara örnek olsun diye yüzdürdüler.”
Kimi araştırmacılar ABD’nin 1,5 milyon insan öldürdüğünü ileri sürerken farklı kaynaklar bu rakamın 500 bin civarı olduğunu söylüyor. Kaliforniya Riverside Üniversitesinden Prof. Dr. Dylan Rodríguez, “Yüz binlerce, belki milyonlarca insan Filipinler’de öldürüldü.” derken gerçek rakamın asla bilinemeyeceğini belirtir. Bu “bilinmezlik” kolonyalizmin yıkıcı etkisini göstermekle beraber yukarıda bahsettiğimiz kolonyalizme dair gerçeklerin ortaya konamadığı yaklaşımının da doğruluğunu göstermektedir. Ölen insan sayısının dahi bilinemediği bir durumda gerçeğin ne olduğundan nasıl söz edilebilir ki? Rakamın 1,5 milyon ya da 500 bin kişi olması arasında hiçbir fark yok mu? İşgal edilen bir ülkede yüzbinlerce insanı öldürmek nasıl bir ülkeyi modernleştirme çabası olarak görülebilir? Yahut bugüne kadar neden hiç kimse bu bilgilerin peşine düşmemiştir?
Rodriguez, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu katliamları hiçbir zaman kabul etmediğini de ekler. Peki, katliamı yok saymak soykırım uygulandığı gerçeğini ortadan kaldırır mı? Elbette kaldırmaz. Ancak Amerika’nın hakim baskın gücü bu acı gerçeklerle yüzleşmeye izin vermiyor. Bugün kolonyalizm konusunda üniversitelerin dahi gereken çalışmaları yapmaması, Filipinler’deki katliamın gerçek boyutunun ortaya koyulmaması, hakim paradigmanın gücünden kaynaklandığı gibi üniversiteler gibi bilgi üreten kaynakların egemen güçler karşısında aldıkları pozisyonla da doğrudan ilişkilidir. Oysa kolonyalizmle gerçek bir yüzleşme sağlanabilseydi bugün İsrail’in Gazze’de soykırıma girişmesi de o kadar kolay olmazdı. Aliya’nın “Unutulan soykırım tekrar eder.” sözünde ne kadar doğru bir yere temas ettiği bu örneklerden daha iyi anlaşılmaktadır. Filipinler’deki soykırımın unutulması Gazze’de, Irak’ta yeni soykırımlar uygulanmasına neden olmaktadır. Hatırlanacağı gibi ABD Başkanı Bush da, tıpkı Filipinler’in işgali hakkında William McKinley’in söylediği şekilde, Irak’ı işgal operasyonunu dünyaya ilan ettiğinde, “Irak’ı özgürleştirmekten” söz etmişti. “Özgürleştirme, modernleştirme, medenileştirme” gibi söylemler kolonyalizmi perdelemek için dile getirilen anahtar kavramlardır. Fakat, milyonlarca insanı öldürmeyi, doğal kaynakları talan etmeyi medenileştirme projesiyle açıklamak hakikate takla attırmak anlamına gelir. Zaten hiçbir Batılı ülke başka bir toprağa ayak bastığında işgal ediyoruz dememiştir. Bu kavramlar asıl amacı perdelemek adına kullanılır. Bu sebeple kolonyalizmle gerçek bir yüzleşme için önce zihinsel kolonyalizmden arınma gerekir. Bu sayede kavramların içerdiği gerçek anlam ile o kavramlara yüklenen yeni anlamlar arasında bir ayrım yapılabilir.

Geçmişte yaşanan hatta hâlen devam eden şiddetin son bulması ve bu tarz işgallerin yenilerinin yaşanmaması açısından Batı’nın uluslararası ilişkilerde ve entellektüel düzeyde kullandığı kavramsal tuzaklara dikkat edilmesi gerekir. ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler Hollywood ve sinema endüstrisini kullanarak gerçekleri çarpıtmaya, farklı biçimlerde sunmaya çalışıyor. Manipüle edilmemek bu konularda dikkatli olmayı gerektirdiği kadar gerçeği ortaya çıkaracak ciddi çalışmalarla mümkündür. Bu açıdan kolonyalizmle gerçek manada yüzleşilmeli ve hangi bölgede ne yaşandıysa tüm sonuçları çıkarılmalı. 125 yıl önce Filipinler’de yaşananlar bugün farklı coğrafyalarda görülmeye devam ediyor. Hiçbir şey geride kalmadı. Kolonyalizm bitti denemez. Irak’ta 2 milyona yakın insan öldürülürken kolonyalizmin geride kaldığı nasıl iddia edilebilir ki? Kolonyalizmin geride kalan bir şey olduğunu düşünmek kolonyalizmin tam olarak ne olduğunu bilmemekten kaynaklanır. Yönetmen John Sayles, ABD’nin Filipinler işgali konusu gündeme geldiğinde ilk tepkisi, “Peki, ben bunu nasıl bilmiyorum?” şeklinde olur. Daha sonra, bu işgali arkadaşlarına sorar ve arkadaşları da okullarda böyle bir olaydan bahsedilmediğini ve bu konu hakkında bilgi sahip olmadıklarını söylerler. Bu sebeple John Sayles’ın Amigo filmi bu konuların tartışılmasına imkân sunması açısından büyük bir önem taşıyor. Sayles, sinemanın gücünü kullanarak bu katliamları hatırlatıyor. Şüphesiz, kültürel imkânlar kullanılarak benzer örneklerin çoğaltılması, dünya kamuoyunun gerçekleri öğrenmesi için faydalı sonuçlar doğuracaktır.