Kasada okutulmayan bir gün

Kasada okutulmayan  bir  gün
Kasada okutulmayan bir gün

Benim çocukluğum Bursa Reyhan pazarında geçti. Bursa’da tek günlük pazarların yanında, belirli bölgelerde yedi gün kalkmayan pazar tezgâhları da vardır .

Sabahın karanlığında evden çıkıp gece karanlığında eve dönmeyi gerektiren başka bir iş daha var mıdır bilmiyorum. Ama pazarcılık böyledir.

Eğer ürününüzü kendiniz yetiştirmiyorsanız, o gün gelen en iyi malı almak için sabahın erken saatlerinde hale gitmek zorundasınızdır. Malı alır ve tezgâhınıza gidersiniz. Muhtemelen sabah ezanına bu saatlerde rastlarsınız.

Benim çocukluğum Bursa Reyhan pazarında geçti. Bursa’da tek günlük pazarların yanında, belirli bölgelerde yedi gün kalkmayan pazar tezgâhları da vardır. Derinlemesine bir araştırma yapmadım ancak yaşadığım diğer şehirler olan Ankara ve İstanbul’da bu tarz bir çarşı sistemine rastlamadığımı söyleyebilirim.

Velhasıl, bizim pazarımızda sergiler kurulu olduğu için brandalar ve onların yetmediği yerlere konan bez örtüler kaldırılarak tezgâhlar açılır. Kabzımaldan sandıkla alınan mallar tek tek tezgâha yerleştirilir. Eğer, alttaki mallar üsttekiler kadar güzel değilse muhtemelen bir daha o kabzımala uğranmaz.

Mallar dizildiyse kahvaltı faslına geçilecek demektir. Pazarcının kaderi evde kahvaltı yapamamaktır. Zaten yemeği geç yiyebildiği için uyandığında aç olmaz. Sağlıklı beslenme meraklılarına hizmet eden pazarcılara sağlıklı beslenmenin pek uğradığı söylenemez.

Ama yemekler bereketlidir. Sabah saatlerinde müşteri çok olmadığı için baş başa olan pazarcılar, cami ile tezgâhlar arasında bir yere -yani müşteriye görünmeyecek; garibana, canı çekip de isteyemeyene ayıp olmayacak bir yere- sandıkları dikey vaziyete getirerek otururlar.

Ortada iç içe geçirilmiş iki sandıktan ve üzerine serilmiş bir gazete kâğıdından müteşekkil sofralarına herkes kendi tezgâhından bir şeyler getirir. Peynir, domates, salatalık, üzüm ve tabii pazarda gezerek satış yapan el arabalarından börek… Allah ne verdiyse.

Öğle vaktine doğru pazarlar hareketlenmeye başlar. Bütün pazar ahalisi bu saatlerde toplanır. Pazar ahalisi derken kimi kastediyorum? Birincisi pazarcılar ve onların okumayan çocuklarıdır, yani tezgâhın gerisindekiler. Eğer çocukta okumaya dair bir ışık görülmezse erken yaştan itibaren yetiştirilmeye başlanır. Durum tam tersi ise okul çıkışlarında, hafta sonu ve yaz tatillerinde tezgâha çağrılır ancak kasaya yaklaştırılmaz ki parayı görüp alışmasın.

Ağır işler genellikle verilmez, sadece getir götür ve ufak taşıma işleri yaptırılır. Pazarın bir diğer ahalisi müşterilerdir. Daha çeşitli bir kitle olduğu için birçok açıdan sınıflamaya tabi tutulabilirler. Mesela yaş grubu açısından bakacak olursak, pazarcının hitap kitlesi genellikle orta yaş ve üzeridir. Gençlerin genellikle bu alışverişleri marketlerden yaptığı malum. Bir genç olarak, bunun gençliğin verdiği yoğun tempodan ziyade ağız tadıyla ilgili bir mesele olduğunu düşünüyorum.

Pazardan alışveriş yaparak yemeğini bu malzemelerle yapan biri, markette satılan ürünlerin buzhanede bekletildiğini ve bu süreçte tadını kaybettiğini kolaylıkla anlayabilir.

Ama üniversitesinde ucuza tabildot çıktığı için sanayi yağıyla yapılmış yemekleri yiyen, parası olduğunda da kızgın yağda yapılan yiyecekler tüketen birinin bu ayrımı fark etmesi neredeyse imkânsızdır. Onun için ortalama bir üniversite genci için pazarlar, “Keşke vaktimiz olsa da oradan alışveriş yapsak” diye iç geçirilen bir yer değildir. Genellikle akla gelmez.

Orta yaş ve üzeri içinse pazarlar genellikle günü beklenen ve çıkılan yerlerdir. Bu noktada, yaş grubunda yaptığımız gibi bir maddi gelir sınıflaması yapmak güçleşir. Zira, bir pazarda her bütçeye hitap eden tezgâhlar vardır ve bunlar müşteriler tarafından bilinir.

Yine de belirli bir ortalama tutturulur. Pazarcılar, yanlarında çalışan çocukları öğle saatlerine doğru pazarı gezmesi ve sattıkları ürünün diğer tezgâhlarda kaç liraya satıldığını öğrenmesi için yollarlar. Böylece fiyat-kalite dengesi sağlanmaya çalışılır.

Bu saydığımız pazar ahalisi, marketlerde de görülebilen insanlardır. Ancak şimdi bahsedeceğim iki sınıf marketlere uğramaz. Zaten onlardır pazarı pazar yapanlar.

Birincisi düşkünlerdir. Amiyane tabirle hayatın sillesini yemiş, çeşitli sebeplerle evi barkı ya olmayan ya da derme çatma yerlerde yaşayan bu insanlar, genellikle çıkma meyve sebze ve ufak ücretler karşılığında pazarcıların ayak işlerini yaparlar.

 Müjgan abla
Müjgan abla

Tek başına çalışan pazarcılar tezgâhlarını bırakamadıkları için eczaneye, markete yahut atıştıracak bir şeyler almaya bu kişileri yollarlar. Tabii bu sözsüz bir anlaşmadır, hiçbir zaman “Şunu yaparsan sana şunu veririm” gibi bir şey konuşulmaz. Görev tanımı yoktur, bir yolla hayatta kalmak vardır.

Size bu insanlardan biri olan Müjgan abladan bahsetmek istiyorum. Müjgan abla, hikâyesi pek bilinmeyen kimselerden. Sadece kocasını bir motosiklet kazasında kaybettiğini ve çocuğunun olmadığını biliyoruz. Onu ilginç kılan şey ise köpeklerle olan ilişkisi. Hemen hemen her sabah pazara gelerek bütün kasaplardan kemikleri toplar, onları büyük poşetlere koyar ve şehrin en ucundaki köpeklere götürür.

İnsanların “Köpekçi Müjgan” diye takılmalarına hiç aldırmaz. Bu işlemi şehir merkezi, pazar yeri ve şehrin diğer ucu olmak üzere gün içinde üç kez daha tekrarlar. Metrodaki güvenlikler onu artık tanıdıkları için geçişini sorun etmezler.

O, Bursa’daki sokak köpeklerinin Müjgan annesidir. Yiyecek teminini yukarıda bahsettiğim yolla sağlarken kirasını orada burada tanıştığı kadınlara fal bakarak çıkarır. Onun için bazı günleri “izin günü” olarak tanımlar. Tabii izin günü fal baktığı gündür, asıl işi köpekleri doyurmaktır.

Pazar ahalisinin son sınıfı hayvanlardır. Hayvanlar bir küsüp bir barışılan ama giderek daha çok sevilen canlılardır pazarcılar için. Tezgâhı dağıttığı veya malı zayi ettiği için kızılır ama yine de kovulmaz. Hamile kediler, genellikle doğurmak için tezgâh altlarını seçerler.

Sabah bir bakmışsınız, bir kedi ailesi orada uyuyordur. “Hay aksi” dense de merhamet edilir, hele bir de isim takma safhasına gelindiyse artık onlar sahiplenilmiş demektir. Bu saydığımız dört sınıf ahalisiyle pazarlarda hiçbir şeyi elektronik kasalarda okutamazsınız.

Terazideki rakamlar size sunulur, kasadaki rakamlar yüzünüze vurulmaz. Çıkışmıyorsa canınız sağ olur. Yoksa sonra verirsiniz. Kimse bir şey almadığınız takdirde size kınayan gözlerle bakmaz, devamlı tüketmeniz için talepte bulunmaz. Bir şeyden çok alıyorsanız “Ağabey ev kalabalık herhâlde” denir, beraber gülünür.

İşte öğle vaktinde bahsettiğimiz herkes oradadır. Her tür insanla münasebet kurmak zorundasınızdır. Bir gün sattığım salçayı iade için getiren müşterime nedenini sorduğumda, “Ben bunu mikroskobun altına koydum da baktım, bunun içinde virüs var” dediğini söylesem sanırım meramımı anlatmış olurum. İnsanlarla yakın ilişki gerektiren her iş gibi pazarcılık da sabır ister.

Mallar akşama kadar nasibince satılır. Hava kararmaya yüz tuttuğunda “akşam pazarı” tabir edilen zaman dilimi başlar. Burada yarına dayanması mümkün görünmeyen mallar öğlenkilere kıyasla daha ucuz fiyatlara satılır. “Kalmasın, kalmasın abiler, ablalar!” diye seslenilir. Satılırsa satılır, satılmazsa düşkünlerin ve hayvanların nasibi demektir. Karanlık iyice çöker, yatsıya doğru tezgâhlar kapanmaya başlar. Brandalar ve bez örtüler tekrar yerlerini alırlar.

Neredeyse on dört on beş saat çalışan pazarcılar evlerine herkesten daha yorgun döner. Tezgâhlar açıkta olduğu için kışın ısıran soğuğa, yazın kavuran sıcağa tahammül ederler. Çilesi çok olan bu iş için bir zamanlar “İyi kazandırıyor” denirdi ancak şu an yakınından bile geçmiyor.

Çoğu pazarcı “tezgâhı döndürse” şükreder durumda. Marketlerle olan mücadelenin yanında bir de buna tanzim satışlar eklendi. Malın pazarcıya olan maliyetinin altında yapılan satışlarla pazarcının mücadele edebilmesi mümkün görünmüyor. Allah hayırlara çıkarsın. Başka ne diyelim?