Kuşbakışı Viyana günleri

Türkçe, Viyana’da nefes almaya başladı.
Türkçe, Viyana’da nefes almaya başladı.

Viyana’da yaşadığımız en hareketli zamanlar, kuşkusuz ilk yıllarımızdı. 2000 yılların başında lise mezunu gencecik arkadaşlar, boylarından büyük bir yolculuğa çıkmışlardı. İlk yıllarda biz 13. Viyana’da kiliseye ait bir binada Ketancı’nın bizden önce gidip tuttuğu küçük bir dairede kaldık. Ketancı, Kocamaz, Zafer ve ben. Cemal, hafta sonlarını bizimle geçiriyordu. Viyana’da kalıcı değildik. İşimizi bitirip dönmek üzere ve mecburiyetten oradaydık. Daire, Viyana’nın 13. bölgesinde Seuttergasse, 6 numaradaydı.

Geniş bir bahçe, doğum hastanesi, küçük bir kilise ve kiliseye ait kiralık dairelerden müteşekkil bir binadan oluşan geniş alan, âdeta bir manastır kampüsüne benziyordu. 4. metronun son durağına yakın, Viyana’nın bir kenar mahallesindeydi. Evde dört kişi kalıyorduk ama özellikle hafta sonları kalabalıklaşıyorduk. Yurtta kalanların ve Ketancı’nın farklı milletlerden yeni tanıştığı arkadaşların uğrak mekânıydı. Kısa sürede nefes alıp veren bir öğrenci evi hâline gelmişti. Sabahları, Ehl-i Beyt aşığı Pakistanlı müzisyen Nusret Fatih Ali Han’ın “Ali! Ali!” nidalarıyla uyanıyorduk. Uzun bir süre evde Nusret Fatih dinlendi. Ev, kısa sürede Viyana’nın en uğrak kültür sanat merkezine dönüşmüştü. Bahçede gezinen rahibe hemşireler misafirlerden yer yer rahatsız oluyor, Ketancı onları sakinleştirecek bir yol buluyordu. Arkadaşlar geldi mi, biraz gürültü oluyordu.

Eve dönüş yolunu severdim. Bahçeye girdiğimde şehir, dışarda kalırdı. Ağaçların duruşu, çiçeklerin bahçeye rengârenk dağılışı, yeni bebek sahibi olmuş ebeveynlerin bahçeye yansıyan sevinçleri, patika yollar, en büyük ağacın gölgesindeki o küçük heykel ve rahibe hemşirelerin dünyayı yeniden kavramak üzere etraflarına dalgın dalgın bakışları günlük manzaramıza katkı sağlardı.

  • Bir gün binaya yaklaştığımda Ketancı, kapının önünde üç kişiye istavroz çıkartmaları için ısrar ediyordu. “Yoksa eve alamıyoruz.” diyordu. Gülmemek için de arada bakışlarını kaçırıyordu. Misafirlerden biri itiraz ediyor, diğeri şaşkın, öbürü de çıkacak karara uymak için onları bekliyordu.

Bir süre sonra Fatih oyunu sürdüremedi ve ciğerden bir kahkaha attı. Rahmetli Hamdi Abi eve geldiğinde evin o kültür, sanat ve edebiyatla hareketlenmiş hâli birden yavaşlardı. O geldi mi, namazları cemaatle ve oldukça yavaş kılmak şart olurdu. Hacı Hamdi etrafına sükûnet saçan bir adamdı. Trabzonluydu ve güzel çay demlerdi. Allah ona rahmet eylesin.

11 Eylül saldırısını komşu daire için koridora bırakılmış Kurier gazetesinin manşetinden öğrenmiştik. Ne kadar korkunç bir olay olduğunu anlamadık tabii. Hatta birkaç gün meseleyi aramızda şaka konusu yaptık. O gün eve bir boru almamız gerekiyordu. Boru elimizde, Viyana Üniversitesinin yakınındaki Schottentor durağından 43 tramvayının kalktığı alt kata inerken yürüyen merdivenlerde Ketancı boruyu bana doğru uzatarak ateş ediyor gibi yaptı. Ben de kurşun yemiş gibi kendimi savurdum. Bunu birkaç kez daha tekrarlayınca etrafımızda kimse kalmadı. Korkudan herkes kaçışmıştı. Yine metroya bindiğimizde defterden birkaç yaprak koparttım. Uçak yapıp vagona gelişi güzel gönderdim. Kâğıttan uçağı görenlerin yüzleri pancar gibi olmuştu. İlk durakta vagonda bizden başka kimse kalmadı. Çok korkmuşlardı.

  • Viyana’ya gittiğimizin üçüncü ya da dördüncü ayında evde konuşulan konuların başına bir dergi ihtiyacı meselesi oturmuştu. Şöyle yeryüzünü sarsacak cinsten bir dergi. Yazacaksak dergi çıkartmalıydık.

Okumaktan, yazmaktan ve gezmekten başka da pek bir işimiz yoktu. İlk zamanlar dil kursu, sonraları da üniversitedeki dersler arada sırada muhabbet konularımız arasına girerdi ama bizim o günlerdeki önceliğimiz dergi meselesiydi. Kimlerin, ne yazabileceği üzerine kafa yoruyorduk. Viyana’da yaşayan yazarlardan Ercüment Aytaç ve eşi Gülmihri Aytaç zaten yazacaklardı. Arada onlar bize gelirdi. Biz de onları evlerinde ziyaret ederdik. Dergi üzerine onlarla da konuşurduk. Yine orada doğup büyümüş ve o günlerde sosyoloji eğitimine devam eden M. Batur dergi kadrosunda olacak ve derginin biçimsel standartlarını o belirleyecekti. Yurtlarda kalan arkadaşların bazılarına bu meseleden bahsettik. Ketancı, bazılarıyla özel görüşüyor, yazmaları için ısrar ediyordu. Kocamaz’ın uzun paltosu ve müziğe olan merakı eve zaten bir entelektüel hava katıyordu. Akşamları derginin adını tartışıyorduk. Uzun tartışmalar sonucu derginin adının Arz olmasında karar kıldık. Yeryüzü bizim esaslı meselelerimizdendi. Ketancı, bir yandan telefonla baskı maliyetleri için birileriyle görüşüyor, bir yandan da ilk sayıya özel bir manifesto yazmamız gerektiğini, derginin en önemli yazısının o olacağını söylüyordu. Bir sabah kahvaltıda manifestoya başlık olarak “Galatasaray Lisesi 1:1 Bursa İmam Hatip Lisesi” olmasını teklif etti. Süperdi. Buradan başlamalıydık. Kahvaltıyı yarım bırakıp masaya geçtik. Kocamaz’la bizim de küçük katkılarımızla manifesto tamamlanıyordu. “Kanı çekilmiş damar, arzı sınıyor peşi sıra. Eşitlik yoksa, adalet yoksa Viyana, Paris, James Joyce ne güne duruyor?” bu cümleden sonra ara verip çay ve tütün içtik. Ve manifesto şöyle bitiyordu: “Tanrı, bizimle bizden yana. Hikâye şimdi/burada başlıyor.”

Mottosunu bulmakta zorlanmadık. “Sesler toplanınca çıkar. Şiir gibi değil adam gibi konuşmaya özen gösterir. Yazılanlar ümmeti bağlar. Fotokopi caizdir.” Sesler toplanmaya başlamıştı. M. Batur derginin biçimine karar vermişti. Deli fişek, yerinde duramayan, kışkırtan bir tarza bürünüyordu dergi. Ercüment Aytaç “Göçebe Şehri” başlıklı kısa, vurucu şiirsel metnini gönderdi. “Saati söylediğiniz için teşekkürler, ne yazık ki gerek yoktu, ben saatin kendisiyim.” diye bitirmişti. Özkan Çakmak’ın “İhtiyarlar Ölürse Bu Şehir Bize Kalır” başlıklı şiiri de geldi. M. Batur, Hakan Albayrak’ın “Nil’de Bir Sandal” şiirini Almancaya çevirmişti. “anlıyorum doktor, avrupa bizim kaderimiz/ külahım heyecanla dinliyor seni/ nil’de bir sandal olmak geçiyor içimden…” Ketancı “Tehlike Anında Camı Kırınız” başlıklı yazısında âdeta ateş ediyordu. “Dâhiler dolaşıyor bu civarda, müthiş hikâyeler duymaya hazırlanıyor yeryüzü. Paris’te bir kitapçı, Berlin’de bir getto bizi konuşuyor. Yeni başladık konuşmaya.” Bayraklı, Abdulkadir Es-Sufi’nin “Genç Osmanlılar Çağı” yazısını çevirdi. Kocamaz’ın, M. Batur’un ve benim yazılarımız da gelenlere eklendi. Türkiye’den de birkaç yazı geldi. Kocamaz’ın arka kapak yazısıyla sesler toplanmış oldu. Kapak fotoğrafı için Viyana Üniversitesinin bilgisayarlarından hızlı bir fotoğraf taraması yaptık. İçeriğe uygun bir fotoğrafla taçlandırmalıydık dergiyi. Brezilyalı fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun Brezilya’nın kuzeyindeki Para eyaletinde, yüz bin insanın çalıştığı Çıplak Dağ altın madenindeki devasa vadiyi sırtındaki yüklerle tırmanan işçileri konu alan fotoğrafında karar kıldık. Bizim de içine düştüğümüz kuyudan çıkmak için tırmanmaya başlamamız gerekiyordu. İlk sayı tamamdı. Şimdi şehirde daha rahat dolaşabilirdik. Sanki tüm Viyana, Arz’ın çıkmasını bekliyordu. İkinci sayı için sesler altı yedi ay sonra toplandı. Yayın kurulunu biraz genişlettik. İlk sayıyı aşan bir sayı olmuştu. Dergiye yeni arkadaşlar katıldı. Gülmihri Aytaç “karanlık adamlar geçiyor/ kapımın önünden” diye başlayan şiiriyle yer aldı. S. Kacır “Karanlık” şiiri, M. Sağlam “İspinoz Yemini” ve S. İlyas “Umudun Ufkunda Güneş” adlı denemeleriyle aramıza katıldılar. Yazılar daha da derinleşmişti. Kocamaz, Rathausmann’ın ağzından Sisi’ye “Sevgili Sisi” başlıklı unutamayacağımız bir mektup yazdı. Viyana böyle bir mektubu nadir okumuştur. Dergi çıkınca Viyana sokaklarında artık daha emin yürüyorduk. Basacak bir zemin bulmuştuk kendimize. O boşluk duygusundaki askıdan inmiştik. Oralarda ayakta kalmaya yazarak ve yürüyerek devam edecektik.

İsmet Özel.
İsmet Özel.

Arz’ın Viyana’daki en büyük organizasyonlarından biri Gerçek Hayat dergisiyle ortaklaşa İsmet Özel’in “Toparlanın Gitmiyoruz” konferanslarının sonuncusunu Viyana’da gerçekleştirmesi olmuştu. Çok uzun bir geceydi. Özel’in “Gevurun ekmeğini yiyen gevurun kılıcını sallar.” cümlesi her birimizi savurdu. Dinleyenlerden homurtular yükselse de Özel’de geri vites yoktu. O konferanstan sonra ne toparlanabildik ne de bir yere gidebildik. Ben iki hafta sokaklarda ölü gibi gezerek İsmet Özel’in söylediklerini sindirmekle uğraştığımı hatırlıyorum. Arkadaşların bir kısmı da bu afallamayı yaşamışlardı. Özel, konferansını bitirince Aytaçların evine gittik. Geç saatlere kadar onu dinledik. Adam harbiden şiir gibi konuşuyordu. İsmet Özel birkaç defa daha Viyana’ya geldi. Bazılarında Viyana sokaklarında birlikte yürüdük. Sorularımızı içtenlikle cevapladığı da oluyordu hiç cevap vermediği de. Bir gelişinde Tuna Nehri’nin kenarındaki bir restoranda kahvaltı etmiştik. Özel, o gün çok keyifliydi. Avrupalıların bu topraklara nasıl tıkıştırıldığını anlatıyordu.

O günlerde Müslüman coğrafyadaki her bir problem için Viyana’nın önemli bölgelerinde ya protesto eylemleri düzenledik ya da düzenlenen eylemlere katıldık. Hiçbir şey düzelmedi. Hiçbir problem bu eylemlere katılan insanların attığı sloganlar gibi sonuçlanmadı. Olsun, başka yapacak bir şey yoktu.

  • Katıldığımız en güzel eylemlerden biri Heldenplatz’da olandı. Avusturya’da bir devrim olacaksa insanların toplanacağı yer Heldenplatz meydanıdır. Geniş bahçeyi dolduran arkadaşlar cemaatle namaz kılmak ve dua etmek için oradalardı. Kocamaz, Allah vergisi sesiyle bir ezan okudu, bana o ezandan bir daha dinlemek nasip olmadı.

Allah nidaları sanki Viyana’nın her zerresine dokunup havalanıyordu. Mest olmuştuk. Kaç yıllık ezan özlemimizi Kocamaz sağ olsun gidermişti. Hofburg İmparatorluk Sarayı’nın ve Viyana Ulusal Kütüphanesinin duvarları, merkez Viyana’nın kaldırımları ve etraftaki geniş bahçeler uzaklardan aheste gelen ezanı dinleme lütfuna erişmişti. Ezan bizi âdeta cennete götürüp geri getirmişti.

Öğrenci evimizde ortaklaşa kurduğumuz kitaplığın baş köşesini Sezai Karakoç, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu’na ayırmıştık. Hafta sonu gelen misafirler kitaplardan alıp, okuyup geri getirebiliyordu. Kitaplık yeterli gelmeyince Millî Görüş’ün sonradan kapanacak olan Ayasofya Camii’inde, listeyi kendimizin belirlediği sağlam bir kitaplık kurdurmuştuk. O kitaplık da bizi bir süre idare etti. Daha sonraki yıllarda o dönemlerde okumamız gereken eserlere rahat ulaşabileceğimiz iyi bir kütüphane Wonder’de kuruldu.

Viyana’ya ilk gittiğimiz haftalarda başlayan ve 6-7 yıl aralıksız süren perşembe buluşmalarında gündemimiz öncelikle Kur’an-ı Kerim meali ve hadisler olurdu. Akşamın kalan kısmında mutlaka Mesnevî ya da klasik metinlerimizden birini işlerdik. Bayraklı’nın bu konudaki gayreti takdire şayandır. İkinci yıldan itibaren yurtlarda kalan arkadaşlar da evlere dağıldı. Koordinasyonu Sağlam tarafından gerçekleştirilen perşembe buluşmalarını, Viyana’nın her tarafına yayılmış öğrenci evlerinden birinde gerçekleştiriyorduk. Her hafta farklı bir eve misafir oluyorduk. Evlenip kabuğumuza çekildiğimiz günlerde de Perşembe buluşmaları devam etti. Bazı buluşmalarda arkadaşların, bir düşünürün hayatı ve eserleriyle ilgili hazırlanıp o düşünürü bize etraflıca anlattığı oluyordu. Z. Şahin, anlatacağı kişiyle ilgili hazırlığını yazarak yapmış ve çalışmalarını bir fasikülde toplamıştı. Katılanlara, hazırladığı fasikülden dağıtınca diğer buluşmalarda da bu gelenek sürdü. Daha sonra bu fasiküllerin kapağında “Perşembe Yayınları” yazmaya başlayacaktı. Bu buluşmaların çoğunda şair S. Kacır, bizi en azından bir şiir okumadan bırakmazdı. Serdar’dan dolayı şiir, hayatımızda hiç eksik kalmadı çok şükür. Bazı buluşmalarımız özellikle yaz aylarında Tuna Nehri’nin kenarında olurdu. Buluşma nehir kenarında olunca devreye müzik de girerdi. Hüsnü Yavuz sazıyla, Kocamaz da gitarıyla sohbete yön verirlerdi. Tuna Nehri’nin kıyısındaki minareli camide (Viyana’daki tek minaresi olan cami) gerçekleştirilmiş bir şiir akşamını unutamam. S. Kacır, Y. Dursun, M. Sağlam’ın davudi sesinden yayılan şiirler, yine dinleyeni öğrenciler olan bizlerin sönmüş lirik yanlarımızı harlamıştı. Y. Dursun’un daha sonra Türkiye’nin önemli dergilerinde yayımlanacak şiirlerinin tohumu o günlerde atılmıştı. Hava güzelse, nehir kenarındaki caminin minaresinin gölgesine de sığınmışsanız şiir dile gelmesin de ne yapsın. Arkadaşlar içimizdeki pırpır eden gurbet kuşlarını iyice havalandırmışlardı. O programdan sonra birçok arkadaş şair ya da öykücü olmaya karar vermişti ama gelin görün ki akademik kariyer ve okul bitirme zorunluluğu, edebiyata zaman bırakmamıştı. En nihayetinde bunlar boş işlerdi. Kariyer mühimdi. Ama bazı arkadaşlar şiir söylemeye, öykü yazmaya devam etti. Bu arkadaşlarla Hayır’dan sonra Magrib dergisini on sayı çıkarttık. Bir grup arkadaş da Nun dergisini çıkarttı.

Magrib dergisi.
Magrib dergisi.

13. Viyana’daki Seuttergasse No: 6 adresindeki kiliseye ait evde bir, bir buçuk yıl kaldık. Ama orada, özellikle hafta sonlarında şekillenen arkadaş ortamı, dost meclisi Viyana günlerinin sonuna kadar devam etti. Perşembe buluşmaları bu mecliste kuruldu. Sonraki yıllarda çıkartılan dergi, program ya da farklı faaliyetlerin çekirdekleri bu ortamlarda atıldı. Çollak’a dergiler boyunca bir tek yazı yazdıramadık. O, daha çok konuşmayı tercih ediyordu. Çapraz ve cins sorularıyla yaptığımız her işte, bizim meseleye farkı bir açıdan da bakmamızı sağladı. Yanımızda olması, işlerimizin bereketini hep arttırdı. Suda açılabileceğimiz mesafeyi onun durduğu yere göre hizalıyorduk.

Hayır dergisi Amerika’nın demokrasi götürme iddiasıyla Irak’a girdiği günlerde yayımlandı. Sayfaların alt kuşağında dergi boyunca onlarca dilde “Savaşa Hayır” mottosu yer aldı. Yayın komitesi ben, S. Kacır ve M. Sağlam’dan oluşuyordu. 32 arkadaşımız ciğerlerinden gelen cümleleri kâğıda döktüler. Genel olarak “Savaşa Hayır” diyen yazılardan yanık ciğer kokusu geliyordu. Z. Şahin “Savaş ve Varoluş” yazısıyla yer almıştı. Ön ve arka kapağı simsiyah çıktı. 20. Viyana’daki merdiven altı bir matbaada dergiyi bastırırken orada çalışanlara bu simsiyahı anlatmakta oldukça zorlanmıştık. Adamlar masrafı kısmaya çalışıyorlardı.

Türkenstrasse’deki Afro Kafe’de buluşmalarımız oldukça entelektüel tartışmalarla geçerdi. Hele de o buluşmada Hüsnü Yavuz varsa. O günlerde Hüsnü Yavuz dilleri âdeta yutuyordu. Kısa bir süreliğine Avusturya’dan ayrılmış, Latince öğrenip dönmüştü. Afro Kafe, üst katlarında çoğunluğu Afrikalılardan oluşan yabancı öğrencilerin kaldığı bir yurdun ikici katındaydı. Binanın giriş katının iç bahçe bölümünde restoran vardı. Türk yemekleri de olurdu. Üst katlarda ders çalışma salonları, kafesi ve küçük bir mescidi vardı. Biz, kafenin salatası, iç avluya bakan balkonu ve mescidi yüzünden oranın müdavimi olmuştuk. Okula en yakın mescit oradaydı. Konuşmalar, Hüsnü Yavuz’un kısa felsefe tiratlarıyla açılırdı.

M. Sağlam bir grup arkadaşla Zakari Hotel’de kalırken dar, üçgen, dip odada Radyo Tuna’yı kurmuştu. Z. Şahin ve Y. Dursun da radyonun ekibindeydi. Radyo internet yayını yapıyordu. İlk zamanlar Radyo Tuna’dan arkadaşların kafalarına göre sıraladığı şarkıları, türküleri dinliyorduk. Sonraki yıllarda arkadaşlar ciddi ciddi programlar yapmaya başladılar. Hatta bir ara programlar öyle sıkıştı ki program yapmak isteyen arkadaşlar yeni yayın dönemini beklemek zorunda kalmışlardı. Ben de “Çınaraltı” diye arabesk şarkılar çalınan ama edebiyat konuşulan bir program yapmıştım.

Aliya İzzetbegoviç(ortada)
Aliya İzzetbegoviç(ortada)

Viyana Üniversitesinin o, içinden hiç çıkmak istemeyeceğiniz kütüphanesinde Karakoç’ın İnsanlığın Dirilişi kitabını bitirmek üzereyken telefonuma Aliya İzzetbegoviç’in vefat haberinin mesajı düşmüştü. Kitabı kapattığım gibi hızla kütüphaneden çıkmıştım. Hızlı bir telefon trafiğiyle dört arkadaş buluştuk. Saraybosna’ya cenazeye katılmak üzere yola çıkmadan o günlerde genel yayın yönetmenliğini Melek Paşalı’nın yaptığı, bizim de yazdığımız Sabah Ülkesi dergisine “Aliya” dosyası yapmayı önerdik. Melek Hanım bu tekliften çok memnun olmuştu. Yolculuğumuzun amacını kanatlandırmıştık. Cenazeye katılmış, paçalarımıza kadar ıslanmış, dönerken de dosyanın nasıl olacağını planlamıştık. Arkadaşların da katkısıyla kısa sürede çok kapsamlı, güzel bir dosya hazırlamıştık. Başka bir Bosna gezimizde Mostar’ın taş döşeli sokaklarında gezerken belki yeni bir dergi çıkartırız umuduyla Ömer Behmen’le söyleşi yapmıştık. Söyleşiden hemen sonra Sağlam’la yürürken yeni derginin tohumu atılmış gibiydi. “Adı Magrib olsun” dedi, Sağlam, “G’yi yumuşatmayalım.” Süperdi. Dönüp ekibi toplamak gerekiyordu. İlk sayı için iyi bir söyleşi yapmıştık. Ben de ilk sayıda Ömer Behmen’i dosya konusu yapalım diye teklif etmiştim. Behmen, hapishane hatıralarını dosya için yazmayı kabul etti. Saraybosna’ya döndüğümüzde “Miladi Müslümani” derneğinde Behmen’in dostlarıyla da konuştuk. Onların anlattıkları da dosyaya girecekti. Viyana’ya döndüğümüzde S. Kacır ve F. Güver’i de durumdan haberdar ettik. Yayın kurulu tamamdı. Güver’in yazısı birkaç gün sonra hazırdı. On sayı çıkacak olan Magrib macerası başlamıştı. Dergiyi zor şartlarda, uzun yıllar sürdürebilmek için gayret gösterdik. Kacır’la Viyana’daki değişik kafelerde geç saatlere kadar Almanca klavyeyle yazılmış yazılarla ve derginin tasarımıyla uğraşıyorduk. İlk sayıdan itibaren farklı ülkelerdeki arkadaşlarımızı derginin temsilcisi yapmıştık. Mısır, Malezya, Bosna-Hersek, Romanya, Kanada ve İngiltere, dergi temsilcisi olan birçok ülkeden bazılarıydı. İlk sayının arka kapağına Afrika en tepede olacak şekilde dünya haritasını ters basmış ve “Dünyaya nasıl bakıyorsunuz?” diye sormuştuk. Magrib sayılarında Kocamaz’ın müthiş öyküleri yayımlandı. Kacır’ın şiirleri büyüdü, derinleşti. On sayı boyunca birçok arkadaşımızın öyküsüne, şiirine, denemesine yer verdik. Zorla yazdırdıklarımız da oluyordu. On sayı boyunca Erkam’ın ve Aydın’ın önemli destekleri oldu.

Özellikle Türkçeyi merkeze alan, Enderun Çocuk Kulübü, Kubbe Altı Eğitim Kurumu ve İmam Hatip Eğitim Merkezinin Viyana’da yaşayan ilkokul, ortaokul ve lise düzeyindeki hem çocuklara hem de gençlere büyük yararı oldu. Türkçe, Viyana’da nefes almaya başladı.

Ahmet Halûk Dursun.
Ahmet Halûk Dursun.

Wonder’e, Viyana’ya gittiğimiz andan itibaren çok kıymetli yazarlar, hocalar geldi. Kimisi davet edildi, kimisi oralardan geçerken derneğe uğradı ama bir şekilde dersler, konferanslar hep oldu. Rahmetli Ş. Teoman Duralı Hoca birkaç sefer uzun aralıklarla Viyana’da kaldı. Hem Viyana Üniversitesinin misafir hocası olarak derslerimize girdi hem de dernekte uzun periyodlarla bize dersler yaptı. Dersleri çok verimli geçmekle beraber hocayla Viyana’nın sokaklarında gezmenin ya da etraftaki küçük kasabalara yolcuk etmenin keyfi başkaydı. Derinleşme ihtiyacını Teoman Hoca bize her fırsatta hatırlatırdı. Allah ona rahmet eylesin. Rahmetli Haluk Dursun Hoca da uzun periyodlarla dernekte dersler verdi. Şen şakrak dersleri, hayata dair anekdotları bizi büyütüyordu. Sıkıcı okul derslerinden sonra Haluk Hoca ilaç gibi geliyordu. Süleyman Çobanoğlu’yla birkaç gün Viyana sokaklarında gezme şansı yakalayan arkadaşlarla, o döndükten sonra uzun uzun şair ciddiyeti üzerine konuştuğumuzu hatırlıyorum. İsmet Özel her geldiğinde bizi sarsmıştı. Metroda yolculuk yaparken S. Kacır, Mahmut Erol Kılıç’a “İnsan kalbiyle düşünebilir mi?” gibi bir soru sorduğunda Kılıç önce afallamış sonra keyiflenmiş ve “Burada çok büyük sorularla muhatap oldum.” demişti. Düşünmek üzerine saatlerce konuşmuştuk. Yine o günlerde Kemal Sayar’ın Viyana Üniversitesinde “Sufi Psikolojisi” üzerine verdiği İngilizce konferans sadece bizi değil, yerli öğrencileri de etkilemişti. Ömer Erdem ve Celal Fedai’nin şiir üzerine eğildiği konuşmaları, o günlerdeki şiir dağarcığımızı ve şiir perspektifimizi oldukça etkilemişti. Misafir yazarlarla derslerden sonra Kahlenberg’e çıkar, uzun uzun edebiyat ve düşünce üzerine konuşurduk. Daha pek çok misafirimiz olmuştu Viyana’da. Onları akşam yemeklerinde öğrenci evlerine davet ediyorduk. Orada muhabbet uzuyor, sorulmadık soru kalmıyordu. O günlerde derneğe bürokratlar da sık geliyordu. “Türkiye sizi bekliyor” cinsinden hamasetler daha orada ciddiyetini kaybediyordu. Melek Paşalı’nın ve Ercüment Aytaç’ın Viyana’da yaşamaları, edebiyata meraklı arkadaşlar için hep bir şans oldu. Viyana’da onca dersin, faaliyetin gerçekleştirilmesinde ve süreklilik göstermesinde başta Kara ailesi olmak üzere Yusuf Ziya Sula ağabeyin, İhsan Süreyya Hoca’nın ve bir grup fedakâr arkadaşımızın çok önemli gayretleri oldu. Ecir hanelerine yazdırdıkları bunca gayretin yanına, o yıllarda Viyana’da yaşayan ve bu faaliyetlerden yararlanan onca insanın duaları da muhakkak eklenecektir.

  • Yıllar geçtikçe şehir bizi yormaya başlamıştı. Zamanında şehri terk edemeseydik hepimizin hayatını şekillendiren Viyana’nın, öğrenci evlerinde kurulan dostlukların ve bunca faaliyetin üzerimizdeki etkisi sanki azalacaktı.

Orada kurulan dostlukların sonraki yıllara taşınmasıyla o günlerin izi, bizi hâlâ beslemeye devam ediyor.

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım