Makbul bulunmayan hikâyeler

Sanat ve edebiyat, güzellemenin, hoşnut kılmanın araçları değildir. Tersine, siyasetin günübirlik maslahatlar adına uzak durduğu meseleleri açık ederek uyandırır bilinçlerimizi veya sadece, unutmayı yeğlediğimiz sorunlara gözlerimizi açmanın sebeplerini ortaya serer.
Sanat ve edebiyat, güzellemenin, hoşnut kılmanın araçları değildir. Tersine, siyasetin günübirlik maslahatlar adına uzak durduğu meseleleri açık ederek uyandırır bilinçlerimizi veya sadece, unutmayı yeğlediğimiz sorunlara gözlerimizi açmanın sebeplerini ortaya serer.

Genç yaşta solan hayatlar, geriye kalanların mücadelesi, manşetlerin kırıp dağıttığı umutlar… Sevgi Engin’in yaşadıkları, kendisi bir romanla anlatmasaydı, gazete manşetleri ne kadar ve nasıl gösterdiyse, öyle bilinecekti muhtemelen. Roman, yayınından bu yana geçen yirmi yıl içinde niye 28 Şubat’ın bin yıl sürmesinden yana durmayan herhangi bir yönetmenin dikkatini çekmedi? Bir makbul hikâyeler var, bir de makbul bulunmayanlar.

Kuru Otlar Üstüne.
Kuru Otlar Üstüne.

I- Merve Dizdar’ın Kuru Otlar Üzerine filmindeki başarısıyla Cannes’da ödül alırken yaptığı konuşma, sosyal medyada günlerce konu edildi. Oyuncunun, ödülünü filmde canlandırdığı terör kurbanı öğretmen Nuray gibi kadınlara adama sebebini anlatırken sarf ettiği, “Kendine layık görülenlere boyun eğmeyip eyleme geçen, bu uğurda her şeyi göze alan ve ne olursa olsun umut etmekten vazgeçmeyen tüm kız kardeşlerime ve Türkiye’de hak ettiği güzel günleri yaşamayı bekleyen tüm mücadeleci ruhlara armağan ediyorum.” sözleri, ülkesini aşağılarken Batı’ya yaranma çabasına yoruldu. Oyunculuğu için değil de oynadığı filmin jürisinin beğenisine uygun içeriği nedeniyle ödüllendirildiği öne sürüldü. Duruşu, tavrı, konuşma tarzı, acemice ve sakil bulundu.

Cannes konuşmasının bu şekilde çekiştirilmesinin ilk sebebi, seçimlerden bir gün önce gerçekleşmesiydi. Hiçbir şey tarafgirliklerin en sert klişelerine dalmadan değerlendirilemezdi o günlerde. İktidar yanlıları, ödülü verilmiş ödünlerle ilişkilendirerek hor görürken muhalifler de bu küçümsemeyi hükûmet yanlılarının kültür ve sanat alanındaki zaaflarından ileri gelen bir çekemezliğe yordu.

Cannes.
Cannes.

Dizdar’ın konuşmasının bir memleket meselesi hâline getirilecek ölçüde büyütülmesi ne gerekliydi ne de anlamlı. Hemen hemen bütün ödüller, görece sebeplerle de olsa bir hesap kitap gözetilerek verilir. Ödül kazanan adayların çoğunluğu, sahneyi bir mesaj verme yeri olarak kullanır; futbolcular bunu yeşil sahada yaparlar. Herkes kendi ideolojisi veya amaçları doğrultusunda kurgular cümlelerini.

Calvino’nun 60’lar İtalya toplumu bağlamında “karşıtlık gereksinmesi” diye adlandırdığı toplumsal ayrışmayı hatırlatan böyle bir çatışma için tarih, bolca manşet ve hikâye sunuyor şüphesiz taraflara.
Calvino’nun 60’lar İtalya toplumu bağlamında “karşıtlık gereksinmesi” diye adlandırdığı toplumsal ayrışmayı hatırlatan böyle bir çatışma için tarih, bolca manşet ve hikâye sunuyor şüphesiz taraflara.

Çoktandır alışık olduğumuz bir çatışma tarzı bu: Calvino’nun 60’lar İtalya toplumu bağlamında “karşıtlık gereksinmesi” diye adlandırdığı toplumsal ayrışmayı hatırlatan böyle bir çatışma için tarih, bolca manşet ve hikâye sunuyor şüphesiz taraflara. Böylelikle oluşan barikatları eritmek üzere ötekini söze, söyleşiye çağırmak, aptalca bir iyimserlikle hatta “hainlikle” değilse de bazen bu toprakların hakiki meseleleri konusunda doğru analizler yapma zekâsından yoksunlukla izah ediliyor.

Salt bir kesimin saf haklılığı görüşü üzerinden oluşan partizanlık, bir tür körleşme gerektiriyor ki trollük, bilinçli bir körlükle yapılır zaten.

Bütün apaçıklığına rağmen “hakikat” geniş ve engindir; mazlumların/ adalete muhtaç bırakılanların umut kaynağı olacak şekilde yeniden ve yeniden okunmayı, anlaşılmayı talep eder.

Parti burada araçlardan, parti siyaseti ise ancak yöntemlerden biri olabilir. Olay ve olgular iktidar mücadelesi için yontularak çarpılmaya uğratılırken, nasıl hakkaniyetli hüküm verilebilir hem?

Türkiye’de, çığırından çıkmaya amade bir kutuplaşmanın klişeleri -elbette ki Osmanlı Çağı’nın son dönemindeki çatışmalardan da beslenmek suretiyle- Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurucu ideoloji eliyle yerleşiklik kazandı. Kamusal alan, dinî sembollerden yalıtılırken nüfusun büyük bir bölümünün eğitim ve meslek edinme hakkının önü kapatılmış oldu. Geçen yıllar içinde eğitimsiz dindar kesimler “cahil”, kendi çabalarıyla bildikleri şekilde bir eğitim sürdürmek isteyenler ise “örgüt üyesi” olmakla suçlandılar. Annesi çarşaflı çocuklar, öğretmenlerinin siyah çarşaf ve yobazlık arasında kurduğu bağın dinleyicisi olmaya zorlandılar. Beytülmallin adaletsiz dağılımı, dindarlıkla yoksulluk arasında bir bağ kurulmasını getirdi. Batılılaşma yolunda zihinsel bir sıçrama veya devrim gerçekleştiremeyen sistem, durumu görünüşler üzerinden kotarmak için bir parya sınıfına ihtiyaç duyuyordu. Bu “sınıf” sınırlandığı ölçüde dışlandı, horlandı, mahrum bırakıldı, tehdit edildi, mekânsal değil sadece dil itibarıyla da taşraya sıkışmaya zorlandı.

Kürsülerden, gazete manşetleriyle paryalaşmaya direnen “yobazlara” had bildirilir, insan gibi yaşama çabası içindeki başörtülü kadınlar sinemaya, konsere veya sadece bir lokantaya girdiğinde, bir sergi açtığı, bir mitinge katıldığı, bir mezuniyet töreninde -nice badireler atlatarak- dereceler aldığında, “Bunlar da artık her yerde!” denilirdi.

Bu tür bir dil ve tutumdan hoşnut olmayan sekülerler vardı elbette. Pek çoğumuzun seküler teyzeleri, amcaları, kuzenleri, komşuları, arkadaşları herhâlde var. Kesimler arasındaki geçişkenlik de dönem özelliklerine göre azalır veya eksilir. Şimdilerde endişe verici olan, seçim dönemlerinde artış gösteren bir gerilim dilinin İslami kesimler adına -uzun erimli bir indirgemeyle- biricikleştirilmesi eğilimine karşılık, birbirini anlama ortamlarını canlı tutan sivil faaliyetlerin ölgünleşmesidir.

Kızılçık Şerbeti.
Kızılçık Şerbeti.

Konumlar, makamlar, servetler, köşeler, artık ağırlıklı olarak, kimi İslami kesimleri de içine alan bir siyasallığın yetke alanında veriliyor veya oluşuyor. Seküler ailelerin çocukları da muhafazakâr iş adamlarının/kadınlarının faaliyet ağlarında arıyorlar ekmeklerini. Kızılcık Şerbeti dizisinin sezon finalinde “Bunlar da her yerde!” klişesini bu kez başörtülü kadınların, filmin seküler kahramanlarından biri için kullandığını gördük. Korunaklı mekânlarında bir şeyleri kutlayan başörtülü kadınlar, aynı mekâna dekolte bir elbiseyle, üstelik tanıdıkları gözde bir bekârla gelen hemcinslerini “her yer”in sahipliği konumundan çekiştirip durdular.

“Her yerde” olma/olmama hak veya kararını ne zaman, kim, ne adına belirler? Farklı profilde insanlar birbiriyle karşılaşmalı ki iyi söz dilden dile, haneden haneye dolaşırken kamuya mal olsun.

İyi bildiğimiz söz ve fiilleri sadece kendimize layık görerek ulaşamayız Hakk’ın rızasına. Konuşamaz hâle getirilmek istenen kesimler, konuşulamaz hâle getirilmek istenen konular üzerinden güç sahipliği sırası milliyetçi-muhafazakârlara gelmişken bu süreçte edinilmiş ayrıcalıkların horlama yoluyla tescili ne takvayla izah edilebilir ne de İslami vakarla.

II- Siyasal kamu çeşitli platformlarda güç kazanırken ara bir alanın, güçlü bir sivil toplumun bulunmadığı toplumlarda ötekileştirilen kesimler sanat ve edebiyat kanalıyla “Ne yapmalı?” sorusunun cevabını ararlar. Bunu 2012’ye kadar çeşitli dönemlerde yaşadığım İran’ın sanatçı ve düşünürlerinde gözlemlemiştim. Devrimi takip eden kırk üç yıl boyunca kademe kademe pek çok sanatçı ve edebiyatçı ülkelerini terk etti. Devrim gerçekleşirken meydanları dolduran kalabalıklarda yer alan kesimler, yıllar akıp giderken verili siyasi düzene getirdikleri eleştiriler nedeniyle sistemin sözcüleri tarafından hain veya işbirlikçi, en hafifinden (Celal Al-i Ahmed’in Şahlık dönemindeki bir nitelemesi olan) “garbzedelik”le suçlandı.

Tehmine Milani.
Tehmine Milani.

Başından beri mevcut olan bir ara alan, zaman zaman daralıp genişlemektedir İran’da. Rejimin siyasal temsiline izin vermediği kesimler, sanat ve edebiyat alanına yoğunlaşırlar. Yönetmenlerin faaliyetlerini korumasının kıstaslarından biri, yabancı festivallerde ve ödül törenlerinde kullanılan üsluptur. Kiyarüstemi, Rahşan Beni İtimat ve Asgar Ferhadi, fikirlerini yapımlarına yedirerek faaliyetlerini sürdürebilmiş dünya çapında tanınmış yönetmenlerdir. Tehmine Milani gibi Ah Efsanesi (1991) filmiyle yeteneğini ispatlamış bir yönetmenin “dilini tutamadığı” için, çalışmalarını sürdürmek amacıyla filmografisinde ilk yıllardaki başarısının gerisine düştüğü söylenebilir. Cafer Penahi, 2009 seçimlerini takip eden protesto gösterilerindeki tavrı ve çeşitli açıklamaları nedeniyle tutuklanarak altı yıl hapse mahkûm edildi. Yirmi yıl boyunca film yapması ve yurt dışı seyahatine çıkması yasaklandı. Son on yıl içinde İran sinemasına taze bir nefes kazandıran Muhammed Resulof da yapımlarında ve sinema platformlarında dile gelen güçlü eleştirileriyle, yasaklı yönetmenlerin arasına katıldı.

İnatçı Bir Adam (Lerd, 2017).
İnatçı Bir Adam (Lerd, 2017).

İnatçı Bir Adam (Lerd, 2017) filminde “Bir insan yolsuzlukların olduğu bir sisteme dahil olmayı kabul etmezse, başına ne gelir?” sorusuna cevap arıyor Resulof. Film, tam da her kürsüden İslam adına konuşmaların yapıldığı bir ülkede gençlerin sekülerleşmesine yol açan çelişkiyi kurcalıyor: Başörtüsü mecburiyeti konusunda gençlerin gururlarını çiğnemeyi umursamayan sistem, konu yolsuzluklar olduğunda tartışmaları hamasi başlıklara çekerek ketum bir tavır sergilemektedir.

Sanat ve edebiyat, güzellemenin, hoşnut kılmanın araçları değildir. Tersine, siyasetin günübirlik maslahatlar adına uzak durduğu meseleleri açık ederek uyandırır bilinçlerimizi veya sadece, unutmayı yeğlediğimiz sorunlara gözlerimizi açmanın sebeplerini ortaya serer.

Sanat ve edebiyat, güzellemenin, hoşnut kılmanın araçları değildir. Tersine, siyasetin günübirlik maslahatlar adına uzak durduğu meseleleri açık ederek uyandırır bilinçlerimizi veya sadece, unutmayı yeğlediğimiz sorunlara gözlerimizi açmanın sebeplerini ortaya serer.

III- Türkiye’de mütedeyyin toplumsal aktörler, siyasetçiler, özellikle de kültür insanları, İran rejiminin halka yönelirken İslamilik üzerinden yaptığı benden olan-olmayan şeklindeki ayrımın bir benzerini yapmaktan uzak durmalı. Burası, Doğu ve Batı arasında konumlanmış bir ülke olmanın hareketli, çoğulcu nüfus özelliklerini taşıyor. Her yönden her kesim insan gelip geçer bu coğrafyadan, kimisi yerleşir, kimisi göçmeyi sürdürür; 8 bin yıldan beri 320’den fazla kuşak yaşadı İstanbul’da (Bettany Hughes). Osmanlının son döneminde dahi İstanbul’un nüfusunun yarısından fazlası gayrimüslimdi. Bunun yanı sıra, bürokraside asri hayat tarzına açık geniş bir kesim olduğunu, tarih araştırmaları gibi edebiyattan da öğreniyoruz. Bu açıklık muhafazakârlara göre yozlaşma ve çöküş emarelerinden biriydi. Ancak, zamanını doğru okuyamamanın, emanetin ehline verilmeyişinin ve çeşitli yolsuzlukların beslediği bir yozlaşmaydı olsa olsa.

Nuri Bilge Ceylan, Kuru Otlar Üstüne filminde terör saldırısında bacağını kaybetmiş bir kadının daha sonra nasıl bir hayat yaşadığını gösteriyor bize. Bütün terör kurbanları için de benzeri filmler yapılsa keşke. Terör olaylarında kolunu bacağını yitiren birçok insan var ama önemli olan bunun bir filmde işlenmesi sorumluluğu. O insanlar daha sonra nasıl tutunuyor hayata? Tutunuyor mu?

Genç yaşta solan hayatlar, geriye kalanların mücadelesi, manşetlerin kırıp dağıttığı umutlar… Sevgi Engin’in yaşadıkları, kendisi bir romanla anlatmasaydı, gazete manşetleri ne kadar ve nasıl gösterdiyse, öyle bilinecekti muhtemelen. Roman, yayınından bu yana geçen yirmi yıl içinde niye 28 Şubat’ın bin yıl sürmesinden yana durmayan herhangi bir yönetmenin dikkatini çekmedi? Bir makbul hikâyeler var, bir de makbul bulunmayanlar.

Dönüşüm Kutusu.
Dönüşüm Kutusu.

Başkalarının acılarına açılmaya yönlendiren süreç, 28 Şubat’la birlikte bir dönüm noktasına geldi belki de. Öyle ki siyasal alan köklü bir değişim geçirmeye mecbur kaldı. Sevgi Engin’in Bir Nehir Gibi (Ekin; 2004) isimli romanının konusu, 90’larda maruz kaldığı komplo ve bunu takiben mecbur kaldığı yurt dışı yaşantısı. Bir tutukluluk ile başlıyor her şey. Hemen hep başkasının başına gelen o “skandal haber” kurgusu bu kez onu kurban seçmiştir. Arkadaşları ziyarete gidilmiş liman şehrinde, öğrenci evi yaşantılarına katılır Sevgi. Her yerde bildik, tanıdık öğrenci evi, bir yorum kaymasıyla, bir “teçhizat” kondurmasıyla pekâlâ örgüt evi olarak tanımlanabilir.

Seni ezen sadece sistem mi? Daha önemlisi, sadece aynı ideallere sahip olan Müslüman erkekler ve kadınlar birbirlerine ne kadar adil davranıyorlar? Hücre evi, baskınlar, işkence… Tesettürlü genç kadın kahraman, devletin İslami hassasiyetlerinin uzağında bir şiddetle üzerine gelen güçleriyle yüzleşirken aynı zamanda kendi “soyut direniş” söylemleri üzerinden ahkâm kesen çevresiyle de hesaplaşma zorunluluğuyla karşı karşıya geliyor. Bir şeyler dağılmaya başlamıştı ne bir vakıfta tanıştığı kadınlarda ne de sokakta önünde giden pardösülü başörtülü genç kızda bir dostluk çağrısı algılayamıyordu artık. Araya polis girmişti; sürekli takip ediliyordu. Önünde yürüyen kız başörtülü, pardösülüydü, ancak yüzü yoktu, varsa da kahramanımızın dünyasında karşılığı olmayan bir yüzdü bu. “Çünkü onun dünyasında benim yerim yoktu.” diye devam ediyor sonra. Bütün bir şehirde yalnız olduğunu duyuyor ve bu yalnızlık hissinin görece yanını düşünmeye devam ediyor: “Ardımda binlerce yıldır insanlığın hüznünü, o değerli yanını, bütün insanlığın gözleriyle taşıyordum. Benim yüzüm, kimliğim de bunun için yoktu işte.” (s. 208)

Hâlâ takip altındadır; beyaz bir Renault izini sürüyor, büfelerden bilgi topluyor birileri. Sürekli ev değiştiriyorlar. Kimileri o sırada yurt dışına gidiyor, o ise konuşmalarını anlayabildiği insanların içerisinde yaşamak için direniyor. Bir yere kadar sürüyor bu direniş.

Almanya, Essen’de yazılmış romanda kahramanın sürgündeki hayatı şöyle anlatılıyor: “Yıllardan beri görmediği ailesi mi, ülkesinin taşı toprağı mı? Hepsi, diye yanıt veriyor bu soruya. Sonra da bir fısıltı gibi ekliyor: Aslında kendimi aramak istiyorum. Unuttum, daha önce yaşadım mı ülkemde? Otobüslere nasıl binerdim? Kimlere selam verirdim, neleri okurdum. Hepsini unuttum. Tarihimin, varlığımın en başından beri bu ülkede yaşadığım sanısına takıldım. Hayatımda kimler vardı? Şimdi hep onların izini takip etmek istiyorum.” (s. 239)

28 şubat süreci.
28 şubat süreci.

Keşke 28 Şubat üzerine sarsıcı, iz bırakan daha çok romanlar yazılmış, filmler yapılmış olsaydı geçen 25 yıl içinde: Belgrad Ormanları’na atılan İHL’li kızların sonraki yaşantıları konu edilseydi mesela… Bu olay Fatma Aydın’ın Şubattan Sonra (2015) isimli belgeselinde yer aldı ama hikâyeli bir filme konu edilmedi.

Her yerde görünen ne, görülmesi gerekirken gözden ırak tutulanlar neler… Hiçbir şeymiş gibi anlaşılan bir ses, bir olay, bir haberin sonrasıdır sanata, edebiyata ait olan. Kazanma tiryakiliği körleşmeye yatkın kılar insanı. Yoksun olunanın boşluğunda oluşan kasılmaysa kibir, “ezik” diye anılmayı insanlık adına daha umut verici bulurum.