Kuma çizilmiş yüz: Modern bireyin kayıp sureti

Modern bireyin kayıp sureti
Modern bireyin kayıp sureti

Kültürel idealler ve ölüm arasındaki derin bağların çözüldüğü bir noktada fantezi normalini yerini alıyor. Yüz, eskiden geçmiş, şimdi ve gelecek arasında tutarlı bir açıklama üreten bir kimliği yansıtırdı. Kendinin daha üst bir versiyonu olma arzusu ile zirveye hiç ulaşamama korkusu arasında sıkışan post kimlikler içinse yüzler yetersizlik nişanesidir. Yüz sürekli dönüştürülmesi, düzeltilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi gereken bir inşaat alanıdır. Kim olduğumuzu göstermekten çok, kim olmak istediğimizi simgeleyen bir projedir.

Onun yüzünden başka her şey yok olucudur.
Kasas 28:88
Charles Darwin.
Charles Darwin.

Yüz, varoluşumuzun bir göstergesidir. Gösterge demek bile bir dolayım ifade eder aslında. Yüz varlığımıza özdeştir. Yüzümüz biriciktir, doğrudan bizi yansıtır. İnsanları arkadan veya yandan bir başkasına benzetebiliriz ama cepheden gördüğümüz birinin yüzünü başka biriyle karıştırdığımızda bunu açıklamamız gerekir. Suretin kişinin siretini ele verdiğine inanılır. İnsanın masumiyeti yüzünden bellidir. Öfkelendiğinde yüzü kızarır. Bazen sararır bazen de solar. Beş Milyoncuk Borç Verir Misin? filminde bir kocanın karısını yasak aşkıyla basmasına denk gelen Metin’in yüzü renkten renge girer. Yüzdeki en ufak hareket, bulunduğumuz ruh hâlini ele verir. Yüzün ifadesizliği (poker face) usta bir kumarbazın en büyük silahı olabilir ancak gündelik hayatta kişiyi tekinsiz hatta tehditkâr kılar. Yüzle ilgili herkesin bildiği bu şeylerde ilginç olan şey şudur: Biricikliğimiz diğerlerinin tanıması ve kabulüne bağlıdır. Kendimizi ancak diğerlerinin tutabileceği bir aynada görebiliriz. Dünyayı ve içindekileri yerli yerine oturtan yasa teyit etmedikçe kimsenin “o kişi” olduğundan emin olamayız.

Yüz iç ile dışın, görünen ile saklının, olan ile olması gerekenin birleştiği bir yüzeydir. Bilişsel, estetik veya ahlaki bir sistemin sınırları aynı zamanda biricik varlığımızın ya da yüzümüzün de hatlarını çizer. Bu sistemin benzeştirici ve farklılaştırıcı işleyişi içinde insan hem bir dokunulmazlık kazanır hem de bir türün mensubu (birey) hâline gelir. İnsanın kökenine dair açıklamalar değişse de yüzü bir kökenin merkezine koymak değişmemiştir. “Adem oğlunun hepsini zinet ve yaratılışta bir yaratıp… sureti sirete, azayı ahlâka âlamet ve nişan ettiğini” belirten Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetnâme’de şunları söyler: “Büyük yüzlü olan illetlidir; küçük yüz kibre delildir. Yumru yüzlü olan cimridir, yassı olan güzeldir. Arık yüzlü olan borcuna sadık değildir; kalın ve etli yüzlü sevimsizdir.”[1] Tanrısal bir ihtimam yerine insanın tüm canlılarla ortak bir yaşamsal süreci paylaştığını ileri süren Charles Darwin insandaki ve hayvandaki duyguların aynı hayatta kalım ilkelerinin (fayda, karşıtlık, doğrudanlık) tezahürü olduğunu savunur. Ekonomi politiğin demir yasaları topraktan koparıp kapitalist çalışma düzeni içindeki emeği tek tipleştirir. Tüm ezeli aşinalıkların rafa kalktığı kentlerde kriminologlar suçluları eylemlerinden değil çıkık alınlarından, asimetrik yüzlerinden, garip kulaklarından tanır: “Doğuştan suçlu, kişiliğinde ilkel insanlığın ve alt düzey hayvanların vahşi içgüdülerini yeniden üreten atavistik bir varlıktır. Onu, devasa çeneler, yüksek elmacık kemikleri, acıya karşı duyarsızlık, aşırı keskin görüş gibi anormallikler ve diğer fiziksel damgalar sayesinde tanımak mümkündür.”[2]

Jetgiller.
Jetgiller.

Diğerleri ile hem birlikte hem de onlardan ayrı kalmamızı sağlayan sembolik düzenlerin çöküşü gerçek varlığımızı da görünmezleştirir. Değişimin getirdiği aykırılıkları eskiden olduğumuz kişiye bağlayamadığımız noktada aynadaki kişinin biz olduğumuza inanmakta zorlanırız. Bu noktada hepimiz biraz Pamuk Prenses’in kötü kalpli büyük annesine benzemiyor muyuz? Biricik güzelliğimiz anlam aynası tarafından sürekli onaylanmadıkça kendimizi kabul etmek gücünü bulamayız. İşte yüzün paradoksu da buradadır. İnsanın monadik varlığı ancak diğerlerinin gözlerine giriş izni verdiğinde aydınlanır fakat bunun bedelini o bakışlarca şekillendirilmek hatta ele geçirilmekle öder.

Ötekilerin aynasında benlik

Gündelik ilişkileri geleceğin teknolojisi ile birleştiren Jetgiller çizgi filminden bir sahne hatırlıyorum. Evin hanımı Jane Jetson’ı arkadaşı Gloria sabahın erken saatlerinde görüntülü arar. Dağınık saçlar ve uyku mahmuru bir yüzle konuşmak istemeyen Bayan Jetson, bir dolaptan onu her zamanki gibi gösterecek sabah maskesini çıkarır, kafasına geçirir ve arkadaşının buluşma davetini nazikçe reddeder. Konuşmanın sonunda hapşırması ile maskesi düşen Gloria adına da bir mahcubiyet yaşar: Zavallı Gloria! Yüzünü kaybetmesi ne kadar utanç verici.

Biricik güzelliğimiz anlam aynası tarafından sürekli onaylanmadıkça kendimizi kabul etmek gücünü bulamayız. İşte yüzün paradoksu da buradadır. İnsanın monadik varlığı ancak diğerlerinin gözlerine giriş izni verdiğinde aydınlanır fakat bunun bedelini o bakışlarca şekillendirilmek hatta ele geçirilmekle öder.
Biricik güzelliğimiz anlam aynası tarafından sürekli onaylanmadıkça kendimizi kabul etmek gücünü bulamayız. İşte yüzün paradoksu da buradadır. İnsanın monadik varlığı ancak diğerlerinin gözlerine giriş izni verdiğinde aydınlanır fakat bunun bedelini o bakışlarca şekillendirilmek hatta ele geçirilmekle öder.

Öz-bilinç sahibi olmak ile bir benlik imgesine sahip olmanın özdeşliği pek tartışılmaz. Beni olduğum hâliyle yansıtan ve yansıtması gereken bir surete sahip olmak, bağımsız bir birey olmanın kanıtıdır. Bedeni olduğu gibi kabullenmek veya daha iyi bir versiyonu için değiştirmek, neticede içimdeki benin iradesini yansıtır. Olduğum gibi görünmeyi veya göründüğüm gibi olmayı istemek, sonuçta benim verdiğim bir (tıbbi, estetik, ahlaki) karardır. Öte yandan bu benlik imgesi bir anda ortaya çıkmaz. Aynada gördüğüm şeyi benle eşleştirebilmek için yaşam gerekir. Sayısız hadise, alınan binlerce ders ve hata ile şekillenir bir yüz. Tony Montana, nam-ı diğer “Yaralı Yüz” için suratındaki derin çizik, talihsiz bir kazanın değil ait olmadığı bir dünyaya yüzünü kanla kazıyarak giriş yapmasının eseridir. Kendini şekillendiren ve şekillendirecek olan her şeyin kabulüyle bir yüze sahip olunabilir. Bu özel vasıf, insanı belki de gerçek bir yüze sahip tek canlı kılar. Bir türe ait bütün hayvanların birbirine benzemesi belki de yine bu nedenledir.

Psikolog Gordon Gallup Jr., 1970’lerde yaptığı ayna testlerinde hayvanların öz-farkındalıklarını araştırmıştır. Testte, deneğin yüzüne fark edilmeyen bir işaret konur ve aynayla karşılaştığında bu işareti kendisinde fark edip etmediğine bakılır. Gallup, şempanze, orangutan ve yunus gibi bazı hayvanların öz-farkındalığa sahip olduğunu öne sürse de bu hayvanların aynadaki suretleri hakkında ne düşündükleri hâlâ bilinmemektedir. Benzer şekilde, bebekler için de durum belirsizliğini korur. Jacques Lacan’a göre, bebeklerin aynadaki yüzünü tanıması 6 ile 18 aylık süreçte gerçekleşir. Başlangıçta farklı bir bebek olarak algıladığı görünümüne verdiği sosyal tepkiler, süreç içinde benlik duygusunun ilk çekirdeğini oluşturur. Başka bir deyişle, bebeğin kendilik bilincinin temelinde, kendini bir dış imge üzerinden kavraması yatar. Lacan’a göre, iç dünya ile dış dünya arasındaki ayrımı fark ettiği ayna evresi, çocuğun sembolik bir düzene açılımıyla sonuçlanır.

Yüz, iç dünya ve dış dünya arasındaki ayrımda üçüncü bir kişinin varlığını yansıtır. Vicdan, yasa veya otorite olarak andığımız bu üçüncü kişi sadece sonsuz arzularımızı kısıtlayacak çatık kaşlı bir bekçi değildir. Varoluşun dehşetinden ona sığınırız. Takdiri en büyük kıvancımız, tekdiri en büyük korkumuz olur. Ortalığı dağıtan misafir çocuğunun annesinin yüzündeki ifadeyle tutulup kalmasında görünür bu korku ya da öfkeli bir anınızda daha fazla ileri gitmemeniz için sizi uyaran iç sesiniz bir yüze bürünür. Tüm bağımsızlık iddialarına rağmen çocuklar ebeveynlerine en fazla onların boşluklarını dolduracakları anda benzerler. Geçmiş, şimdi ve gelecekteki her şeyin bizi olduğumuz kişiye çıkaran özel yollar olduğuna canıgönülden inanmak istesek de yaşadıklarımız dışarıdan bakıldığında herkesin yaşadığı ve yaşayabileceği şeylerdir. Yüzümüz yaşanmışlığın izleriyle dolu olabilir ama aynı izler başkalarının yüzünde de vardır. Bu noktada, gizemli işaretlerini çözemesek de bir yüzü aşinalaştıran (kolektif) yüzeyi açıklamak fena bir fikir değildir.

Başkalarına bakan yüzüm

Sosyolog Charles Cooley, ayna benlik (looking-glass self) kavramıyla insan doğasının doğuştan gelen verili bir yapıya sahip olmadığını ileri sürer. İnsan, dünyayı diğerleri ile etkileşim süreci içinde tanımakla kalmaz, aynı zamanda kendini bu etkileşimsel dünya içinde tanır. Kendimizi başkalarının gözünden algıladığımızda, bu algıya dair bir değerlendirme yaparız. Dışlanmamak ve sevilmek için ne yapmamız gerektiğine dair aldığımız cevaplar, aynı zamanda bir iç muhasebenin parçasına dönüşür. Diğerlerinin tepkileri bizi gururlandırır ya da hayal kırıklığına uğratır; yetkin ya da yetersiz hissetmemizi sağlar. Cooley’e göre, başkalarıyla etkileşimle bir şekilde kurulan benliğimizin üç temel ilkesi vardır: kendimizin başkasına nasıl göründüğüne dair bir hayal, bu görünüme dair onun yargısını hayal etme ve bunun sonucunda gurur ya da küçük düşme gibi bir tür öz-duygu:

“Bizi gurur ya da utanca sevk eden şey, kendimizin basit bir mekanik yansıması değildir; bu yansımanın bir başkasının zihninde yaratacağını hayal ettiğimiz etkidir. Bu, kendimizi yansıttığımız kişinin karakteri ve bizim gözümüzdeki ağırlığının, hissettiğimiz şey üzerinde belirleyici olması gerçeğinden açıkça anlaşılır.”[3]

Cooley’nin bu sözleri sadece sosyal medyada daha fazla etkileşim alabilmek adına profilini sürekli yeniden şekillendiren influencerların meslek algısını yansıtmaz. Normal benliklerimiz, özgüven ve kimlik bölünmesi arasında gelişir. Başkaları üzerindeki hâkimiyetimiz her zaman ve her yerde göründüğümüz gibi olduğumuzun bir kanıtı teşkil etse de bu hâkimiyetteki en ufak bir aksaklık tüm içsel bütünlüğümüzü mahvedebilir. Patrick Süskind’in Güvercin’de anlattığı gibi son derece sakin ve düzenli bir hayat sürerken kendi hâlinde bir kuşun varlığı tüm dengemizi bozabilir.

Yüz çalışması

Sosyolog Charles Cooley.
Sosyolog Charles Cooley.

Cooley, benliğin görünümünün ötekilerin hayaline bağlı olduğunu savunur; ancak bu hayalden nasıl haberdar oluruz? Sonuçta hiçbirimiz bir Doktor X değiliz. Çevremizdekilerin zihinlerini okuyacak karanlık güçlerimiz yoktur. Öte yandan, toplumsal hayatta böyle güçlere de gerek yoktur. Hepimiz, ötekilerle mecburen birlikte olduğumuz ortak bir dünyada yaşarız. Bu dünyada ayakta kalmak için gereken şeyler, aynı zamanda düşüncelerimizi de kendine bağlar. Dünya içindeki konumumuz (statü) ve bu konumun icra edilme biçimi (rol), aynı zamanda nasıl görünmemiz gerektiğinin sınırlarını çizer. Metroda, şık takım elbisesi, havalı gözlükleri ve “cool” duruşuyla ikide bir saatine bakan adamın bir inşaat işçisi olmadığının farkındasınızdır. Birazdan her yeri camdan bir binaya girecek bu adamın öğle yemeğinde tavuk döner yiyip sarı kola içmeyeceğini de bilirsiniz.

Kişinin (maddi veya entelektüel) zenginliği yalnızca bir şeylere sahip olma meselesi değildir. Sahip olunanlar, onunla ilintili bir görünümü gerektirir. Dik durmak, çevresindekileri umursamadan yüksek sesle telefonda konuşmak, “siz” diye hitap edilen birine doğrudan “sen” diye hitap etmek, en az yalısı, spor arabası veya maaş bordrosu kadar kişinin kartvizitidir. Kalabalık bir mekânda elini hafifçe kaldırmasıyla garsonların hemen fark ettiği biri, kendisinin geçiştirilemeyecek biri olduğunun bilincindedir. Aynı şekilde sefalet de insanların yüzünden akar. Eski olmasa da aşırı sıradan kıyafetler, görünümünde ihmal derecesine varan bir vasatlık, çekingen hatta özür dilercesine bir konuşmayla yaklaşan kişinin bize ait olanları azaltacağına inanırız. Sadece para değildir söz konusu olan; zamanımızı, bilgimizi ve gülümsememizi de ondan korumamız gerekir. Bununla birlikte kurumlar tarafından tescillenmedikçe ve bir grup tarafından desteklenmedikçe görünümlerin müphemliği yakamızı bırakmaz. Toplumsal hiyerarşi tüm menhus çağrışımlarına rağmen bireylerin göründükleri gibi olduklarının -en azından olmaya çalıştıklarının- garantisini verir. Bulunduğumuz statü rollerimizi doğru icra ettiğimiz müddetçe, her şeyin yolunda ve olması gerektiği gibi olacağını vaat eder.

Normal benliklerimiz, özgüven ve kimlik bölünmesi arasında gelişir. Başkaları üzerindeki hâkimiyetimiz her zaman ve her yerde göründüğümüz gibi olduğumuzun bir kanıtı teşkil etse de bu hâkimiyetteki en ufak bir aksaklık tüm içsel bütünlüğümüzü mahvedebilir.
Normal benliklerimiz, özgüven ve kimlik bölünmesi arasında gelişir. Başkaları üzerindeki hâkimiyetimiz her zaman ve her yerde göründüğümüz gibi olduğumuzun bir kanıtı teşkil etse de bu hâkimiyetteki en ufak bir aksaklık tüm içsel bütünlüğümüzü mahvedebilir.

Erving Goffman, yüz çalışması (face-work) kavramıyla bu vaadin gerçekleşme biçimlerine odaklanır. Ona göre yüz, kabul görmüş toplumsal vasıflarla bireysel duygulanımın birleştiği toplumsal bir fenomendir. İnsanlar her ne kadar önlerindeki etkinliğe odaklanmış gözükse de aslında etkinlik süresince toplumsal dünyada bulunduğu konumu gözetir. Kişinin beklenmedik tavırları, diğerlerinin saygısını yitirmesi anlamına gelebileceğinden bir yüz kaybına neden olabilir. Goffman’a göre insanlar, karşılaşmaların yoğunluğu ile doğru orantılı olarak formel rollerine -aslında sınırlı bir ortamda geçerli olmasına rağmen- daha fazla tutunur. Öte yandan, fiili varlığı resmî görünümüyle çelişen durumların doğması, nice eşek şakası kadar bireyde utanç ve gurur kırıklığına zemin hazırlar:

“Kişinin toplumsal yüzü en özel varlığı, güvenliği ve memnuniyetinin çekirdeği olsa da, bu sadece ona toplum tarafından ödünç verilmiş bir kredidir… Kabul görmüş vasıflar ve bunların yüzle ilişkisi her insanı kendi gardiyanı yapar; her insan kendi hücresini çok seviyor olsa bile bu çok temel bir toplumsal baskıdır.”[4]

Erving Goffman.
Erving Goffman.

Goffman’a göre bireyin öz-saygısı, yalnızca kendi iç dünyasına değil, başkalarına duyduğu saygıya da bağlıdır. Bu bağlamda birey, yalnızca kendi “yüzünü” korumakla kalmaz; aynı zamanda etkileşimde bulunduğu kişilerin de “maskesinin düşmemesi” için özen göstermek zorundadır. Çünkü toplumsal yaşamda “yüz”, masum hatalar, uygunsuz davranışlar ya da beklenmedik saldırılarla sürekli tehdit altındadır. Ona göre söz konusu tehditlerle başa çıkmak kaçınma ve onarmaktan geçer. Yüzümüzü düşüren tehditlere ölçülü bir nezaket veya kayıtsızlıkla yanıt vermek alışık olduğumuz yüzü sürdürmenin yollarıdır. Goffman’a göre, bireyin özdeşleştiği kolektif yüzünü kaybettiği durumlarda toplumsal düzenin tamamen bozulmaması için devreye giren düzeltici süreçler, yalnızca birer tepkiden ibaret değildir. Bu süreçler, hatalı davranışta bulunan kişinin yeniden etkileşime katılmasını sağlayan, belirli ritüel adımlardan oluşan onarıcı bir yapıya sahiptir. Örneğin bir gaf karşısında yapılan şaka ya da ince bir kinaye, kişinin hatasına doğrudan değil, ima yoluyla müdahale ederken aynı zamanda ona kendini düzeltme imkânı sunar. Kabahatlinin bu çağrıyı özür, minnettarlık ya da kendini geri çekme gibi tutumlarla yanıtlaması, taraflar arasında benliklerin güncellendiği bir sosyal bağ meydana getirir.

Goffman için diğerlerinden farklı olarak ritüel düzen, ödül ve cezalarla doğru davranışların edinildiği boş bir birey fikrine dayanmaz. Toplum ve birey, karşılıklı hamle yapılan bir oyunun taraflarıdır. Bireyler, kendilerine sunulan yeri olmak istedikleri kişi hâline dönüştürmeleri karşılığında, toplumun onlardan beklediklerinin farkında oldukları ve ona göre davrandıkları bir içselliğe erişir. Zaten toplumsal düzeni dağıtabilecek her şey, bireyin küçük düşmesine sebebiyet verdiğinden, kişi kendi iradesiyle sakıncalı konular, durumlar ve kişilerden uzak durur. Hiçbir şeyi tehlikeye atmamanın kazandıracaklarını fark ederek yüzünü kurtarmak için iş birliği yapar. Goffman, bireylerin yalnızca kurallara uymadığını; davranışlarını sürekli düzenlediği sosyal benliğine duygusal bağlar beslediğini ve bunu yüzü ile ifade ettiğini ileri sürer. Bireylerin yüz çalışmaları, ne fazla ne de eksik olmasına izin verilmeyen bir vasatlığa dayanır. Bu noktada, insan doğasının evrenselliği bireyin iç dünyasından değil, toplumsal etkileşim düzeni içinde edinilen ahlaki normlardan gelir:

“Evrensel insan doğası, aslında pek de ‘insani’ bir şey değildir. Bu doğayı edinen insan, içsel psikolojik eğilimlerden müteşekkil bir kişi değil, dışarıdan kendisine uygulanan ahlaki kurallardan inşa edilmiş bir nevi kurguya dönüşür… Ahlaki kurallara bağlanma kapasitesi genel olarak bireye ait olabilir; fakat onu insan yapan belirli kurallar bütünü, toplumsal karşılaşmaların ritüel örgütlenmesinin içinde belirlenen gerekliliklerden türemektedir.”[5]

Peki ya bu kurallar eski bağlayıcılıklarını kaybettiklerinde, “onurlu” bir yüz ne hâle gelir? Tanınıp, kabul edilmesini sağlayacak anlam düzeni yıkıldığında bir yüzü neye işaret eder?

Dünya hâlâ bir sahne mi?

Shakeskspear’in “dünyanın bir sahne” olduğuna dair deyişini bilirsiniz: “Bütün dünya bir sahnedir/ Kadın erkek herkes birer oyuncu/ Hepsinin girişleri ve çıkışları vardır bu sahnede,

Ve bir insan, hayatı boyunca birçok rol oynar.” Yaşamın döngüselliğini ve kimliklerimizin değişkenliğini belirtmekte kullandığımız bu sözler aslında cemaatsel toplumlardaki insan ilişkilerini yansıtır. Aynı coğrafyada hep aynı koşullarda birbirinin yerine geçen nesiller sadece bozulmamış bir genetik yapıyı değil; kıyafetlerini, sınıflarını ve hayallerini de devralır. Böyle bir toplumda ontolojik olarak ayırdığımız iç ve dış dünyalar modern öz-bilincin idraklerinin ötesinde birbirine girer. Bireysel mizaç ve ahlaki eylemlerin sabit bir fizyonomi de ortaya çıktığı bu toplum gerçekten de bir tiyatro sahnesini andırır. Dolayısı ile Shakespeare gibi dâhilere düşen şey gerçek hayatta topluluğun zaten tanıdığı simaları dramatik bir kurgu içinde yine topluluğa sunmaktır.

Shakeskspear.
Shakeskspear.

Modern birey, benliğin dünya ile arasına mesafe koyup gerçekliğini kendi içselliğinde keşfetme arzusu ile ortaya çıkar. Artık yüzyıllardır aynı şekilde tanımlanmış bir türün birimi değildir. Hâliyle yüzü de herkesin kabullendiği maskeleri, yani kişiliği yansıtmaz. Mahrem ve yalnızca kendisi gibi varlıkların anlayabileceği bir hakikate dayanır modern birey. Bir yüzün nasıl göründüğünü değil, gerçekte kime işaret ettiğini arar. Öte yandan çevresine dair ezelî bir aşinalığa sahip olmadığından, çevresindeki her yüz ona yabancı gelir. Kırmızı çizgilerini ve kurallarını çok iyi bildiği ve bilindiği par excellence bir gruba ait değildir. Hayatta kalabilmek adına dışarıdaki dünyaya açılmak, farklı gruplar karşında yüzünü sürekli uyarlamak durumundadır. Yüz yüze ilişkilerin eşitleyici ve uzlaştırıcı yapısı kalabalıkların ihtiyacını karşılamaya yetmez. Toplumsal ilişkiler bireylerin bir grubun doğal üyesi olmakla zaten bildiği şeyler zemininde yükselemeyeceğinden ben ve senin arasına gayri şahsi bir “o” yani kurumlar girmiştir. Birlikte yaşamanın ahlaki bir mesele olmayı aşıp bir gözetim meselesi hâline geldiği noktada modern benlikler anonim yapıların tayin ettiği bir görünüme bürünür. İçsel sonsuzluk her noktasının titizlikle hesaplanıp, sıkı kurallarla tanımlandığı bir dışsallıkla karşı karşıya gelir. Bu noktada modern benliklere düşen şey dışarının katı standartlarını içselleştirmektir. Modern toplumun büyük bir tımarhaneye benzediğini ileri süren Michel Foucault’ya göre modern insan hastane, okul, fabrika, ordu gibi organizasyonlar içinde kendi kendini gözetlemeyi içselleştirmiştir. İktidarın her yerden gelişi bireyin her hâlinin kataloglandığı bir surete indirgenmesine neden olmuştur. Foucault’ya göre modern insan anlayışı kökenleri insani etkinliği dilin, yaşamın ve çalışma yasalarının nesnesine dönüştüren bir söylemin ürünüydü. Kökenleri 17. yüzyıla kadar uzanan bu anlayış Shakespeare’in konularını aldığı klasik dünyayı dönüştürmüştü. Foucault, modern kurumsal düzenlemelerin ortadan kalktığı bir noktada modern insanın da “deniz kıyısında kuma çizilmiş bir yüz” gibi silinip gidebileceğini belirtiyordu.

Modern toplumun son altmış yıldır yaşadığı ekonomik, siyasal ve kültürel dönüşüm bildiğimiz şeylerle aramıza bir mesafe koymaktadır. Sanayi toplumunun bürokratik düzeni çözülüyor, eski sınıfsal ayrımlar kayboluyor. Disiplin ve çalışmaya varlığını armağan eden atalarının aksine yeni nesiller kendilerini öncesini ve sonrasını düşünmek durumunda kalmayacakları tüketme hazzına adıyor. İdeolojilerin sonunun geldiği bir çağda eski kolektif imgeler o kadar büyüleyici ya da korkutucu gözükmüyor. Teori ve tekniklerinin ardına gizledikleri kusurları ortaya döküldüğünden uzman ellere hayatlarımızı teslim edemiyoruz. Gelenekler ve kurumlar benliğin ötekilerle birlikte yaşamasını sağlayacak iyi veya kötü ama en azından ortak bir yüz temin etmişlerdi. Panoptik düzenlemelerin tasfiye edildiği ya da her geçen gün biraz daha güç kaybettiği günümüzdeyse hepimiz sadece kendi ile koşullanmış bir surete sahibiz. Maske filmindeki çılgın figür gibi bizi durduracak birileri olduğuna artık inanmıyoruz.

The Mask.
The Mask.

Kültürel idealler ve ölüm arasındaki derin bağların çözüldüğü bir noktada fantezi normalini yerini alıyor. Yüz, eskiden geçmiş, şimdi ve gelecek arasında tutarlı bir açıklama üreten bir kimliği yansıtırdı. Kendinin daha üst bir versiyonu olma arzusu ile zirveye hiç ulaşamama korkusu arasında sıkışan post kimlikler içinse yüzler yetersizlik nişanesidir. Yüz sürekli dönüştürülmesi, düzeltilmesi ve yeniden biçimlendirilmesi gereken bir inşaat alanıdır. Kim olduğumuzu göstermekten çok, kim olmak istediğimizi simgeleyen bir projedir. Olmak istediğimiz gibi görünmek için yaptığımız onlarca estetik operasyon bizi kayak pistine benzer burunlara, sürekli şişirilen dudaklara, kırışmayan alınlara sahip kılar belki ama kim olduğumuz konusunda şüpheleri de arttırır. Bu şüpheyi bir süreliğine gidermekse benlik operasyonuna bir yenisini eklemekten geçer.

[1] Erzurumlu İbrahim Hakkı. (2012). Marifetname (Haz. S. Aydın). İstanbul: Bedir Yayınları.

[2]Cesare Lombroso, Criminal Man. çev. ve Mary Gibson ve Nicole Hahn Rafter, Duke University Press, 2006), s. 6-7.

[3] Cooley, C. H. (1902). Human nature and the social order. New York: Scribner’s, s.168

[4] Goffman, E. (2017). Yüz çalışması (Çev. A. Bölükbaşı). Etkileşim ritüelleri . İstanbul: Heretik Yayınları. s.20

[5]A.g.e. s. 55