Kan, kemik ve tuval: Çağdaş sanatta kötülüğün teşhiri

Sanatın provokatif yapısı ve toplum kalıplarını sarsmadaki gücü, “kötülüğün estetize edilmesi” konusunu zorlu bir etik ikilemle yüz yüze bırakıyor.
Sanatın provokatif yapısı ve toplum kalıplarını sarsmadaki gücü, “kötülüğün estetize edilmesi” konusunu zorlu bir etik ikilemle yüz yüze bırakıyor.

Tarihin hemen her döneminde karanlık temalar ve korkunç sahneler sanatsal ifade aracı olarak değerlendirilmiştir. Antik Roma mozaiklerinde gladyatör dövüşleri, Orta Çağ fresklerinde cehennem tasvirleri ya da Rönesans resimlerindeki vahşi mitolojik hikâyeler bu duruma örnek oluşturur. Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sı, Hieronymus Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi” ve Shakespeare’in trajedileri de kötülüğün sanattaki yolculuğunu yakından izlemek isteyenlerin ilk başvuracağı eserlerdir.

Kabul edilebilirlik sınırlarının belirsizleşmesi hayatın her alanında bir kayba işaret eder.
Kabul edilebilirlik sınırlarının belirsizleşmesi hayatın her alanında bir kayba işaret eder.

Çağdaş sanat, gündelik algılarımızın dışına çıkan ve kimi zaman bizi rahatsız edici öğelerle yüzleştiren bir alan. Bu yüzleşmelerin en belirgin örneklerinden biri de “kötülüğün estetize edilmesi” meselesi. Kan, vahşet, mistik ritüeller ya da tabu sayılan temalar galeri duvarlarında sanat eseri olarak sunulduğunda izleyiciyi çelişik duygulara sürükleyebiliyor. Bazı sanatçılar bu karanlık motifleri bir tür görsel büyüye dönüştürerek aynı anda merak ve tiksinti hissi uyandırmayı başarıyor.

Bu noktada sanatın sadece “güzel” olanı yansıtmakla sınırlı kalmadığını; kolektif korkularımızı, tabularımızı ve bilinçdışımızdaki kaygıların da sahneye çıktığını görüyoruz. Örneğin, kanlı kemiklerin veya rahatsız edici ritüellerin kullanıldığı bir resim ya da performans, “kötülüğün kutsanması” gibi görülebiliyor. Hem estetik hem de etik açıdan sınırların zorlandığı bu çelişkili durum, sanatın “özgürleştirici” ve sorgulatıcı yönüyle toplumun ahlaki kodlarını karşı karşıya getiriyor.

Kötülüğün tarihsel yansımaları: Güzeli gölgede bırakan karanlık temalar

Felsefi açıdan, kötülüğün sanat yoluyla estetize edilmesi derin etik sorular doğurur.
Felsefi açıdan, kötülüğün sanat yoluyla estetize edilmesi derin etik sorular doğurur.

Kötülüğün sanatta yer bulması, modern zamanlarla kısıtlı bir durum değil. Tarihin hemen her döneminde karanlık temalar ve korkunç sahneler sanatsal ifade aracı olarak değerlendirilmiştir. Antik Roma mozaiklerinde gladyatör dövüşleri, Orta Çağ fresklerinde cehennem tasvirleri ya da Rönesans resimlerindeki vahşi mitolojik hikâyeler bu duruma örnek oluşturur. Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sı, Hieronymus Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi” ve Shakespeare’in trajedileri de kötülüğün sanattaki yolculuğunu yakından izlemek isteyenlerin ilk başvuracağı eserlerdir. Tarih boyunca “kötülük” teması, insanlık deneyiminin temel ve belki de kaçınılmaz bir parçası olarak her dönemde yeniden şekillenmiştir.

Bu noktada geçmişle günümüz arasında bir fark sezilir. Önceden ibretlik veya “öteki” ni kınayan bir anlam taşıyan kötülüğün tasviri, çağdaş dönemde daha fazla görkem, sansasyon ve provokasyon boyutuyla ön planda. Yüzyıllar önce ibret verme amacıyla ele alınan vahşet, bugün çoğu zaman yüksek sansasyon değeriyle “görkemli” bir gösteriye dönüşebiliyor. Geçmişte toplumun dikkati ibret almak amacıyla yönlendirilirken şimdi kimi performanslarda gerçek acılar bir gösteri unsuru gibi sunularak kendi değerinden soyutlanıyor.

Marina Abramović: provokatif performansın tartışmalı yüzü

Çağdaş sanat, gündelik algılarımızın dışına çıkan ve kimi zaman bizi rahatsız edici öğelerle yüzleştiren bir alan.
Çağdaş sanat, gündelik algılarımızın dışına çıkan ve kimi zaman bizi rahatsız edici öğelerle yüzleştiren bir alan.

Marina Abramović, günümüzün en tartışmalı performans sanatçıları arasında yer alıyor. Beden, ritüel ve zihinsel dayanıklılık ekseninde kurguladığı işleriyle “şeytana tapmakla” suçlanacak kadar polemiğe konu oluyor. 250 adet kanlı inek kemiğiyle düzenlediği performanslar, ateşe verdiği yıldız sembolleri ve “Spirit Cooking” konsepti kimileri için provakatif bir sanat dilini, kimileri için de gerçek bir ayini çağrıştırıyor. Abramović bu ritüellerin sanatın parçası olduğunu, okült veya şeytani bir nitelik taşımadığını belirtirken yaptığı her işin “sanat bağlamında” değerlendirilmesi gerektiğini öne sürüyor.

Damien Hirst de “kötülüğün estetize edilmesi” tartışmalarına dâhil olan bir diğer isim. The Physical Impossibility of Death in the Mind of Someone Living adlı eserinde formaldehit içinde sergilediği köpekbalığı, ölüm korkusunu kamusal bir seyir nesnesine dönüştürüyor. Bu eser, ölümü sergileyen soğuk bir vitrin mi, yoksa dehşetten beslenen sanatçının makyajlanmış merhametsizliği mi? Hirst’ün “Korkunç olanı görkemle parlatacağım.” diye haykırışını unutmamalı. Onun bu yaklaşımı birçok izleyiciye “rahatsız edici” geliyor ve sanatçıyı “kötülüğü estetize etmekle” itham ediyorlar.

Sansasyon mu, farkındalık mı?

Kötülüğün sanatta yer bulması, modern zamanlarla kısıtlı bir durum değil.
Kötülüğün sanatta yer bulması, modern zamanlarla kısıtlı bir durum değil.

Sanatın provokatif yapısı ve toplum kalıplarını sarsmadaki gücü, “kötülüğün estetize edilmesi” konusunu zorlu bir etik ikilemle yüz yüze bırakıyor. Yüksek sansasyon değerine sahip eserler, gerçek acının üstünü örterek göz alıcı bir deneyime dönüşebilir. Bu bağlamda gerçek acılar bir nevi “dekor” unsuru hâline gelme riskiyle karşı karşıya kalır. Marina Abramović’in gala performanslarında insan biçiminde hazırlanan pastalar, kimi izleyiciye göre sanatın farklı formlarının cesur ifadesi; kimine göreyse gerçek şiddeti unutturan ve bir nevi eğlenceye indirgeyen bir ilüzyon.

Performans sanatında bedenin doğrudan malzeme hâline gelmesi bu etik açmazı daha da sertleştirir. İzleyicinin, gerek sanatçının gerekse yardımcı sanatçıların bedenleri üzerinde sergilenen şiddet veya acıya tanıklık etmesi, onu rahatsızlıktan büyülenmeye kadar geniş bir duygu skalasında bırakır.

“Rhythm 0” ve bedenin nesneleştirilmesi

Marina Abramović’in en bilinen işlerinden “Rhythm 0” performansında sanatçı, kendi bedenini 72 nesneyle birlikte izleyicinin inisiyatifine sunar. Gül, tüy, kırbaç ve hatta silah gibi eşyaların olduğu bu masada, izleyici Abramović üzerinde dilediğince tasarrufta bulunur. Başlangıçta tereddütlü olan katılımcılar, zaman ilerledikçe sınırları zorlar; sanatçının kıyafetlerini yırtıp vücuduna kesikler atacak kadar ileri gider. Altı saatlik performansın sonunda Abramović’in bedeni kesikler ve iğne izleriyle doludur. Böylece insandaki şiddet dürtüsü, “sanat” çerçevesinde somut bir deneyime dönüşür. Performans, “kötülük” kavramını izleyiciye acımasız bir biçimde hatırlatırken sanatın ve insan doğasının karanlık yanına ışık tutar.

Bu noktada sorulması gereken soru, sanatın şoke edici yönünün meşru bir ifade biçimi mi, yoksa kolay yoldan dikkat çekme çabası mı olduğudur. “Rhythm 0” insanın karanlık tabiatını ifşa etse de gerçek şiddetin “meşrulaştırılması” riskini barındırır. Sanat provokatif olabilir ama insani onuru zedeleyecek fiilleri sanat bahanesiyle göz ardı etmemek gerekir.

Benzer şekilde, Chris Burden’ın “Shoot” performansında gerçek bir silahın kullanılması ve sanatçının vurulması, Ron Athey’nin bedenini açıkça yaraladığı çalışmalar… Bu sanatçılar fiziksel acıyı performansın merkezine yerleştirerek izleyiciyi sarsan bir yüzleşmeye davet ediyor. Ne var ki izleyicinin tedirginlikle harmanlanmış hayran bakışı, şiddetin “yüceltilen” bir duruma evrilmesi riskini taşıyor. Burada asıl tehlike, şiddetin estetik kılıfla örtülüp sıradanlaşması ihtimali.

Şiddetin estetize edilmesi

Şiddet sanatta hoş renkler ve formlarla sunulduğunda izleyici onu farklı bir mercekten görür.
Şiddet sanatta hoş renkler ve formlarla sunulduğunda izleyici onu farklı bir mercekten görür.

Felsefi açıdan, kötülüğün sanat yoluyla estetize edilmesi derin etik sorular doğurur. Sanatın özgür olduğu savunulsa da bu özgürlük gerçek acıların, bedensel ve ruhsal sömürünün üstünü örtemez. Performans sanatında “güçlü etki” hedeflenirken izleyicinin de kendine has bir röntgenci yaklaşımla sahnelenen şiddeti büyüleyici veya sürükleyici bulması şiddetin normalleşme ihtimalini artırır. Eleştirel açıdan bakıldığında bu yaklaşım performanstaki diğer bedenlerin veya maruz kalanların hikâyelerini bir “eğlence formu”na indirger.

Şiddet sanatta hoş renkler ve formlarla sunulduğunda izleyici onu farklı bir mercekten görür. Bir tabloda ya da filmde estetize edilmiş bir cinayet sahnesi, izleyicinin gerçekte asla kabul edemeyeceği bir eylemi “güzel” ya da “ilginç” bulmasına yol açabilir. Walter Benjamin’in Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri’nde sözünü ettiği estetik ve politik gerilim, tam da bu noktada belirginleşiyor. Şiddeti sanatsal kılıfa büründürmek toplumsal açıdan bir yanılsama yaratabilir. Korku ve acı, estetik bir algıyla seyirlik nesneye dönüşünce mazlumların sesi duyulmaz hâle gelebilir. Öte yandan, performans sanatının en büyük kudreti de bizi konfor alanımızdan çekip çıkarma kapasitesiyle tanımlanıyor. Fakat “kötülüğün estetize edilmesi”, şiddeti “seyirlik nesne”ye dönüştürüp kurbanların acısını belirsizleştirdiği anda özgürleştirici potansiyel hızla sömürüye kayma riski taşıyor.

Son söz: sınırlar ve sorumluluk

Özellikle bedenin nesneleştirilmesiyle ilgili performanslar, tekniği ne kadar çarpıcı olursa olsun, etik bir sorun yumağı oluşturuyor.
Özellikle bedenin nesneleştirilmesiyle ilgili performanslar, tekniği ne kadar çarpıcı olursa olsun, etik bir sorun yumağı oluşturuyor.

Çağdaş sanatın tarihsel temelleri, özgürlük alanı ve dönüştürücü etkisi ortada. “Kötülüğün estetize edilmesi” kendi içinde bir paradoks: İnsanların kolektif korku ve tabularını gözler önüne seren bu yaklaşım, acı ve şiddeti kimi zaman birer gösteri nesnesine de dönüştürebiliyor. Performans veya eserin estetik büyüsü, kurbanların travmatik hikâyelerini arka planda bırakabiliyor. Seyirci çoğu zaman yaşanan acıları göz ardı ederek “harika bir deneyim”le galeriden çıkıp gidiyor.

Özellikle bedenin nesneleştirilmesiyle ilgili performanslar, tekniği ne kadar çarpıcı olursa olsun, etik bir sorun yumağı oluşturuyor. Sanat her şeyi meşrulaştırma gücüne sahip mi? Estetik özgürlük ile insan onuru çatıştığında hangisi galip gelmeli?

Eleştirel bir bakışla değerlendirildiğinde, şiddetin sanat yoluyla estetize edilmesi, şok ve merak doğururken kurbanların sesini bastırma tehlikesini de beraberinde getiriyor. Bu çelişki tam da performans sanatının özündeki “izleyiciyi sarsma” gücünü vurguluyor.

Felsefi açıdan bakıldığında, bu durum ahlaki duyarlılığımızı ve empati becerimizi aşındırır. Kötülüğün estetik bir çekicilik kazanması, onun içindeki insani trajediyi örter; acıyı, şiddeti veya adaletsizliği zarif bir maske altına gizleyerek, izleyicinin vicdanını uyuşturur. Daha önce “asla kabul edilemez” dediğimiz görüntüler, şimdi estetik bir sunum aracılığıyla “hoş görülebilir” hâle gelir. Bu yalnızca sanatın özgürlük alanına yönelik bir eleştiri değil aynı zamanda toplumsal değerlerin altını oyan, bizi şiddet karşısında eylemsiz, duyarsız bırakan bir süreçtir. Kant ve Hegel gibi düşünürler sanatın dönüştürücü gücünü överken bile estetiğin ahlaki bir boşlukta salınmasının tehlikelerine dikkat çeker. Eğer çirkin olan, zalim olan, zararlı olan yeterince “güzel” paketlenebilirse toplumsal bellek ve vicdan da bu dönüşümün kurbanı olur.

Kötülüğün estetik bir çekicilik kazanması, onun içindeki insani trajediyi örter; acıyı, şiddeti veya adaletsizliği zarif bir maske altına gizleyerek, izleyicinin vicdanını uyuşturur.
Kötülüğün estetik bir çekicilik kazanması, onun içindeki insani trajediyi örter; acıyı, şiddeti veya adaletsizliği zarif bir maske altına gizleyerek, izleyicinin vicdanını uyuşturur.

Sonuç olarak, kabul edilebilirlik sınırlarının belirsizleşmesi hayatın her alanında bir kayba işaret eder. Sanat galerilerinden sosyal medya akışına kadar yaşadığımız bu kayıp hem bireysel vicdanımızı hem de ortak insani değerlerimizi erozyona uğratır. Kötülüğün estetize edilmesi, yalnızca göze hoş görünen, konuşulmaya değer bir “eser” üretmekle kalmaz; aynı zamanda kolektif ahlaki pusulamızı da şaşırtır. Bu mesele, estetik bir tercihin ötesine geçip etik bir zorunluluk, insani bir sorumluluk alanına dönüşür. Böylece her izleyici, her sanatçı ve her dijital tüketici “Güzellik adına gerçekten her şeyi mazur görebilir miyim?” sorusuyla yüzleşmek zorunda kalır.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım