Kültürel planlamaya herkes dahil olmalı

Birisi sebzeleri keserken öbürünün suyu kaynatması, başka birinin sosu hazırlaması gibi... Dolayısıyla evet, kültürel planlama diye bir şey var ve bu yönetişim içinde gerçekleşirse doğru şekilde yapılabilir.
Birisi sebzeleri keserken öbürünün suyu kaynatması, başka birinin sosu hazırlaması gibi... Dolayısıyla evet, kültürel planlama diye bir şey var ve bu yönetişim içinde gerçekleşirse doğru şekilde yapılabilir.

Türkiye’de kültür ve sanat yönetimi denilince akademik anlamda akla gelen ilk isim Serhan Ada olur. Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi bölüm başkanı olan Ada, uzun yıllardır kültür planlaması ve yönetimi üzerine sayısız proje gerçekleştirdi, bu konuda düzenlenen çalıştaylara katıldı, eserler üretti. Yurt dışında ve yurt içinde farklı şehirlerin, bölgelerin kültür planlamasını da İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Politikaları ve Yönetimi Araştırma Merkezi’nin çatısı altında gerçekleştirdi. Son dönemde İzmir’deki çalışmalarının yanı sıra, Bursa-Nilüfer, Esenler, ve Ataşehir’de kültür yönetimi adına çalışmalar düzenledi. Ada ile Türkiye’deki yerel yönetimlerin durumu masaya yatırdık. Ada’nın özellikle üzerinde durduğu konu, kültürel planlamanın tek bir merkezden değil, herkesi bir araya getirerek yapabilmek.

Türkiye’de yerel yönetimlerin kültür ve sanat faaliyetleri, daha genelde kültür planlamaları her zaman güncel bir tartışma konusudur. Biz konuya en başından başlayıp şöyle soralım: Kültür neden planlanır? Nasıl planlanır?

Aslında planlanan kültür değil, kültür etkinlikleri, kültür hizmetlerinin dağılımı, kültür ürünlerinin hakkaniyetli paylaşımıdır. Bütün planlama çalışmalarında olduğu, gibi aslında bu planlama faaliyetinin ihtiyaçlardan ve sorunlardan yola çıkması gerekir.

Kültürel planlama tutarlı bir çizgiyi takip etmek, tasarımla, inovasyonla kenti bütünleştirmeye yarar.
Kültürel planlama tutarlı bir çizgiyi takip etmek, tasarımla, inovasyonla kenti bütünleştirmeye yarar.

Fakat bir yanlış anlamayı gidererek başlamak lazım. Merkezde birilerinin doğru birtakım akılları vardır, onlar oturup hepimiz için planlar yapar, düşüncesi yanlış. Bu noktada, hak ve söz sahipleriyle birlikte planlama yapmamız gerekiyor. Belediyelere bu tür planlamaları sorduğumuzda, bize örneğin yöre derneklerinin taleplerini karşıladıklarını söylerler: “Karadenizlilere horon getiriyoruz, Güneydoğululara şunu getiriyoruz” vs. gibi. Benim kastettiğim bu değil. Kastım belirli bir gelişmeyi bir yönetişim içinde planlamak. Yönetişim de yöneticinin ortadan kalkması değil, yönetimin bütün paydaşların bir arada olduğu bir ortamda yapılması anlamına geliyor. Deyim yerindeyse mutfağın kalabalık olması demek. Birisi sebzeleri keserken öbürünün suyu kaynatması, başka birinin sosu hazırlaması gibi... Dolayısıyla evet, kültürel planlama diye bir şey var ve bu yönetişim içinde gerçekleşirse doğru şekilde yapılabilir.

İsteklerin, beklentilerin sentezi yapılmalı

Peki kültürel planlama neye yarıyor?

Öncelikle var olan şeylerin ezbere dayalı bir şekilde tekrarlanmasını engelliyor. İkinci olarak, yeni sorular sorabilmek için hak ve ihtiyaç sahiplerinin sözüne bakılıyor. Bu onların her dediğinin yapılacağı anlamına da gelmiyor. İsteklerin, beklentilerin bir sentezinin yapılması gerekir. İşte planlama operasyonu orada gündeme geliyor.

Bu yapılmadığında karşımıza nasıl bir durum çıkar?

Özellikle yerel yönetimlerden bahsediyorsak… malûm özel günlerimiz var, yani kurtuluş günleri, cumhuriyetin kutlanması, millî ve dinî bayramlar, bunlar birtakım mecburiyetler. Bunlar kutlanıyor ve bütün enerji aslında o günlerin doğru ve zamanında yapılmasına gidiyor. Oysa bazı yerel aktörlerin, haydi onlara paydaşlar diyelim, kendilerini ifade etmelerine olanak tanınması ve bu doğrultuda kentin önceliklerini de hesaba katarak tüm sürecin yeniden planlanması gerekiyor.

İstanbul örneğine bakalım. Öteden beri çok sayıda restorasyon yapılıyor. Restorasyon bir alt yapıdır. Sonra içinde ne yapılacağına dair restore edilen miras varlığı nerededir, çevresiyle nasıl bir ilişkisi vardır, kentin hangi ihtiyacı doğrultusunda planlanır vs. bunlara bakmak gerekir. Ama restore edilen her yapıya bir küratör atayıp, bir sergi açarsanız bu kendini tekrar etmek olur. Kültürel planlama tam da bu noktada gerekli. Bu noktada şunu da belirtmek gerekiyor ki, İstanbul aslında iyi bir örnek değil çünkü bu şehir çok karmaşık. Birbirinin içine geçen üst üste katmanlardan oluşuyor. Yine de şunu unutmamak lazım: Bu planlamayı ne uzmanlar tek başlarına yapabilirler ne de yerel yönetimdeki yöneticiler ve bürokratlar kendi tercihleri doğrultusunda, doğru bildikleri, güzel olduğuna inandıkları doğrultusunda yapabilirler. Bunun süreç olarak birlikte tasarlanması lazım.

Sadece ulus-devletin kaynaklarından destek bekleyerek kültür yönetilemez

Sizce yerel yönetimler kültür politikaları konusunda bugün nerede? Yerel adımlar kültür vizyonumuz adına bize neler kazandırır veya kazandırıyor?

Zaman zaman parlak, paylaşımcı yaklaşımlar oluyor. Ancak bunların nasıl işlediği ve orada yapılanların nasıl değerlendirilip gözden geçirildiği de önemli.

Bunu daha iyi anlamak için 2009’dan bu yana İzmir’in geçirdiği sürece bakabiliriz. İlk andan itibaren, farklı kesimlerden yüz küsur kültür insanı, yönetici ve sanatçının fiziki katılımlarıyla, yani gerçekten bir araya gelinerek, “kentin öncelikleri nelerdir?”, “nasıl bir süreçte hayata geçirilebilir?” gibi soruların üzerinde duruldu. Kent İzmir’i Akdeniz’de konumlandırmaktan kültürel canlılığa doğru ilerlerken, uluslararası bazı kültür politikaları süreçlerinin içinde nasıl olunacağının bir örneği hâline geldi. İzmir şimdi uluslararası projelere de başvuruyor, sivil toplum Türkiye içinde de ortaklıklar yapıyorlar.

Kültürel planlama diye bir şey var ve bu yönetişim içinde gerçekleşirse doğru şekilde yapılabilir.
Kültürel planlama diye bir şey var ve bu yönetişim içinde gerçekleşirse doğru şekilde yapılabilir.

Kültürel planlama tutarlı bir çizgiyi takip etmek, tasarımla, inovasyonla kenti bütünleştirmeye yarar. Bu günlerde “döngüsel kültür” kavramı üzerinde konuşuluyor. Bu geçmişimizle, birbirimizle, doğayla ve gelecekle uyum anlamına geliyor. Özetle, Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Ağı’nın (United Cities and Local Governments, UCLG) aktif bir üyesi olması, önce pilot kent, ardından öncü kentler arasına katılmış olması, bütün o süreçleri birlikte çalıştığı dünya ve Avrupa kentleriyle eş öğrenme süreçleri içinde yaşamış olması İzmir’e çok şey kazandırdı.

Sadece İzmir değil, farklı örnekler de var. Örneğin Konya’nın da -şu an hangi aşamada olduklarını bilmesem de- böyle girişimleri söz konusu. Ben bu süreçlerin diğer şehirler tarafından da izlenmesini umuyorum. Zira çok ihtiyaç var. Yani sadece Ankara’dan, merkezden, ulus-devletin kaynaklarından destek bekleyerek kültür yönetilemez.

Herkesin kültür ve sanattan beslenme hakkı var

Peki özel sektörün girişimlerini bu anlamda nasıl yorumlamalı?

Unutmamamız gereken bir nokta da bu kültürel canlılıkta herkesin kültür ve sanattan beslenme hakkı olduğudur.
Unutmamamız gereken bir nokta da bu kültürel canlılıkta herkesin kültür ve sanattan beslenme hakkı olduğudur.

Ne yazık ki, özel sektör bu tür konularda genel olarak kendi markasını öne çıkaran veya kendi yapılanmalarının içindeki çalışmaları yürütüyor. Oysa benim adına “tamamlayıcılık ilkesi” dediğim bir mesele var. Yani devlet bütçesi, yerel yönetimlerin bütçesi, özel kesim, yurtdışından sağlanacak kaynaklar, birbirini bütünleyebilirse kültürdeki canlılığı ancak sağlayabiliriz. Unutmamamız gereken bir nokta da bu kültürel canlılıkta herkesin kültür ve sanattan beslenme hakkı olduğudur. Herkesin diyorum, “vatandaşlar” demiyorum çünkü eğer burada yaşıyorlarsa mültecilerin, göçmenlerin de hakkı var. Yapılan bir hesaplamaya göre dünyada işsiz oranı yüzde 30 civarında. Herkese onlar da dahil, onların da kültürel hakları var. Dolayısıyla bunun karşılanabilmesi için fazladan kaynakların oluşturulması lazım. Bu çok kolay bir şey değil, farkındayım. Ama gerekli… Covid-19 salgını sırasında sadece sanatsal faaliyetini değil hayatını devam ettiremeyeceğini gören yüz küsur müzisyen hayatına son verdi. Bu hepimize bir şeyler öğretmesi gereken bir durum. Bu bakımdan “kültürel haklar” kavramının “kültür hakkı” halinde baştan tanımlanmasını ve içeriğinin oluşturulmasını öneriyorum.

Bir belediye sadece çağdaş sanatı, baleyi vs. ön plana çıkardığında geleneksel sanatlardan hoşlanan, halk müziği dinleyen seçmenini görmezden gelmiş oluyor. Elbette bunun tam tersi de söz konusu. Biraz önce “kentin öncelikleri”nden bahsetmiştiniz. Konu herkese kültür sunmaksa, herkese nasıl ulaşılabilir? Önceliklerimiz nasıl belirlenir? Herkesin bu kültürel canlılıktan yararlanması noktasında neler yapılabilir?

Her türlü kültür çalışmasında eğitim, eskilerin deyimiyle mündemiç olmalı. Almanların bir deyimi var; “Kulturelle Bildung” diyorlar. Yani kültür eğitimi. Almanya’da her kültür kurumunun içinde bu yönde çalışmalarını yürüten bir birim var. İşleri eğitim, çocuklarla, gençlerle, gerekiyorsa yaşlılarla çalışmalar düzenliyorlar. Mesela bir oktav piyanoyu bilmeyen biri baleye nasıl merak sarsın? Ama bu herkese bale öğretilsin anlamına da gelmiyor. Bu tamamen yanlış olurdu çünkü çeşitliliğe de ihtiyacımız var. Üstelik her anlamda… Mesela benim öğrencilerimin yaklaşık yüzde 90’ının Spotify ve Netflix’e üyelikleri var. O halde müzikte, sinemada, ekranda çeşitlilik nerede kalıyor? Algoritmalar bizim yerimize karar veriyorlar, onların tercihleri bize sunuluyor. Peki biz, buralara, dijital platformlara erişemeyen sanatçıların yarattıklarından nasıl faydalanacağız? Burada “keşfedilebilirlik” (discoverability) kavramı gündeme geliyor: Sanat eserinin ve yaratıcısının keşfedilebilme hakkı. Kültürel çeşitlilik tam da bu nedenle önemlidir. Kültürel çeşitlilik azınlıkların dillerinden ibaret değildir.

Çağdaş sanat tek bir ifade biçimine dönüşmemeli

Kültürel bir çeşitlilik olmazsa…

Az önce söylediğim gibi, devasa Netflix veya Spotify var. Onlar zaten her an gelirlerini artırıyorlar. Giderek oyunun kurallarını da onlar belirlemeye başlıyorlar ve dünyamız fakirleşiyor. Çeşitliliği korumamız onun için gerekli. Yani, “çağdaş sanatı en tepeye koyup, prestijli bir şey yaparsak kimse bize bir şey diyemez”, yaklaşımının doğru olmadığı kanısındayım.

Ben çağdaş sanata asla karşı değilim. Ama bunun tek ifade biçimi haline gelmesi, bütün dönüştürülen yerlerin bir küratör ve çeşitli sanatçılarla doldurulmasını doğru bulmuyorum. Kentin ihtiyaçlarının önemli bir kısmının bu yolla dışlandığını düşünüyorum. Aynı şey tamamen geleneksel sanatlara odaklanan bir belediye için de geçerli. Orada aynı problemin devam ettiğini söyleyebiliriz. Planlama aslında çeşitliliği, geleceği planlama anlamında önemlidir.

Herkes yanında kimin olduğuna ve kimlerin eksik olduğuna bakmak durumunda

Sizce yerelde yapılan çalışmalar genele nasıl yansıyor? Yerel adımlar ülkemizin kültürel politikalarını belirlemekte yol gösterici olabilir mi? Birlikte hareket edebiliyor muyuz?

Bir örnekle açıklamaya çalışayım: İzmir, UCLG içinde “pilot şehir” olduğunda, onun lansman toplantısına Konya’dan üç kişi katıldı. Ve ben bu katılımın gerekli ve zorunlu olduğunu direterek bunu sağladım.

Zamanında siviller olarak Anadolu Kültür’ün ve Avrupa Kültür Vakfı’nın destekleriyle yürüttüğümüz çalışmada (Sivil Toplum Gözüyle Türkiye Kültür Politikası Raporu, 2011, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, derleyen: Serhan Ada) bütün ara sunumlarda Bakanlık temsilcilerinin de olmasını şart koşmuştum. Yani herkes yanında kimin olduğuna ve kimlerin eksik olduğuna bakmak durumundadır. Buradaki sorun başka şekilde giderilemez. Yüz yılın hatta çok daha uzun bir geçmişin merkeziyetçi geleneğinden gelen bir coğrafyada bunun birdenbire kırılması mümkün değildir. Bunun kırılması için her bir aşamada, en mikro aşamadan ulusal kültür politikasının belirlenmesine kadar, farklı kesimlerin bir arada, eşit olarak söz söyleyebilmesi gerekiyor. Sonra politika yapıcılar bunu gerek yerel düzeyde gerek merkezi düzeyde değerlendireceklerdir. Ama, “orada konuşulan orada kalır, ben bildiğimi okurum” düşüncesinden de uzak olmak gerekiyor. Bürokratların sadece uygulayıcı ve kolaylaştırıcı olduklarını, aynı şeyin akademisyenler için de geçerli olduğunu bir an için bile unutmamak lazım. Kalabalıklar için bir şeyler düşünürken yetkimizin sadece onların hayatlarını kolaylaştırmak, kültüre katılımı artırmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan herkesin kültüre katılımını ve Türkiye Cumhuriyeti’nde üretilen kültür ürünlerinin ve hizmetlerinin önce Türkiye’de serbestçe, sonra da dünya piyasalarında, uluslararası ortamda da dolaşımda olmasını sağlamak olduğunu anlamalıyız. “Ben bugün buradayım, bu yetki bana verildi diye ben yaparım”, düşüncesiyle ilerleyemeyiz.

Durum dar ve zor

Türkiye’de kültür yönetimi adına akademi ne yapıyor? Örneğin yeterince bölüm var mı? Mevcut bölümlerden mezun insanlar hangi alanlarda çalışıyor?

Sanat herkese lazım. Onun için de ben kültürel haklar değil, yeni bir kavramsallaştırmayla “kültür hakkı” diyorum.
Sanat herkese lazım. Onun için de ben kültürel haklar değil, yeni bir kavramsallaştırmayla “kültür hakkı” diyorum.

Çeyrek yüzyıldır bu bölümü (İstanbul Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi https://www.bilgi.edu.tr/tr/ akademik/iletisim-fakultesi/ sanat-ve-kultur-yonetimi/) bünyesinde barındıran bir üniversitede, bu bölümlerin kurucusu olarak çalışmış ve de onun bütün zorluklarını meslektaşlarıyla birlikte taşımış birisi olarak Türkiye’de durumun dar ve zor olduğunu söyleyebilirim. Yeterince bölüm yok, var olanlar da genelde sanat yönetimi üzerine. Kentlerin o kadar büyük ihtiyaçları var ki, bizim bir-iki bölümle bunları karşılamamız mümkün değil. Bu bölümlerin sayısı artırılmalı, akademik yükseltme kriterleri arasına bu alanlar açıkça dahil edilmeli.

Bunların olması gerekirken yerine ne oluyor, biliyor musunuz? Mesela işletme hocaları sanat yönetimi bölümlerinin başına konuyor. Ama kültür ve sanatla ilişkisi olmayan bir mantık söz konusu olunca, bu bölümün tabiatından kaynaklanan ihtiyaçlar dikkate alınmıyor. Yakın zamanda YÖK’ün talimatıyla İstanbul’da bir, Ankara’da iki üniversitede bölümler açıldı. Bir-iki özel üniversitede ise yüksek lisans programları var. Ancak hâlâ çok büyük eksiklik var. Tabii akademik kadroların da bu alandan yetişmiş olması gerekiyor.

Benim öğrencilerime gelirsek… Onlar şu an kendi kaynaklarını oluşturarak festivaller yapıyor. Yeni ve bağımsız sanat ve kültür oluşumlarına ön ayak oluyorlar. Gerek müzik gerek tiyatro gerek kültür politikası alanında çok önemli işler gerçekleştiriyorlar. Ama zor yaşam şartları içinde, yani “ekmeklerini taştan çıkararak”. Unutulmaması gereken bir şey var: Sanat herkese lazım. Onun için de ben kültürel haklar değil, yeni bir kavramsallaştırmayla “kültür hakkı” diyorum. Bütün insanların, doğayla uyum ve biraz önce sözünü ettiğim döngüsel kültür anlayışı içinde evrensel bir kültür hakkına sahip olduğuna vurgu yapmamız lazım.

Yöntem aynı ama her yere geçerli formül yok

Sizin yurt dışında, yurt içinde çok sayıda şehir ve ilçe ile kültür politikaları planlamaları yaptığınızı biliyoruz. Son olarak İzmir dışında Nilüfer, Ataşehir ve Esenler gibi önemli ilçelerle de çalışmalarınız oldu. Burada süreçler nasıl işliyor, bir ilçeye hangi yollardan ilerleyerek kültür planlaması yapıyorsunuz?

Biz önce alan araştırması yapıyoruz. Hem masa başında çalışıyoruz hem alanda insanlarla konuşuyoruz. Orayı sosyal, ekonomik, eğitim, kültür anlamında analiz ediyoruz. Ardından katılımcı bir çalıştay düzenliyoruz. Mesela bu anlamda Esenler’i nasıl okumamız gerektiğini uzun uzun konuştuk. Ataşehir’de ise Covid’e rağmen çalışıldı. Yapmış olmak için çalıştay yapılırsa oradan bir şey çıkmaz. Ama bir araştırma olduğu zaman o araştırmanın bulguları üzerinden konuşulabilir. Onun da bir değerlendirmesi ve sentezinin yapılması gerekir. Dolayısıyla bu süreçte, yedi-sekiz aylık bir süreyi göze almak gerekiyor. Mesela Ataşehir’de kamusal alan yok. İçinden otoyollar geçiyor ve genellikle A-B sosyo-ekonomik grubunun tercih ettiği bir ilçe. Şimdi Kastamonu Taşköprü Belediyesi ile benzer bir çalışma başlatmak üzere görüşüyoruz. Ataşehir’deki AVM’lerin ya da merkezi orada olan şirketlerin bölgede nasıl bir rolü olabilir? Bunların düşünülmesi, değerlendirilmesi gerek. Aynı yollardan Esenler’de de geçtik. Yöntem aynı ama her yere geçerli formül yok.

Genel olarak bu tür çalışmalardan nasıl sonuçlar alınır?

Biz Çalıştay’ı tamamladıktan sonra bir de rapor hazırlayıp öncelikleri sıralamakla yetinmiyoruz Bir de kitap basılmasını şart koşuyoruz. Malûm “söz uçar, yazı kalır.” Kitap belgedir.

Yine de yerel yönetimlerde devamlılık olmadığından kitapta yazılı olanın ne kadarının dikkate alındığı ayrı konu. Kültür bürokratlarının da ortaya çıkan öncelik ve önerilere çalıştay katılımcıları kadar inanması gerekli.

Bizim şehirlerimiz çok hızlı değişiyor

Bir söyleşimizde Doğan Tekeli’ye İMÇ binaları ile tam karşısında yer alan Sedad Hakkı Eldem’in SSK binalarının arasındaki ilişkiyi sormuştum. Doğan Bey, Eldem’in yapısını “üniformalı” olarak tanımlayarak, bu nedenle yapının hiç bozulmadığını söylemişti. İMÇ’nin ise tabelalarla, afişlerle dönüşümler yaşadığını, bunun -mimarı üzse de- yapıyı hayatın içinde tuttuğunu belirtmişti. Yani hayatın içinde kaldığı sürece sorun yok diyorsunuz.

Katılıyorum ve benim buna hiç itirazım yok. Yani ortaya konan çalışma hayatın içinde dönüşümler geçirebilir. Bir tek şartla. Kültürde o uygulamaların da belirli periyotlarla gözden geçirilmesi gerekiyor. Çünkü bizim şehirlerimiz çok hızlı değişiyor. Örneğin Nilüfer’in yeşili de var, yoğun kentleşmiş alanları da var. Bunlar arasındaki ilişki öne çıkarılıp geliştirilecek olan şeyler var. Nilüfer’de yaşayanların da öncelikli hedef kitle olması lazım.

Başkalarının değil. Bu her ilçe ve il için geçerli.

Cumhuriyet tarihi boyunca nasıl bir kültür politikası izlendi? Köy Enstitüleri ve Halkevleri bu anlamda nasıl değerlendirilmeli? Bu bağlamda yapılabilecek bir dönemlendirme bize neler gösterir?

O döneme baktığımızda kültür politikaları konusundaki tek karar merkezinin Ankara olduğunu görüyoruz. Yazılı olmayan bir kültür politikası doğrultusunda memleket ressamlarının Anadolu’yu dolaşıp yaptıkları resimlerin idare tarafından satın alınıp sergilenmesinden tutun, bir milli eğitim bakanı Paris’te okumuşken (Hasan Âli Yücel), onun yerine gelenin (Reşat Şemsettin Sirer) Berlin’de okumuş olması, bir politikanın var olup yürütüldüğüne işaret eden detaylar. Yani birbirinden farklı metotların bilinçli olarak paylaştırılmış olması bir politikanın varlığına işaret ediyor.

Tabii Köy Enstitüleri sadece ideolojik konuşma malzemesi mi oldu, arkasında ne bıraktı, kırla kent arasındaki ilişkiye nasıl katkıları oldu/olabilirdi? Altı yıl boyunca on beş bin öğrenci bu enstitülerde eğitim görmüş ve onların birçoğunun edebiyat dünyasında, sanatın diğer alanlarında etkili olduklarını da biliyoruz. Onlar belki bugün çok ortalıkta değiller ama bu deneyimlerin konuşulması, bir anda söylenip geçilmemesinden yanayım.

Tabii Köy Enstitüleri sadece ideolojik konuşma malzemesi mi oldu, arkasında ne bıraktı, kırla kent arasındaki ilişkiye nasıl katkıları oldu/olabilirdi?
Tabii Köy Enstitüleri sadece ideolojik konuşma malzemesi mi oldu, arkasında ne bıraktı, kırla kent arasındaki ilişkiye nasıl katkıları oldu/olabilirdi?

Sonrasında tabii ki ekonominin de biraz liberalleşmesi doğrultusunda değişiklikler ortaya çıkmaya başlıyor. Uluslararası gelişmeler de içeride olup biteni etkiliyor. Bugüne doğru yaklaştığımızda Türkiye’de sermayenin dışarıya açıldığı bir dönemde, Sabancı Müzesi’nin 2002’de kurulmasının ardından, İstanbul’da neredeyse her sene bir tane özel müze açılması da rastlantı değil. Bu 2010’lardan itibaren de Anadolu’da görülmeye başlıyor. Ankara’da, İzmir’de…

Bu şekilde bir dönemlendirme yapabiliriz. Ama ben, dipte değişmeyen neler var, onlara da bakmak gerektiğini düşünüyorum. 2013’te Avrupa Konseyi sistematiği içinde bir ulusal kültür politikası yazılmış olmasına rağmen şu anda Bakanlığın sitesine girdiğinizde bunu göremiyorsunuz. Avrupa Konseyi’nin tayin ettiği bağımsız uzmanların yazdığı gözden geçirme raporunu da göremiyorsunuz (Oysa, her ikisi de Avrupa Konseyi’nin web sitesinde mevcut). Bizim sivil toplum adına yazdığımız daha önce sözünü ettiğim Sivil Toplum Gözüyle Türkiye’nin Kültür Politikası kitabının baskısı bitti, basmak isteyen yok. Aslında konuşmamız burada da bitebilir. Çünkü bu detaylar her şeyi anlatıyor.