Mahmut Fazıl Coşkun : Gerçekçilikten uzaklaşmak istiyorum

Mahmut Fazıl Coşkun : Gerçekçilikten uzaklaşmak istiyorum
Mahmut Fazıl Coşkun : Gerçekçilikten uzaklaşmak istiyorum

Altmışlı yıllardan bir darbe girişimini anlatan “Anons” ordudan tasfiye edilmiş dört eski askerin İstanbul Radyosu’nda darbe bildirisini anons etme gayretini anlatan absürd bir komedi. Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun ile filmin hikâyesini ve biçimsel yapısını, altmışların Türkiye’sini, dönem filminin zorluklarını ve Tanpınar’ı konuştuk.

Anons’un konusu, son dönemde yaşadıklarımız itibariyle enteresan. Başarısız bir darbe girişimini anlatan bu filmi 15 Temmuz’dan önce yazdınız. Hikâyenin çıkış noktası neydi?

Mahmut Fazıl Coşkun : Gerçekçilikten uzaklaşmak istiyorum
Mahmut Fazıl Coşkun : Gerçekçilikten uzaklaşmak istiyorum

2013’te Yozgat Blues’tan sonra yeni bir film yapma arayışları vardı. Yapmak istediğim filme göre bir hikâye buldum. Daha uzun sahnelerden oluşan, sahne içlerinin daha kuvvetli olduğu bir film yapmak istiyordum. Ona uygun olduğunu düşündüğüm bir hikâye seçtim. Bir darbe filmi yapmak veya darbeyi gündeme getirmek gibi bir niyetim yoktu. Temel hedefim meselesi darbe olan bir film yapmak değildi, konusu darbe olan bir filmdi.

Ağabeyim (Ahmet Hakan) böyle bir hikâyeden bahsetti. Talat Aydemir’in malum iki darbe girişimi var 1962 ve 1963’te. İkinci darbe girişimindeki küçük hikâye, radyo evinin basılması hikâyesi. Merak ettim ve okumaya başladım konuyla ilgili, hoşuma gitti. Epeyce günlük, o dönemin dergi ve gazetelerini okuduktan sonra karar verdim. Ercan Kesal’a teklif ettim projeyi birlikte yazmayı, kabul etti ve böyle başladık.

Geçtiğimiz aylarda Ercan Kesal ile buluştuğumuzda Anons’tan bahsetmişti ve “Senaryonun kehanetine şaşırdık kaldık. Bu devirde darbe olacağına kim inanırdı?” demişti. Hakikaten şaşılacak şey. Bu kesişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumdaki hangi ruh hâli veya durum hem filmi hem de yaşadıklarımızı doğurmuş olabilir?

O dönemi ve darbeyi okuduğum için, bugünkü darbe de hepimizin gözü önünde olduğu ve sürekli tartışıldığı için sadece kıyaslayabilirim.
O dönemi ve darbeyi okuduğum için, bugünkü darbe de hepimizin gözü önünde olduğu ve sürekli tartışıldığı için sadece kıyaslayabilirim.

Bu benim için tahmin ya da beklentiden ziyade büyük bir tesadüf. Kendi kişisel gündemi olan bir insanım, siyasetle de içli dışlı değilim. O dönemi ve darbeyi okuduğum için, bugünkü darbe de hepimizin gözü önünde olduğu ve sürekli tartışıldığı için sadece kıyaslayabilirim. Çok benzerlik görmedim açıkçası. Diğeri bu ülkeyi kuran veya o iddiada olan askerî grubun tekrar devleti ele geçirme çabasıydı.

Bugünkü gördüğüm kadarıyla bambaşka. Şimdi onları konuşmak istemem, hepimizin bildiği başka bir hikâye. İkisini aynı kefeye koymak doğru olmaz gibi geliyor. Ama şablon olarak benziyor. Başarısız olmaları, askeriyenin içinde küçük bir grubun olması, bu tip açılardan benziyor.

Ercan Kesal ile nasıl işbirliği yaptığınızı merak ediyorum. Senaryoya nasıl katkıları oldu?

Ercan Kesal’la temel hikâyeyi konuşup ona teklif ettikten sonra çalışmaya başladık. Filmin bir gecede geçeceği baştan belliydi, sadece radyonun basılma hikâyesi. Büyük hikâyede değişiklik yapılmadı. Karakterler, küçük öyküler konusunda katkısı oldu. Onun geniş bir öykü biriktirmişliği var ve o öyküleri çok güzel anlatıyor. Karakterleri zenginleştirme açısından onlardan çok faydalandık.

Sinopsisi ilk duyduğumda hikâyenin medyanın muktediri belirlemekteki kilit rolü üzerinden gideceğini düşünmüştüm. Fakat film bununla sınırlı kalmıyor. İnsan ilişkileri, iletişimin ve hayatın organize olma şekli mevcut durumun muhafızına dönüşüyor. Bürokrasi, kesin kural ve yönetmelikler, hantal yapılar sistemin kırılganlığını azaltıyor mu sizce? Özetle, size göre Anons’taki askerler neden başarısız oldu?

Benim açımdan esas mesele inanmışlık meselesiydi. İnanmışlık, idealistlik Türkiye’nin son yüz yılında var olan bir şey. Askerler veya onun muhaliflerinde, her kesimde bir inanmışlık, Türkiye’yi kendi isteği yönünde yenileme arzusu var. Herkesin kendi rüyası, çerçevesi var ve o çerçevenin içine sığdırmaya çalışıyor. Bunu Türkiye sınırlarının dışına da taşırabilirsiniz, idealize etmeyi ve dünyayı kendi idealleri doğrultusunda şekillendirme arzusunu. Herkesin kendi rüyalarına inanmasını ve o çerçevenin içinde yer almasını bekliyorlar. Bugün de bunu yaşıyoruz. Aşırı derecede kutuplaşmış bir Türkiye var ve herkes kendi çerçevesinden görüyor. Mesele etmek istediğim konu buydu.


Benim düşüncem hayatın buna sığmayacak kadar büyük olduğu, bundan taştığı ve böylece kabul edilmesi gerektiği yönünde. Kabul edilmediğinde de başarısız oluyorsunuz, çünkü hayat sizi en sonunda dize getiriyor. Kısmi olarak başarılı bile olsanız, eninde sonunda bir akışı var hayatın ve o akış daha kuvvetli.

Filmde sınırlı bir aksiyondan söz edebiliriz. Elli yıl sonra zaman algımız epeyce değişmiş olsa da o dönemde karakterlerin zamanının çoğu beklemekle geçiyor. Bununla birlikte özellikle diyalogların öne çıktığı bölümlerde plan sekans tercihleri var. Filmin ritmini ve görsel dünyasını belirlerken önceliğiniz neydi?

Sinema dili olarak, önceki iki filmimde kullandığım hareketli omuz kamerasından, daha gerçekçi, gerçek duygusu uyandıran biçimden uzaklaşmak istedim. Biraz daha yapay duran, kompozisyondan faydalanmak istedim. Sinemanın ilk yıllarında kompozisyon daha ön planda, resimle bağlantı da kuruluyor. Son yıllarda kameranın hareketleri, kamera aygıtlarının artması ve bu tür imkânlarla birlikte bu aşıldı. Kompozisyondan ziyade harekete yönelik, kameranın hareketli olduğu başka türlü bir sinema dili gelişmeye başladı. Bu da gerçekçiliği artırma imkânı sağladı bize. Kamera sanki bir göz gibi hareket etmeye başladı. Ben bunun tam tersine gitmek istedim. Tekrar kompozisyona dönmek ve kompozisyonun içinde kalmak gibi bir niyetim vardı. Biraz gerçekçilikten uzaklaşmak istedim. Bir sonraki filmim bu yönde bir film olacak diye düşünüyorum.

Filmdeki absürd mizah da bu “yapay” dünya ile örtüşüyor. Bürokrasi ile birlikte işlenen absürd komedi örneklerine Avrupa sinemasında özellikle Rumen sinemasında sıkça rastlıyoruz. Şahsen ülkemiz gerçeklerine uygun olduğunu düşünsem de kara komedi Türkiye’de fazla karşılaştığımız bir tür değil. Bilmiyorum katılır mısınız, Yozgat Blues ile yaklaştığınız bu anlatım tarzı Anons’ta pekişiyor. Sinemanızın bu damardan devam edeceğiniz söyleyebilir miyiz

Evet absürd komedinin sinemada çok olmadığını ben de biliyorum. Son yıllarda varlığından bahsedebiliriz, mesela Onur Ünlü veya Ali Kemal Çınar gibi isimler var. Daha önceki yıllardan, bizim klasik sinema yıllarından ben de hatırlamıyorum böyle bir örnek. Şerif Gören var ama onlar daha farklı bir dönemde yapılan denemelerdi. Ama edebiyatta, mesela Tanpınar’da net bir şekilde görüyorum. Tanpınar’ın son kitabında. Dediğiniz gibi, Türkiye’ye tamamen yabancı bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Tanpınar demişken, filmdeki radyo müdürünün adı Hayri İrdal. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki müdür karakteri Hayri İrdal’a atıf yapıyor. Yine radyodaki iş organizasyonu Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki “devlet dairesi” tarifini hatırlatıyor. Hem Anons özelinde hem de genel manada soruyorum, edebiyat sinemanızı nasıl besliyor?

Dönemin arkeolojisini yapmak çok zevkli. Oradaki bir eşyayı bulup koymanın değil, dönemin ruhunu anlamaya çalışmanın peşine düştüm.
Dönemin arkeolojisini yapmak çok zevkli. Oradaki bir eşyayı bulup koymanın değil, dönemin ruhunu anlamaya çalışmanın peşine düştüm.

Doğal olarak besliyor, sadece edebiyat değil diğer sanat dalları da. Edebiyattan daha çok besleniyoruz, çünkü en nihayetinde ikisi de bir kurgu içeriyor.

Tanpınar tam o yıllarda, 1962’de vefat ediyor. Son kitabı Saatleri Ayarlama Enstitüsü 1961 baskısı. Senaryoyu yazarken aklımda yoktu böyle bir şey. Daha sonra hatırladım ve kitaba tekrar döndüm ve çok uyduğunu gördüm. Büyük akrabalık hissettim kitapla yazdığımız senaryo arasında.

Kitapta bölüm başları var, o epizot başlarını bir ara filmde de kullanmayı düşündük ama sonra vazgeçtik. Onlar bire bir uyuyordu, alıp direkt koyduğunuzda hiçbir şey aksamıyordu. O yüzden de bir-iki küçük gönderme yapmak istedim.

Dönemin ruhunu anlamak için de muhtemelen yardımcı olmuştur. İhtilaller, altmışlardaki Almanya’ya göç, şaşaalı dönemindeki Yeşilçam filmlerinin dublajı, elektrik kesintileri, “frigidaire”in ülkeye gelişi gibi döneme has unsurlar kahramanların yolculuğu sırasında karşımıza çıkıyor. Anons ilk dönem filminiz. Nasıl bir ön hazırlığa ihtiyaç duydunuz ve nasıl zorluklarla karşılaştınız?

Dönem filmlerinden hep korkuyordum. Çok riskli bir şey gibi geliyordu bana, hâlâ öyle. Meseleye vakıf bir sanat yönetmeni aradım. Macar yapım tasarımcısı László Rajk’ın daha önce yaptığı işleri izledim. Béla Tarr ile çalışmış, Saul’un Oğlu’nun (Saul fia, 2015) yapım tasarımcısı. Onunla görüştüm ve anlaştım. Sadece dekor yapmak değil, bir film duygusu kazandırmak için onun büyük katkısı oldu. Başka unsurlar da var.

Mesela dil nasıl olacak, en önemli soru işaretlerinden biri oydu. Dönemin dili ile bugünün dili arasında ciddi fark var. Tamamen o dönemin aynısını kullandığınızda büyük bir yabancılaşma hissediyordum. Bugünün diliyle olursa da garip oluyor. Bunu çaktırmadan karıştırmaya çalıştım. Kostüm, dekor, teknik meseleler çok zor değil. Daha çok filmin anlatım diliyle ilgili kafa yordum.

Dönemin arkeolojisini yapmak çok zevkli. Oradaki bir eşyayı bulup koymanın değil, dönemin ruhunu anlamaya çalışmanın peşine düştüm. Altmışlarda, eski müesses nizamın bundan çok mutlu olmadığı yenilenen bir Türkiye var. Yeni markalar, yeni bir hayat, Almanya’ya gidenler gelenler, bu arada fakirlik. Bütün bunlar ve başka bir sürü unsur bana o dönemin ruhu gibi geldi ve onları az çok yerleştirmek istedim filme.

Filmdeki yakın tarihe dönük bu atıflar yerli seyircinin bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Peki Venedik’teki seyirciyi filmi nasıl karşıladı?

Okuduğum eleştiriler ve oradaki tepkiler olumluydu. Sadece iyi film olmuş anlamında değil, anlaşıldığını ve filmin amacına hizmet ettiğini hissettim.
Okuduğum eleştiriler ve oradaki tepkiler olumluydu. Sadece iyi film olmuş anlamında değil, anlaşıldığını ve filmin amacına hizmet ettiğini hissettim.

Tahminim üstünde bir ilgiyle karşılandı. Ben açıkçası sadece bizim izleyicimizin anlayacağı yerel bir film yapmak istemedim. Film yapan herkes herhalde filminin evrensel olmasını ister, benim de niyetim oydu. Bunun için “self oryantalizme” düşme riski vardı, ona da düşmemeye çabaladım elimden geldiğince.

Okuduğum eleştiriler ve oradaki tepkiler olumluydu. Sadece iyi film olmuş anlamında değil, anlaşıldığını ve filmin amacına hizmet ettiğini hissettim.

Son olarak, 15 Temmuz’dan sonra toplumda oluşan hassasiyetlerin filminizin yanlış anlaşılmasına sebep olabileceğinden endişe ettiniz mi? Senaryoyu yeniden ele alma ihtiyacı duydunuz mu?

15 Temmuz’da filmi iki ay sonra çekmek gibi bir niyetimiz vardı, doğal olarak durduk. Böyle büyük bir olay olunca o planı değiştirmek zorunda kaldık. Çünkü ne olacak bilmiyoruz, konu benziyor. Biraz erteledik. O sırada da ben senaryoyu çalıştım. Önce acaba 15 Temmuz’dan bir şeyler koysam mı diye düşündüm. Bundan bir süre sonra vazgeçtim. İkisi ayrı şeylerdi. Birinin güncel ve bir süre sonra sönümlenecek bir hikâye olduğunu düşündüm. Daha kalıcı bir şey yapmak için filme o açıdan dokunmayı düşündüm. Ben senaryoyu yine çalışmaya devam ettim ama 15 Temmuz açısından bakmadım veya değiştirmedim.