Kapitalist çağın akıncıları

​Kapitalist  çağın  akıncıları
​Kapitalist çağın akıncıları

Sabahattin Zaim, Orhan Pamuk’u muhtemelen hiç okumadı. Garbzedelere tebessüm ediyor ama fikirlerini ciddiye almıyordu. Gene de Cevdet Bey ve Oğulları’nın dönme Fuat Bey’ini andıran çok sayıda insanı “gerçek hayatta” tanımış olmalıyd

Yahudi bir aileden gelen mason Fuat Bey, yeni palazlanan girişimci Cevdet Bey’e mütemadiyen, çağdaş bir iş adamı olmak istiyorsa eski töre ve kurallardan sıyrılması gerektiğini öğütlüyordu: “Bütün bu köhne kurallar ve gelenekler yüzünden ticaretle meşgul olanlar senin, benim gibi Müslümanlar değil de, hep Ermeniler, Yahudiler, Rumlar. Bak ben bile tam Müslüman sayılmam. Sen tek başınasın!”1

Mütebessim muallim Sabahattin Zaim ise, geleneğe bağlı bir iktisadi kalkınma düşlüyor, bu yola girmiş uç beylerine “İstikametiniz doğru ve yalnız değilsiniz!” duygusunu vermeye çalışıyordu.

Mütebessim muallim Sabahattin Zaim ise, geleneğe bağlı bir iktisadi kalkınma düşlüyor, bu yola girmiş uç beylerine “İstikametiniz doğru ve yalnız değilsiniz!” duygusunu vermeye çalışıyordu.
Mütebessim muallim Sabahattin Zaim ise, geleneğe bağlı bir iktisadi kalkınma düşlüyor, bu yola girmiş uç beylerine “İstikametiniz doğru ve yalnız değilsiniz!” duygusunu vermeye çalışıyordu.

Çalışma Ekonomisi başlıklı ders kitabının her bölümünün girişi, Kur’an-ı Kerim’den adil bir emek-sermaye ilişkisine dair ayetlerle süslüydü. Roman Diliyle İş Hayatı kitabımın yayımlandığını görmesini çok isterdim; temel konularını kendisiyle uzunca müzakere etmiştik.

Bundan tam 25 yıl önce karlı bir kış günü MÜSİAD’ın davetlisi olarak birlikte Hollanda’ya gittik. Tecrübeli hocam, Avrupa’nın dört bir yanından koşup Rotterdam’daki toplantıya gelen Türk iş adamlarına “Türkiye’nin kahraman evlatları, sizler bizim akıncılarımızsınız!” diye hitap ederek konuya girdi.

Bir anda gözler ışıldadı ve kendimizi Mohaç meydanında buluverdik! Bu cesaretlendirici ve takdirkâr hitabın genç girişimcilerimizi haddinden fazla havaya soktuğunu hissedince, eleştirel yazarlığın verdiği cüretle, teraziyi biraz dengelemeye çalıştım: “Evet ama gecikmiş akıncılarsınız!” dedim konuşma sırası bana geldiğinde.

Modern çağın ilk akıncılarının ülkesinde olduğumuzun farkında olmalıydık: 1602 yılında kurulan VOC (Hollanda Hind Şirketi) bugünkü Endonezya’yı, ondan iki yıl önce kurulan İngiliz EIC (Doğu Hind Şirketi) ise Hindistan’ı asırlarca yönetti ve sömürdüler.

Zaim Hoca konuşmasında “Sömürüsüz bir dünya mümkün ve elzem!” diyor, sanayileşmede tek modelin söz konusu olmadığını, geç kalmanın sıkıntıları yanında avantajlarının da olduğunu söylüyordu.

Gecikenin, sonradan gelenin mutlaka önde gidenlerden daha farklı bir nitelik geliştirmesi gerektiğini ekledim ben de. Yoksa, öncülerle başa çıkılamazdı.

Nitekim, doğudan ve güneyden kıstırılmış Avrupa, 16. yüzyıldan itibaren gecikmişliğini fark edince, Osmanlı veya Ruslar gibi “mekânda genişleme” yolunu değil, önemli bir inovasyon sayabileceğimiz “zamanı sıkıştırma” yolunu tuttu.

Sonradan Sanayi Devrimi diye adlandırılacak olan bir dizi icat ve yenilikçi atılım sayesinde, daha dar bir mekânda daha fazla “iktisadi değer” üretir hâle geldi. On sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, bir bakıma, süregelen bu sıkıştırma eyleminin aklileştirilmesi çabasıydı.

Sıkıştırılan zaman, verimliliği, dolayısıyla maddi gücü artırıyor; mekânda yayılanlara kıyasla daha üstün bir rekabet gücü veriyordu.

Alman akıncılar nasıl başardı?

Avrupa sistemi dâhilinde de erkenciler ve geç kalmışlar vardı. Ticaret kapitalizmine Hollanda, sanayi kapitalizmine ise İngiltere öncülük etmiş; Almanlar iki alanda da geç kalmışlardı. Geç kalanların, sonuç doğuracak bir fark geliştirmeleri gerekiyordu. İngiliz sanayileşmesini küçük, bireysel işletmeler gerçekleştirmişti.

Fakat Almanlar yola koyulduğunda, bu küçük işletmeler artık baş edilemeyecek kadar mesafe katetmiş, büyümüşlerdi.
Fakat Almanlar yola koyulduğunda, bu küçük işletmeler artık baş edilemeyecek kadar mesafe katetmiş, büyümüşlerdi.

Fakat Almanlar yola koyulduğunda, bu küçük işletmeler artık baş edilemeyecek kadar mesafe katetmiş, büyümüşlerdi. Aynı yolu takip ederek İngilizlere meydan okuyamazlardı. Ölçeği işin başından itibaren büyük tutmak zorundaydılar. Büyük ölçekli sanayi yatırımları ise ciddi finansman gerektiriyordu.

Almanlar da önce “Yatırım Bankaları”nı kurdular. Bu bankaların halktan topladığı fonlar, büyük yatırım projelerine yönlendirildi. Bugünkü banka-merkezli Alman sanayisi, 150 yıl önceki yatırım bankacılığının eseridir. Almanya’nın en büyük girişimcileri kişiler değil, Deutsche Bank, Commerzbank gibi bankalardır.

“Bizim de farklı vasıflar geliştirmemiz lazım. İster yeni bir sistem iddiasıyla yola çıkalım, ister mevcut sistemden pay kapmaya çalışalım, mutlaka farklı bir çizgi tutturmamız gerekiyor.” Bu mesajı vermeye çalıştığım Rotterdam toplantısı, farklılık arayışının bazı işaretlerini veren bir buluşma gibi gelmişti bana.

Önce MÜSİAD-Hollanda başkanı Mehmet Akbulut ile pazarlamacı-mühendis Emin Erdurcan bize Hollanda’yı ve oradaki Türk müteşebbislerini anlattılar. Bir yabancılar ülkesiydi Hollanda.

Toplum, asırlar boyu dışarıdan gelen muhacirlerle o kadar karışmıştı ki, “yerli halkın” kimlerden oluştuğunu kestirmek bile zordu. Protestan Felemenk Cumhuriyeti’nin Katolik baskısı altında ayakta durabilmesinde Osmanlı katkısını da unutmamak lazımdı.

On altıncı yüzyıl başlarında, Venedikliler tarafından taciz edilince, Osmanlı sultanına başvuruyorlar. Yavuz Sultan Selim sıcak bir alaka gösteriyor ve Venediklilere karşı Hollanda ahalisine destek veriyor. Bu yardıma bir şükran nişanesi olarak, Hollanda Parlamento binasında hâlâ Yavuz’un bir portresi asılı bulunmaktadır.

İlk Hollanda büyükelçisi 1612 yılında İstanbul’a geliyor ve 25 yıl kalıyor. Adı, Cornelis Haga. (Rivayete göre, sultanın huzuruna çıkabilmek için yeterli değerde hediye getirmemiş olduğu için, hiç huzura kabul edilmemiş!)
İlk Hollanda büyükelçisi 1612 yılında İstanbul’a geliyor ve 25 yıl kalıyor. Adı, Cornelis Haga. (Rivayete göre, sultanın huzuruna çıkabilmek için yeterli değerde hediye getirmemiş olduğu için, hiç huzura kabul edilmemiş!)

İlk Hollanda büyükelçisi 1612 yılında İstanbul’a geliyor ve 25 yıl kalıyor. Adı, Cornelis Haga. (Rivayete göre, sultanın huzuruna çıkabilmek için yeterli değerde hediye getirmemiş olduğu için, hiç huzura kabul edilmemiş!) Haga’nın Osmanlı-Felemenk ticaretinin gelişmesine katkılarını incelersek, bu rivayetin abartılmış bir latife olduğu sonucuna varabiliriz.2

Hollanda nüfusunun takriben yüzde 7’si Müslüman. Bunların mühim bir kısmı Türk. Bizimkiler artık yerleşik hâle gelmiş gibiler. Ülkede 25 yıl önce sekiz bin civarında olan Türk işletmelerinin sayısı bugün üçe katlanmış.

MÜSİAD’ın o zamanki üye sayısı 25 idi; sadece 2019 yılında üye olanların sayısı 23. “Gelişme belki ağır fakat sağlam olmalı” diyordu başkan Akbulut, “MÜSİAD üyeleri hem ticari ahlakın garantörü hem sosyal huzurun teminatı olmak zorundadırlar.” Bu son ifadeden, manevi bir farkın yakalanmış olduğunu sezinliyorduk. Muhacir müteşebbis, kısa günün kârını kovalamak yerine, uzun vadeli ve dünyası yanında ahiretini de kurtaracak bir yöneliş içinde gözüküyordu. Mason Fuat Bey’e değil, musalli Zaim Hoca’ya kulak vermiş gibiydiler.

Muhacir müteşebbis ve kapitalist ruh

Hoş anılarla vedalaştığımız “Avrupalı” Müslüman girişimcilerin heyecanını anlamlandırmada zorlandığımı hatırlıyorum. Azimlerinde belirleyici olan unsur Türklük veya Müslümanlık mıydı, muhacirlik mi?

Meşhur iktisat tarihçisi H. Trevor-Roper, Weber’in malum Protestan ahlakı tezini değerlendirirken, kapitalist ruhun kaynağının Protestanlıktan ziyade göçmenlik (muhacirlik) olduğunu belirtir.

Batı Avrupa tarihinde gördüğümüz çoğu kapitalist sanayicilerin Protestan oldukları doğrudur. Ancak bunlar umumiyetle ülkelerinin yerli Protestanları değil, muhacir Protestanlardır. Tıpkı Yahudiler gibi. Binaenaleyh, girişimciliklerinin arkasındaki temel faktör Protestanlık değil, göçmenliktir belki de.

  • Göçmenin yerli halktan ayrıldığı iki temel husus vardır:
  • (1) Siyasi gücü sınırlı, sosyal itibarı düşüktür; dolayısıyla ekonomik güç elde ederek diğer iki alandaki eksikliğini dengelemek ister.
  • (2) Yerli halkın tabi olduğu ahlaki kayıtlara, hiç değilse onlar kadar tabi değildir.

Bu durum ona ekonomik alanda daha geniş bir hareket serbestisi sağlar. (Yukarıda dönme Fuat Bey’in Cevdet Bey’e öğüdünde de bu tavrın izlerini görüyoruz!) Avrupa’da gözlemlediğim Müslüman girişimcilerimiz için birinci husus, yani ekonomik güç peşinde koşmak, öncelikle “Batılılar nezdinde aşağılanmadan kurtulmanın bir yolu” olarak somutlaşıyordu.

İkinci husus, yani ahlaki kayıtlar ise, gevşemek şöyle dursun, Batılı girişimcilere nispetle belki daha da ağırlaşıyordu.

MÜSİAD-Hollanda toplantısında ticari ahlak ve ilkeler meselesi o kadar tartışıldı ki, Fransız Müslüman Yusuf Marchal sonunda dayanamayarak şu yorumu yaptı: “Yüze yakın iş adamının, saatlerce iş hayatına dair tartışma yapıp paradan hiç söz etmemelerine hayret ediyorum! Lütfen biraz da yatırımdan, kârdan söz edelim. Hocalarımızın sözünü ettikleri şu sosyete anonimleri ve yatırım bankalarını nasıl kurabileceğimize geçelim.”

MÜSİAD’ın o zamanki başkanı Erol Yarar, tüccarın İslam tarihindeki rolüne çarpıcı bir örnek verdi: Çin’in güney kısmındaki Guanzo şehrinde iş bağlantısı yaparken cuma namazı vakti yaklaşmış. Biraz umutsuz bir hâlde şehirde cami bulunup bulunmadığını sormuşlar. Çinli gülümseyerek, “Şehrimizde 1350 yıllık bir cami var” demiş.

Huaisheng Camii, Guangzhou
Huaisheng Camii, Guangzhou

Yarar ve arkadaşları hayretler içinde bu eski camiye gitmişler. Cennetle müjdelenmiş sahabilerden Sad İbn Ebi Vakkas’ın (r.a.) oğlu tarafından inşa ettirilmiş olduğunu öğrenmişler. Ticaret maksadıyla ta Çin Denizi’ne kadar giden bu âlim-tüccar, kim bilir kaç insanın hidayetine vesile olmuş, yaptırdığı camide şimdiye kadar kim bilir kaç alın secdeye varmıştır.

Yarar, konuşmasında esas olarak “organizasyon” üzerinde durdu. Ekonomik hayatta iyi örgütlenemezsek, ya sistemin çarkları arasında ezilir veya onun bir parçası oluruz, dedi.

MÜSİAD üyelerinin haftada en az bir defa buluşmaları gerektiğini, cuma namazının buna işaret olduğunu belirten Yarar, “İnsanların gönüllerini İslam’a ısındıran Müslüman iş adamları olalım” diyerek konuşmasını bitirdi.

MÜSİAD başkanını dinlerken, Türklerin Müslümanlaşması hususunda büyük tarihçi Halil İnalcık’ın yaptığı değerlendirmeyi hatırladım: “Kitle hâlinde Müslüman olan ilk Türk kavimlerinin yaşadığı bölgeler, Türk dünyası içinde ticaretin ve şehir hayatının en ileri gittiği, Müslüman (Arap) kervan ticaretinin ve tüccar kolonilerinin uzun zamandır serpilip geliştiği bölgelerdi.

O devirlerde, dünyanın en medeni kısmının mümessilleri olan bu Müslüman tacirler, yönetimdeki Türk sınıfını sadece lüks malların değil, ince görgü ve tavırların, yüksek kültürel değerlerin taşıyıcıları sıfatıyla da etkilemiş olmalıdırlar.

Türklerin Müslüman olması, bir hükümdarın resmî kararıyla kesin ve kitlesel biçim almadan önce, uzun bir kültürel etkilenme sürecinin neticesiydi.”3

Nehemia Levtzion, aynı sürecin Afrika’da da yaşandığını ve bu kıtanın kılıç kullanılmadan, âlim-tacir denebilecek bir Müslüman şahsiyetin gayretiyle Müslümanlaştığını tespit etmektedir.4

Hz. Nuh’un gemileri

Sonra Berlin’e uçtuk. MÜSİAD-Berlin’in genel kurul salonuna girmeden önce, üst kattaki mescitte namaz kıldık. Mescide asılı levhalardan birinde, eğreti harflerle şu eğreti olmayan sözleri okuduk: “Camilerimiz Nuh aleyhisselamın gemileridir, dışında kalmayalım!”

MÜSİAD’ın Berlin’de 85 üyesi vardı: Hemen hemen hepsi işçilikten müteşebbisliğe geçmiş köylü çocukları. Sıkılgan, biraz ürkek ama son derece kararlı insanlar. Konuşurken yüzü kızaran başkan Ali Uzun, sadece Almanya’daki Türk iş adamlarını değil, “fikriyatımızı paylaşan” başka ülke insanlarını da aramıza alacağız, diyordu.

“Esmer adamın yükü!”, gerçekten evrensel bir mesaja benziyordu. Onlara Abdurrahman ibn Avf’tan söz ettim. Muhacir müteşebbisin muhkem timsali. Hicreti müteakip, Medineli “kardeşi” kendisine malının yarısını ve hanımlarından birini almasını teklif etmiş, o ise sadece pazarın yolunu sormuştu.

Vefatından sonra muazzam bir servet bırakan bu sahabi, İslamiyet’in Endonezya’dan Fas’a uzanan akılalmaz hızdaki yayılmasının üç temel unsurundan birini işaret ediyordu: tüccar. Zaten sıhhatli bir medeniyet âlim-devlet adamı-girişimci üçlüsünün verimli dayanışmasıyla ortaya çıkabilirdi.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Almanya tam bir şantiyeye dönmüş, ülke yeni baştan kurulmaya başlanmıştı. Berlin’in merkezinde Mercedes ile Sony, dünyanın en büyük iş merkezi kompleksini inşa ediyor; başka bir deyişle, İkinci Dünya Savaşı’nın mağlupları Anglo-Sakson dünyasına meydan okurcasına, ayağa kalktıklarını bütün dünyaya duyuruyorlardı.

Muhacir girişimcilerimizin ise en büyük eksikliği, organizasyon yeteneği olarak somutlaşıyordu. Her şeyi kendileri yapmak istiyor, yetkilerini delege etmiyorlardı. Yetki devri, itimat gerektirir. İtimat ve intizamlı denetim. Aradan geçen zamanda Zaim Hoca çok sevdiği Rabbine kavuştu, ben de “haddi aşan” yaşımda iktisadi akıncılarımız için Makul Yönetici’yi kaleme aldım. Meşru İktisat’ı da bitirebilsem gözlerim açık gitmeyecek!

Dipnotlar

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Can, 1986, s. 42.

Mehmet Bulut, Ottoman-Dutch Economic Relations in the Early Modern Period, 1571-1699, N. W. Posthumus Reeks XI, Verloren Press, Hilversum 2001.

Mustafa Özel, Tarih Risaleleri, İstanbul: İz, 1995, s. 17.

Nehemia Levtzion, Conversion to Islam, New York: Holmes and Meire, 1979.