Kokunun bayıltıcı ve bunaltıcı tarihi

Kokunun bayıltıcı ve bunaltıcı tarihi
Kokunun bayıltıcı ve bunaltıcı tarihi

Yağmurdan sonraki toprak kokusu, denizin iyotlu kokusu, portakal ağacının kokusu, nane yaprağının kokusu, fırından yeni çıkmış kurabiye kokusu, yeni doğmuş bebeğin cennet kokusu, taze çekilmiş kahvenin kokusu, tavşankanı çayın kokusu… Sahi bir gün koku duyunuzu kaybedecek olsanız en çok hangisini özlerdiniz? Bir gün koku duyunuzu kaybedecek olsanız, yani apartmandan girdiğinizde tüm o yemek kokuları arasından annenizinkini seçemeyecek, evladınızın veya sevdiğinizin o an yakınınızda olduğunu onları görmeden anlayamayacak, kitaplarınızın kokusunu içinize çekemeyecek olsaydınız ne olurdu, hiç düşündünüz mü?

2011 yapımı Perfect Sense filmi de tam olarak böyle bir korkudan yola çıkıyor. Filmde dünyadaki tüm insanlar henüz ne olduğunu anlayamadan birden koku alma duyusunu yitiriyorlar.

Koku alma duyularını yitiren insanlar öncesinde “hatırlıyorlar”. Üzüldükleri, kızdıkları, sevindikleri, pişman oldukları her küçük ayrıntıyı hatırlıyorlar, bu hatırlama beraberinde ağlama krizlerini getiriyor. Tüm dünyada herkes hatırlıyor ve ağlıyor…

Nihayet bu süreç bittiğinde koku duyularını kaybettiklerini anlıyorlar. Koku olmadan hafızalarını yitireceklerini biliyorlar. Çocukluklarına dair her şeyi unutacaklar. Yemeklerin kokusunu alamayacaklar, balığın taze olup olmadığını bilemeyecekler, tüm kokular yalnızca kâğıt üzerinde bir his olarak kalacak… Ne korkunç! Filmin devamında salgın etkisini artıracak. Önce tat alma duyularını, sonra işitme ve nihayet görme duyularını da yitirecekler. Dünya karanlık ve sessiz bir mezarlığa dönüşecek… (Spoiler verdiğim için bağışlayın.)

Filmi izlediğimde alzheimer ile koku duyusunun bir bağlantısı olup olmadığı sorusu takıldı zihnime. Ve sorumun çok da yersiz olmadığını öğrendim. Jama Neurologydergisinde azalan koku alma ve kokuları ayırt etme becerisinin demans ve alzheimerın belirtisi olduğu ortaya konulmuştu. Bu sebeple alzheimer veya demans belirtisi gösteren hastalara basit koku testleri yapılması tavsiye ediliyordu.

  • Pessoa, “Koku alma yeteneğinin tuhaf bir görme duyusu” olduğunu söyler. “Bir fırından burnuma ekmek kokusu gelir, içimi bayıltacak kadar tatlı bir koku… Çocukluğum o uzak mahalleden gelip o dakika karşıma dikilir” diye devam eder.

1871 tarihinde dünyaya gelen Fransız yazar Marcel Proust da koku ile hatırlayanlardan.
1871 tarihinde dünyaya gelen Fransız yazar Marcel Proust da koku ile hatırlayanlardan.

Eğer siz de Pessoa’ya hak veriyorsanız, alzheimer ile yitip giden koku duyusunun görme duyusu ile neredeyse eş değer olduğunu kabul edeceksinizdir. Koku ile hatırlayanlar ve koku ile unutanlar… Ne mucizevi bir sistem.

1871 tarihinde dünyaya gelen Fransız yazar Marcel Proust da koku ile hatırlayanlardan… 9 yaşında astım krizleri sıklaştığı için ailesi tarafından Illiers’deki halasının yanına gönderiliyor Proust. Yıllar sonra yağmurlu bir günde eve geldiğinde, üşümüş olduğunu fark eden annesi ona bir fincan çay ve bir adet madlen keki ikram ediyor.

Fincandan yükselen koku ve kekin kokusu Proust’u belleğinde bir yolculuğa çıkartıyor ve halasının çocukluğunda ikram ettiği ıhlamur çayı ve madlen keki ile buluşturuyor. Bu koku onun, üç bin sayfalık muhteşem eseri Kayıp Zamanın İzinde’sinin de çıkış noktası oluyor ve koku-uzak hafıza arasındaki ilişkinin “Proust fenomeni” olarak bilinmesine yol açıyor.

Koku ve bellek ilişkisi bu kadar büyük bir önemi haiz iken, tarih boyunca kokuya verilen önemin nasıl olduğunu, koku kültürünü ve parfümün tarihini merak etmemek elde değil. Dilerseniz birlikte kısa bir yolculuğa çıkalım.

Fakat hatırlatmalıyım ki yolculuğumuz zaman zaman hastalık, zaman zaman pislik kokuları, fakat çoğunlukla bayıltacak kadar ağır esans kokuları eşliğinde olacak. O hâlde lütfen tüm kokuları sıfıra çeken, parfümerilerin dahi biricik dostu, yoldaşı kahveyi yanınıza almayı unutmayın. İsterseniz bir tutam isterseniz bir fincan…

Kokunun felsefesi

Platon, kokunun efemineliği ve fiziksel hazzı çağrıştırdığını; aromatik kokuların yalnızca fahişeler tarafından kullanıldığını düşünüyor, bu sebeple kokuya itibar etmiyordu. Ona göre erdemli insan, matematik ve müzik aracılığı ile ruhunu iyileştiren insandı. Sahip olduğu tüm kokularla birlikte insan bedeni yalnızca ruhun mezarı idi. Dahası, beyne yakın olan konumu sayesinde burun, tüm yasaklanmış duygu ve arzularla doğrudan temas hâlindeydi.

Platon’un aksine, Sokrates bu hususta daha az dogmatik düşüncelere sahipti. Ona göre kokular, bir kişinin ait olduğu sosyal sınıfı yansıtıyordu ve bu sebeple bir değere sahipti. Platon göze ve kulağa daha büyük bir önem atfediyordu.

Zira insanlarla iletişimi sağlayan bu iki duyu aynı zamanda kişinin geometri ve müzikle de ilişkisini temin ediyordu. Yüzün tam merkezinde olduğu hâlde burnun önemi ve dahi koku duyusu sonraki filozoflar tarafından da pas geçildi.

Aydınlanma çağında ve endüstri devrimi sırasında, duygular küçümseniyor, insan rasyonalitesi ilerlemenin lokomotifi olarak görülüyordu. Bu düşünce “koku”yu da etkiledi. Zira bu duyunun, hoş olmayan beden ve nefes kokusuyla ilgili olduğu inancı hâkimdi ki bu düşünce, Platon’un ve Kant’ın geleneğini yansıtıyordu.

Kokunun ve diğer duyuların öneminin kavranmasında İngiliz ampirizmi büyük rol oynadı. Bilginin tamamen deneyime dayandığı fikri üzerine, birçok bilimsel araştırmacı ve onlarla iş birliği yapan doktorlar ve kimyagerler koku da dâhil olmak üzere tüm duyularını daha etkili bir şekilde kullanmaya başladılar.

Bütün bilimsel araştırmacılar, filozoflar ve sanatçılar, Aydınlanma filozoflarının yaptığı ölçüde rasyonaliteyi vurgulamadılar. Rousseauve Goethe, bilimin peşinde, sezginin ve duygusal katılımın büyük önemini fark etti ve hatta koku duyusunu övdü. Gerçekten de, Romantik dönemde, hoş olmayan kokular da dâhil olmak üzere genel olarak duyulara ve duygulara büyük önem verildi.

Hastalık ve koku

Hastalıkların tedavi edilmesinde kokunun kullanımı antik çağlara dayansa da 17. ve 18. yüzyılda enfeksiyonların tedavisinde terapötik kokular kullanılmıştı. Kokularla şifa aranılan hastalıklar veba ve enfeksiyonlarla sınırlı değildi.
Hastalıkların tedavi edilmesinde kokunun kullanımı antik çağlara dayansa da 17. ve 18. yüzyılda enfeksiyonların tedavisinde terapötik kokular kullanılmıştı. Kokularla şifa aranılan hastalıklar veba ve enfeksiyonlarla sınırlı değildi.

Antik Yunan doktoru Hipokrat hastalıkları teşhis etmek için hastanın kokusunun etkili bir araç olduğunu söyledi. İbn Sina da hastalıkların teşhisinde kokuyu bir araç olarak kullanıyordu. Hastaların idrarlarının kokularındaki değişiklikler hastalık belirtisi olarak yorumlanıyordu.

Kokunun hastalıkların belirtisi olduğu tespiti, aynı zamanda kokuların hastalıkların sebebi olduğu inancına da sebebiyet verebiliyordu. Bunun en somut örneği, insanların veba ve tifüs gibi hastalıklardan korunmak için yanlarında koku keseleri ve meşaleler taşımalarıydı.

Hastalıkların tedavi edilmesinde kokunun kullanımı antik çağlara dayansa da 17. ve 18. yüzyılda enfeksiyonların tedavisinde terapötik kokular kullanılmıştı. Kokularla şifa aranılan hastalıklar veba ve enfeksiyonlarla sınırlı değildi.

Her ne kadar etkileri hususunda şüpheler olsa da parfüm, 17-19. yüzyıllarda histeri, amenore, hipokondriya, baş ağrıları ve soğuk algınlığı gibi pek çok zihinsel ve fiziksel rahatsızlığın tedavisinde kullanılmıştı.

19. yüzyılın başlarına gelindiğinde ise, parfümlerin tedavi sürecindeki etkisi hususunda şüpheleri olan bilim insanlarının, bu şüphelerini dile getirmeleri ile birlikte parfümün hastalıkların tedavisinde kullanımı, kimyasal ilaçların lehine olacak şekilde azalmıştı.

Bilhassa 18. ve erken 19. yüzyıllarda tıp alanında kokuya olan ilgide büyük bir artış görüldü. Yaşanan bu değişimin perde arkasındaki en önemli sebep, doktorların ve araştırmacıların hastalıkların kökenine dair bir bilgilerinin olmamasıydı. Bu yüzden veba, tifo ve sıtma gibi hastalıkların “miyazma” adı verilen havadaki kokudan kaynaklandığına inanılıyordu.

Çürüyen cesetlerden, idrar ve dışkılardan, bataklıklardan, depremlerden sonra oluşan çatlaklardan çıkan buharlar… Havada ve yer altında olan bütün bu pis kokular insanlığın sonunu getirecek bir tehlike olarak görülüyordu.

6 Şubat 1901 tarihli İkdam gazetesinin haberi de bu inancı destekler niteliktedir. Bu haberde, Yenihamam’da Piri Mustafa Paşa İbtidai Mektebi’nin altındaki ahırın çok kötü koktuğu ve mektepteki çocukların sıhhatini ihlal eylemesi hasebiyle mevcut sıkıntının giderilmesi okul müdürlüğü tarafından ilgili mercilere bildirilmiştir.

En çok hapishanelerde ve hastanelerde bulunan miyazmanın yalnızca mahkûmların değil pek çok avukatın da ölümüne sebep olduğuna/olacağına inanılıyordu. 19. yüzyılın sonunda cezaevlerini ziyaret eden yargıçlar kötü ve zararlı gazlara karşı kokular sürünerek kendilerini tifüse karşı korumaya çalışıyorlardı.

II. Meşrutiyet dönemi basınının önemli isimlerinden Tanin gazetesinde muhabirlik yapmakta olan, ancak Osmanlı devletinin çeşitli bölgelerinden yayımlanmak üzere Tanin’e gönderdiği mektuplarla şöhreti artan Ahmet Şerif Bey, gittiği yerlerdeki hapishaneleri de gezerek mektuplarda izlenimlerini yazmıştır. Ahmet Şerif Bey’in gördüğü hapishanelerin hemen hemen hepsi oldukça kötü bir vaziyetteydi. Şarkikaraağaç Hapishanesi’ndeki izlenimlerini anlattığı 19 Eylül 1909 tarihli şu satırlar aslında dönemin taşra hapishanelerinin ve hapishanelerdeki miyazma bahsinin bir özeti gibiydi:

  • “Büyücek bir oda genişliğinde bahçeyi geçtim ve asıl hapishane denilen yere girdim. Koku o kadar kuvvetli bir surette yayıldı ki, elimle burnumu kapamağa mecbur kaldım. Burada hava yok, ziya ise hiç yok! Duvarda yanan ufak bir lamba, hafif ziyasıyla, güneşin bile sokulamadığı, her şeyin bittiği bu sefalethaneyi tenvire, mahpus diye buraya atılan zavallılara, biraz hayat vermeğe çalışıyordu. Tavan çökmüş, duvarlar çarpılmış, zeminin döşemesini teşkil eden tahtalar parçalanmış, rutubetten her şey sararmış... Hükûmetin abdesthanesi bu odaya bitişik, galiba lağım da altından geçiyor, taaffün koku oradan intişar ediyor.”

Ünlü yazarların, bazı romanlarında dönemin atmosferini hissettirmek için direkt ya da dolaylı yoldan kokunun ciğerlerimize kadar dolmasını sağlayabildikleri vakidir. Emile Zola’nın Raugon-Macquart dizisinin üçüncü kitabı olan Paris’in Karnı da o romanlardan biridir.
Ünlü yazarların, bazı romanlarında dönemin atmosferini hissettirmek için direkt ya da dolaylı yoldan kokunun ciğerlerimize kadar dolmasını sağlayabildikleri vakidir. Emile Zola’nın Raugon-Macquart dizisinin üçüncü kitabı olan Paris’in Karnı da o romanlardan biridir.

Hastalık ve salgın korkusu nedeniyle, hemen hemen her yerde hüküm süren hayal edilemez koku, “hijyenistler” ve belediye sağlık kurullarının müdahalelerine yol açtı.

Hijyenistler, şehirlerde, hastanelerde, hapishanelerde ve özel konutlarda kokuya karşı savaşmayı başardılar. Kapalı kanalizasyon sistemleri inşa edildi, vantilatörler ve körükler yerleştirildi, fabrikalar kapatıldı, kanalizasyon işçilerinin uyması gereken davranış kuralları belirlendi, kokan bataklıklar kurutuldu. Bir İskoç hijyenisti, kokuyu serbest bırakmak için işçi evlerinin pencerelerini parçalayacak kadar ileri gitti.

Ünlü yazarların, bazı romanlarında dönemin atmosferini hissettirmek için direkt ya da dolaylı yoldan kokunun ciğerlerimize kadar dolmasını sağlayabildikleri vakidir. Emile Zola’nın Raugon-Macquart dizisinin üçüncü kitabı olan Paris’in Karnı da o romanlardan biridir.

Bu romanda Paris’in midesi ve tüm yiyeceklerin değişik mahallelere dağılmadan önce aktığı, yığıldığı hal anlatılır. Roman boyunca havada asılı duran “kötü koku” midemizin tam ortasına yerleşir kalır.

İyi kokudan korkmak

Tepeyran, bu kötü zanna onun da iştirakini ayıpladığında ise, Faik Paşa “Bu inanç, burada eskiden beri tecrübelerle yerleşmiş ve yayılmış olduğundan ben de inanmaya mecbur kaldım” cevabını veriyor.
Tepeyran, bu kötü zanna onun da iştirakini ayıpladığında ise, Faik Paşa “Bu inanç, burada eskiden beri tecrübelerle yerleşmiş ve yayılmış olduğundan ben de inanmaya mecbur kaldım” cevabını veriyor.

1898 yılında Musul valiliğine atanan Ebubekir Hazım Tepeyran, Hatıralar’ında Musul yolu üzerinde misafir olduğu bir evde hizmetçiler de dâhil tüm kadınların ağızlarının ve burunlarının kapalı olduğunu fark ettiğini anlatıyor.

Ev sahibine bu durumun sebebini sorduğunda ise “İstanbul’dan geliyorsunuz. Üzerinizde iyi koku vardır diye kadınların burunlarını tıkadılar, zira geçenlerde Mehmet Ağa’nın bir çocuğu da iyi koku aldığı için hastalandı ve öldü” cevabını alıyor.

Tepeyran, Musul’da yeni doğan çocukları tabakhanelerin en fena kokulu yerlerine götürerek uzunca bir müddet o havayı koklatanların çoğunlukta olduğunu hayretle işitiyor. Hatta Musul Livası kumandanı Faik Paşa ölen bir tayın iyi koku tesirine kurban olduğunu tespit ettiğini belirtiyor.

Tepeyran, bu kötü zanna onun da iştirakini ayıpladığında ise, Faik PaşaBu inanç, burada eskiden beri tecrübelerle yerleşmiş ve yayılmış olduğundan ben de inanmaya mecbur kaldım” cevabını veriyor.

Bunca kötü kokuya maruz kaldıktan sonra ne dersiniz… Biraz kahve?

Parfümün tarihi yalnızca güzel kokmaya çalışan insanların tarihinden ibaret değildi, aynı zamanda bu kokuları oluşturmak için kullanılan maddelerin de tarihi idi. İnsanların ilk ne zaman ve hangi gerekçelerle güzel kokmak istedikleri bahsi, parfüm kültürünün de temelini oluşturuyor.

Mısır’ın gizemli parfümleri

Mısır mezarlarında bulunan hiyeroglifler Eski Mısırlıların ve Mezopotamyalıların en azından 5 binyıl önce parfüm yaptığını gösteriyor. Parfümü ilk önce Mısırlı rahipler, kurbanlıklarının kokusunu tatlılaştırmak için kullandılar.

İnsanlar, tütsü yakmanın tanrılarla insanları birbirine bağladığına ve tanrıları memnun ettiğine inanıyorlardı. Mısırlı rahipler ve Firavunlar kokularla birlikte gömülüyorlardı. 1897 yılında arkeologlar bu mezarları açtıklarında parfümlerin orijinal tatlı kokularını muhafaza ettiklerini keşfettiler.

Mısır’da önemli kişiler, koklama ihtiyaçlarının giderilmesi için kokulu yağlarla birlikte gömülüyorlardı.
Mısır’da önemli kişiler, koklama ihtiyaçlarının giderilmesi için kokulu yağlarla birlikte gömülüyorlardı.

Mısır’da önemli kişiler, koklama ihtiyaçlarının giderilmesi için kokulu yağlarla birlikte gömülüyorlardı. Bu bileşenler, bugün hâlâ parfüm yapımında kullanılıyorlar. Yasemin, reçine, funda, nilüfer, mür, lilyum ve bal…

Ancak en sıra dışı koku, Kyphi tütsüsü idi. Tarifi tapınaktan tapınağa değişen bu koku, 16 bileşenden oluşuyordu. Mürdüm, tatlı kokulu çim, cupress çimi, şarap, bal, kuru üzüm, ardıç birlikte dövülüyordu. Kyphi her gece, yer altı dünyasına yolculuğa çıkan Tanrı Ra’nın ertesi sabah güvenle geri dönüşünü sağlamak ve Tanrıları memnun edip yatıştırmak için yakılıyordu. Mısır’da Edfu Tapınağı’nın duvarlarındaki hiyerogliflerde merhem, parfüm ve buhar reçeteleri olan bir parfüm odası bulunuyordu.

Fakat tütsü, yalnızca ruhani ritüellerde kullanılmıyordu. Mısırlılar bunu gündelik hayatlarında da kullanıyorlardı. Parfümlerin beden ve ruh arasında denge kurduğuna inanıyorlardı. Ayrıca yaraları iyileştirmek ve anksiyeteyi yatıştırmak için de bir tür aromaterapi işlevi görüyordu.

Parfümün sekülerleşmesi

Antik Yunan’da parfüm tanrı ve tanrıçalara ibadet etmenin ve onları sevindirmenin bir parçası olarak görülüyordu. Zaten böylesine mucizevi bir şeyin ancak tanrılardan gelebileceğine inanmışlardı. Bu sebeple dinî törenlerde oldukça fazla kullanılıyordu. Şayet ölen kişi cenazesinde koku satın alamayacak kadar fakirse o zaman onun tabutunun üzerine bir parfüm şişesi boyanıyordu.

Yunanlılar parfümeri gelişiminde önemli bir rol oynamışlardır. Aromatik bitkileri ve reçineleri toplarlar ve yağda askıya alırlardı. Böylece cilde sürülebilen ilk parfümler üretilmiş oldu.
Yunanlılar parfümeri gelişiminde önemli bir rol oynamışlardır. Aromatik bitkileri ve reçineleri toplarlar ve yağda askıya alırlardı. Böylece cilde sürülebilen ilk parfümler üretilmiş oldu.

Yunanlılar parfümeri gelişiminde önemli bir rol oynamışlardır. Aromatik bitkileri ve reçineleri toplarlar ve yağda askıya alırlardı. Böylece cilde sürülebilen ilk parfümler üretilmiş oldu.

Büyük İskender’in Doğu’daki fetihleri sayesinde baharat, tütsü gibi yeni parfüm malzemeleriyle tanışıldı. Hayvan bazlı koku malzemeleri misk, ambergris vb. ilk kez kullanıldı. Hayvanların koku malzemesi üretiminde kullanılabileceği ilk kez nasıl keşfedildi, hangi vesileler veya tesadüfler ile misk üretildi, bilmiyorum. Fakat takip eden süreçte, parfüm yalnızca dinî bir ritüel olmaktan çıktı ve insanların gündelik hayatlarına girdi. Atina’da parfüm dükkânları açıldı.

Başkasının zevki olarak parfüm

Her ne kadar Romalılar parfümü üretmeseler de ona ismini verdiler. “Fumum” Latince “duman” anlamına geliyor ve “perfumum” da “dumanla yükselen” anlamını ihtiva ediyor. Önceleri dinî törenlerde kullanılan parfüm daha sonra vücudun güzel kokması için kullanılmaya başladı.

Hamamlar Roma’da kendilerini vücutlarının bakımına adamış zenginler için oldukça önemli idi. Balsamlar, yağlar, cilt ve saç için parfümler, aromalar… İmparator Nero bilhassa güllere büyük önem atfediyordu. Gül suyu çeşmeleri, şelaleleri dahi yaptırmıştı.

Pliny gibi ahlakçılar parfümün kullanılmasını eleştiriyorlardı. Ona göre “Parfümler, her tür lüksün amacına hizmet eder; bununla birlikte, kıyafetler, inciler ve mücevherler, kullanan kişinin vârisine geçer ve bir süre dayanırlar. Ancak malzemeler bir kerede kokularını kaybederler. Onların en büyük tavsiyesi, bir kadın geçtiği zaman, kokusunun başka bir işle uğraşan kişilerin bile dikkatini çekmesidir… Kişi kendi üzerinde taşıdığı kokuyu kendisi koklayamazken, bütün bu para, bir başkasının keyif aldığı bir zevk için ödeniyor.”

İnsan koku piramidi

Parfüm Hindistan’da Tantrik ritüelinin merkezindeydi. Tören sırasında erkeklere sandal ağacı yağı, kadınların ellerine ise yasemin yağı, çenelerine ve yanaklarına paçuli, göğüslerine amber, saçlarına hint sümbülü, karınlarına misk, uyluklarına sandal ağacı ve ayaklarına safran sürülüyordu. Böylece tam anlamıyla insan koku piramidi oluşturuluyordu.

Krallara layık parfümler

Antik İran kraliyet sınıfı da parfümlere büyük önem atfediyordu. Kralların parfüm şişeleriyle resmedilmeleri yaygındı. Ünlü Pers kralları Dariusve Xerxes’in de parfüm şişeleriyle oturup ellerinde parfüm çiçeklerini taşıdıkları kabartmaları yapılmıştı.

Bir çiçeğin kokusunun çıkarılıp damıtılmış alkol ile saklanması işleminin mucidi 11. yüzyılda yaşamış İbn Sina’dır. Öncesinde bu işlem için zamklar ve yapış yapış merhemler kullanılıyordu.

Parfüm sürülmek için değil yakılmak içindir

Çin’de koku kullanımı vücuda odaklanmadı, parfüm sürülmek yerine yakılarak kullanıldı. Bu da Çin’de parfümün bir kozmetik ürünü olarak görülmediğini gösterir. Parfüm Çin’de daha ziyade hastalıkları yok edebilecek bir dezenfeksiyon işlevi görüyordu.

Ancak buna rağmen Çin tarihçileri, Sui ve Song Hanedanlıkları arasındaki dönemde parfümlerin bireysel olarak kullanıldığını, soyluların en iyi kokular için yarıştıklarını ve İpek Yolu aracılığıyla bu malzemeleri ithal ettiklerini, Qing Hanedanlığı’nın imparatorunun yıl boyunca bir parfüm poşeti taşıdığını tespit etmişlerdir.

Japonya’da koku sürünmenin incelikleri

Japonya’da en popüler kokular, Batı ritüellerine eşlik etmek için Batı kültüründe de kullanılan kamelya, kiraz çiçeği ve tütsüdür. Bu aromalar etrafında, Japon kültürü çay törenleri ve tütsü veya Koh-do gibi ayrıntılı ritüeller ve gelenekler geliştirmiştir.

Şei Şonagon, Japon kültürünün bin yıllık klasiği sayılan Yastıkname’sinde tanık olduğu küçük sıradan olayları not etmiştir. Bu kitaba bakıldığında Japonya’da parfüm ve koku tüketimine dair ipuçları bulmak mümkündür.

Mesela Şonagon, içini kıpır kıpır eden şeyleri listelerken “Mis gibi tütsü kokan bir odada uyuma”yı da unutmamıştır.
Mesela Şonagon, içini kıpır kıpır eden şeyleri listelerken “Mis gibi tütsü kokan bir odada uyuma”yı da unutmamıştır.

Mesela Şonagon, içini kıpır kıpır eden şeyleri listelerken “Mis gibi tütsü kokan bir odada uyuma”yı da unutmamıştır. Yine, bitmek bilmez yağmurlu bir günde Kumandan Tadanobu’nun imparatoriçenin dairesine açılan kapının yanındaki paravanın orada durduğu bir gün kumandanın son derece hoş bir koku süründüğünü fark etmiştir.

Başka herhangi bir şey olmasa da o sahneyi hiçbir zaman unutamaz Şonagon, zira kumandanın kokusu paravana sinmiş ve ertesi güne kadar orada öylece asılı kalmıştır.

Şonagon, koku sürünmenin inceliklerini de anlatmayı ihmal etmez ve şöyle bir tavsiyede bulunur: “Bir giysiye dikkatle koku sıkın ve sonra birkaç gün bir kenarda bırakın. Sonunda giysiyi giymeye karar verdiğinizde, koku çok daha nefis olacaktır.”

Gençlik iksiri parfüm

11. yüzyılda Haçlı Seferleri esnasında Orta ve Uzak Doğu’dan Avrupa’ya parfüm yapımında kullanılan aromatik malzemeler de getirildi.

İtalyanlar parfüm sanatını oldukça farklı bir boyuta çıkarmışlardı. Kullandıkları damıtma tekniği sayesinde kokulu alkol üretmeyi başardılar. Ürettikleri bu sıvı “muhteşem su” veya “yaşam suyu” olarak nitelendirildi. 14. yüzyılın sonunda artık kokulu sıvılar katı olanlarla yer değiştirmişti.

Ünlü gezgin Marco Polo, egzotik, aromatik ve kokulu eşyaları Venedik’e getirdi. Venedik bu sayede parfüm dünyasının merkezi hâline geldi. Burada pek çok kokulu eşya satılıyordu. Ayakkabılar, çoraplar, eldivenler, gömlekler ve hatta paralar.

Bugün bildiğimiz anlamda parfüm ilk kez 1370 yılında Macaristan’da doğmuştu. Macar Kraliçesi Elizabeth’e lavanta ve biberiye aromalarının karışımı bir parfüm bir keşiş tarafından “gençlik iksiri” olarak sunuldu. Akabinde parfüm, “Macar Kraliçesinin Suyu” olarak bilinmeye başlandı.

Dünyanın en tatlı kokulu kralı

1533 yılında Kral II. Henri ile evlenen Kraliçe Catherine de Medici’nin etkisiyle parfüm dünyasının merkezi İtalya’dan Fransa’ya kaydı. O zamana kadar Fransızların parfümle ilişkisi koku keseleri taşımakla sınırlıydı.

 Kraliçe Catherine de Medici
Kraliçe Catherine de Medici

Catherine meşhur Toskona eldivenlerinin deri kokusunu bastırmak için parfüm kullanıyordu. Böylece Paris’te parfüm dükkânı açıldı. Ancak parfüm dünyasında o zamana dek yaşanacak en büyük ivme XIV. Louis zamanında yaşandı.

Ömründe yalnızca üç kez banyo yaptığı rivayet edilen Kral XIV. Louis banyo yapmaktan korkuyordu. Bu korku, 17. yüzyılda diğer asiller tarafından da paylaşıldı. Hastalıkların sulara yayıldığı inancı hâkimdi.

Böylece ne kadar az banyo yapar, suya ne kadar az maruz kalırlarsa o kadar sağlıklı olacaklarını düşünüyorlardı. İnsanlardan yayılan kötü kokuları bastırmak maksadıyla Versay Sarayı oldukça hoş kokuyordu.

Saray boyunca her yere havayı tatlandırmak için çiçek yapraklarıyla dolu kâseler koyuluyordu. Mobilyalara dahi parfümler sıkılıyordu. Saraya gelen ziyaretçilere de hijyeni sağlamak maksadıyla parfüm sıkılıyordu.

Marie Antoinette
Marie Antoinette

Bu ağır parfümlü hava öyle bir boyuta gelmişti ki Fransız Mahkemesi “Parfüm Mahkemesi” olarak nitelendirilmeye başlandı. Louis haftanın her günü için farklı kokular sipariş ederek, parfüm dünyasına yeni bir boyut getirdi. Ayrıca bir tür yumuşatıcı Louis’in gömleklerini yıkamak için kullanıldı. Bu dönemde kokular soylu kişilerle özdeşleşti ve bir kimlik kazandı.

XVI. Louis ile evli olan Marie Antoinetteparfümcülerin daimi müşterisiydi. Bir rivayete göre onun parfümlere olan düşkünlüğü çiftin sonunu da hazırlamıştı. 20 Haziran 1791 tarihinde asilerin hareketliliğinden endişe eden XVI. Louis ve Kraliçe, tebdil-i kıyafet ile Paris’ten uzaklaşmaya çalıştılar. Ancak çiftin arabasında oldukça fazla eşya vardı.

Zira Kraliçe çok sevdiği kıyafetlerini, mücevherlerini ve kozmetik eşyalarını geride bırakmak istememişti. Sandıktan yükselen parfüm kokusu, Sainte-Menehould civarında yollarını kesen asilerin dikkatini çekti.

Hâllerinden, kıyafetlerinden ve üzerlerinden yükselen parfüm kokusundan şüphelenen asiler onları derdest edip Paris’e geri gönderdiler. Kral ve kraliçe 1792 yılında mahkûm oldular ve 1793 yılında giyotinle idam edildiler.

Çiçek kokusu ve bir aşk hikâyesi

 Napolyon Bonaparte, eau de Cologne’u çok sevmiş ve oldukça abartılı bir şekilde kullanmıştı. Ayda 50 şişe sipariş ediyor ve yıkandıktan sonra omuzlarına ve boynuna sürüyordu
Napolyon Bonaparte, eau de Cologne’u çok sevmiş ve oldukça abartılı bir şekilde kullanmıştı. Ayda 50 şişe sipariş ediyor ve yıkandıktan sonra omuzlarına ve boynuna sürüyordu

Devrim süresince, parfümcüler en kıymetli müşterilerini giyotinde kaybetmişlerdi ve bu durum, parfüm ticaretine büyük zarar vermişti. Ancak Napolyon Bonaparte, eau de Cologne’u çok sevmiş ve oldukça abartılı bir şekilde kullanmıştı.

Ayda 50 şişe sipariş ediyor ve yıkandıktan sonra omuzlarına ve boynuna sürüyordu. Bilhassa eau de Cologne’un bileşenlerinden biri olan biberiyeyi sevmişti zira ona doğduğu yer olan Korsika’nın uçurumlu ve kayalıklı ovalarını anımsatıyordu.

Napolyon ayrıca karısı Josephine’in kokusu olan eau de naturel’i tutku derecesinde seviyordu. Sırf bu yüzden bir savaştan eve dönerken karısına o çok meşhur emri vermişti: “Banyo yapma!” Ancak tüm bu parfüm tutkusu ona oldukça pahalıya mal oluyordu.

Josephine, kokulu çiçekleri odada yetiştirme modasını da takip ediyordu. Sümbül ve muhabbet çiçeğini severek yetiştiriyordu. Napolyon zaman zaman tohumlarını Mısır’dan gönderiyordu. Muhabbet çiçeğinin kokusu o denli güçlüydü ki, sokaklardaki kötü kokuyu bastırabilmek için balkonlarda yetiştirilmeye başlandı. Bu âdet İngiltere’de de popüler hâle gelmişti.

Josephine diğer çiçekler arasında menekşeyi de oldukça çok seviyordu, ki menekşelerin Napolyon’la olan aşklarında önemli bir yeri vardı. 1796 yılında evlendiler; 14 yıl sonra ayrılmak zorunda kaldılar ve Josephine kalp kırıklığı içinde yaşadı. Napolyon öldüğünde mezarı menekşelerle kaplandı.

VIII. Henry ve Kraliçe I. Elizabeth’in hüküm sürdüğü dönemde (1558-1603) İngiltere’de parfüm kullanımı yaygınlaştı. Bilhassa Kraliçe Elizabeth’in zamanında kamusal alanlar kokularla bezeniyordu zira Kraliçe hassas burnu sebebiyle kötü kokulara tahammül edemiyordu. O dönemin hanımları en güzel kokuya sahip olmak için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Parfümün sıradanlaşması

1921 yılında Coco Chanel adındaki bir kadın tasarımcı kadınların parfüm kullanma alışkanlıklarını değiştirecek bir parfüm üretti.

Chanel No. 5 adındaki bu parfüm, bugün bile en çok satan parfümler arasındadır. Bu tarihten itibaren parfüm kullanımı sıradan kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başladı. Ancak dünyanın içinde bulunduğu süreç her şey gibi parfüm tüketimini de etkilemişti.

Her ne kadar 1929 yılında ABD’deki borsa krizi Büyük Buhran’ı başlatmış olsa da insanlar kokuları umut ve pozitif duyguları getirecek bir araç olarak görüyorlardı. Parfüm üretimine pek çok marka katıldı. Pek çok farklı koku keşfedildi. Ancak 2. Dünya Savaşı lüks tüketime büyük bir darbe vurmuştu. Parfüm tüketimi böylelikle yeniden sallantıya geçti. Savaş bittiğinde 1947 yılında Dior yeni bir parfümle piyasaya çıktı.

1950’li yıllarda ancak doğum günü gibi özel günlerde kadınlar parfüm hediye edilmesini bekliyorlardı. 1960’lı yıllarda daha uygun fiyatlı parfümler piyasaya sürüldü. Yurt dışı seyahatleri yalnızca zenginlerin yapabileceği bir eylem olmaktan çıktığında duty-free’ler keşfedildi. Bu sayede tüketiciler diğer ülkelerin ürettikleri parfümlerle de tanışma imkânı buldular.

1980 tarihli bir habere göre, parfüm tutkusu erkeklere de sirayet etmeye başlamıştı. Binlerce yıldır, erkekler tarafından üretilen ve kullanılan parfümün modern zamanlarda yalnızca kadınlarla özdeşleşmesi, erkeklerin parfümle yeniden tanışmasının bu kadar geç zamanlara tesadüf etmiş olması sizce de şaşırtıcı değil mi?

Kokunun gelecekte nasıl bir boyut kazanacağını, kokuyu dijital ortamda ileten bir teknolojiye sahip olup olamayacağımızı, dijital kokuların üretilip üretilmeyeceğini öngöremiyorum. Ancak tüm duyuların sanallaştığı bir çağda, kokunun da bundan nasibini alacağını söylemek mümkün. Hâl böyle iken hafıza ve koku ilişkisi nasıl bir boyut kazanacak, parfüm kullanma alışkanlıklarında ne gibi değişiklikler yaşanacak gibi sorular üzerinde düşünmek gerekiyor.

Bitirirken ne diyorduk? Koku duyusunu ve güzel kokuyu yaratan Rabbimize hamdüsenalar olsun…