Meleklere iman

İman esaslarında ikinci sırada zikredilen meleklere iman, pek çok ayet ve hadiste geçer.
İman esaslarında ikinci sırada zikredilen meleklere iman, pek çok ayet ve hadiste geçer.

İslam dini putları reddederken yaratılmış bile olsa Allah’ın fiiline aracılık eden, dolayısıyla da müstakil bir varlığa sahip olup O’na yaklaştırıcı etkisi olan her türlü nesne, olgu ve duyguyu da reddetmiş oldu. Bu bağlamda melekler, ilahi kudretin var olan her şeyde gerçekleşen ilahi etkisini ifade eder.

İman esaslarında ikinci sırada zikredilen meleklere iman, pek çok ayet ve hadiste geçer. Gerek ayetler gerekse ilgili hadisler, varoluş hâlleri sayısınca melek grupları olduğuna delalet etmektedir. Melekler, Allah’ın arşını taşırlar, O’nu sürekli hamd ve tesbih ederler, Allah’ın emrini bütün âleme yayarlar, Allah’ın vahyini peygambere ulaştırırlar, cennet ve cehenneme bekçilik yaparlar, sema kapılarının bekçiliğini yaparlar, yeryüzünde ve gökyüzünde meydana gelen olayları yönetirler, yağan kar tanelerini taşımaya kadar her türlü oluşun tedbirinde bulunabilirler. Kısacası ister maddi ister manevi olsun meydana gelen her oluşta görevlidirler. Naslarda meleklere ilişkin haberler bir bütün olarak değerlendirildiğinde meleklere iman, esas itibariyle üç yönden anlaşılabilir.

İman esaslarında ikinci sırada zikredilen meleklere iman, pek çok ayet ve hadiste geçer.
İman esaslarında ikinci sırada zikredilen meleklere iman, pek çok ayet ve hadiste geçer.

Birincisi: Meleklere imanın öncelikli olarak ilişkili olduğu şey, dinin dayanağını oluşturan vahiydir. Peygamberlerin birer insan olarak Allah’tan haber getirmesi, miraç vakasında olduğu gibi farklı formları olmakla birlikte, esas itibariyle meleğin aracılığıyla gerçekleştiğinden meleklerin varlığını kabul, aynı zamanda vahyin de gerçekleşebileceğini kabul anlamına gelmektedir. Kur’an’da meleklere imanın zikredildiği yerler, bu sebeple, bilhassa Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vahyedildiğini ifade eden ve Yahudiler ile Hıristiyanların Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini inkâr ettiğini ele alan ayetlerdir. Meselenin bu yönü, bir din olarak İslam’ın Müslüman bireyin nazari aklını inşa ettiği bütün öğretilerin temelini oluşturur. Çünkü insanın akıl yoluyla Tanrı’nın birliğine ulaşabileceğini kabul etsek bile insanı sorumlu kılan, buyruklarını insana ulaştıran, bu dünyadaki amellerine ahirette karşılık veren bir Tanrı kavrayışı, peygamberliğe bağlıdır.

İkincisi: Meleklere imanın anlaşılması daha zor bir yönü, âlemin bütününe yayılmış sayısı bilinmez bir melekler topluluğunun kâdir-i muhtar Allah anlayışında ne anlama geldiğidir. Özellikle kelam gelenekleri, her şeyin doğrudan Allah tarafından yaratıldığını savunmuşlardır. Bu bağlamda insandaki bilgiler de doğrudan Allah tarafından yaratılır. Ehl-i Sünnet ve Mutezile’nin çeşitli akımları, insandaki ilk bilgilerin doğrudan Allah tarafından yaratıldığında hemfikirdir.

Bu sebeple ilk bilgilere hem ilk hem de doğrudan olduklarını ifade etmek için “mübtede bilgiler” adı verilmiştir. Mutezilî kelamcılar nazara ihtiyaç duyan bilgilerin insanın fiili olan nazarın doğurduğu bilgiler olduğunu düşünseler de bilhassa Eşarî ve Hanefî kelamcılar, nazari bilgilerin de nazarın sonucu olmadığını sadece nazarın ertesinde yaratılmasının Allah’ın âdeti olduğunu savunmuşlardır. Vahiy de bir tür bilgi olduğuna göre vahyedilen bilgilerin mübtede bilgiler gibi yaratılabileceğini düşünmek mümkün görünmektedir. Fakat meleklerin varlığı, âlemdeki diğer tüm nesne ve olaylar gibi Allah’ın kudretinin tezahürünün bir parçası olarak anlamlıdır. Kâdir-i muhtâr Tanrı anlayışı, her şeyin doğrudan Allah tarafından yapıldığını söylemek ile müstakil varlık hâlleri olarak yaratılan nesne ve olayların kendi olmaları bakımından ilahî kudretin değişik etkilerini taşımaları arasında herhangi bir çelişki görmez. Bu bağlamda ilahî bilgi, nesnelerin farklılığının temelini oluştururken ilâhî kudret, nesnelerin tahakkukunun temelini oluşturur. Her iki sıfatı işlevselleştiren hayat sıfatı veya Allah’ın hayy (diri) oluşudur. Cansızdan canlıya seyreden mevcutlar sıralanması, söz konusu sıfatların kademeli bir tahakkukunu ifade eder. Melekler, ilahî nizamı yansıtan bu âlemde bilgi, kudret ve hayatın üst seviyede bir tezahürüdür ve tıpkı nazari bilginin insanda yaratılması için ilahi âdetin nazarı ön şart olarak sayması gibi bir peygamberin yaşadığı vahiy tercübesi için de meleğin aracılığı ön şart sayılmıştır. Bu durumun vahye mazhar olan peygamberin idrakine, âlemin bütününe yayılmış ilahî hikmeti sunduğu ve aklen kavradığı hakikati aynı zamanda müşahedeyle desteklediği söylenebilir.

Mutezilî kelamcılar nazara ihtiyaç duyan bilgilerin insanın fiili olan nazarın doğurduğu bilgiler olduğunu düşünseler de bilhassa Eşarî ve Hanefî kelamcılar, nazari bilgilerin de nazarın sonucu olmadığını sadece nazarın ertesinde yaratılmasının Allah’ın âdeti olduğunu savunmuşlardır.
Mutezilî kelamcılar nazara ihtiyaç duyan bilgilerin insanın fiili olan nazarın doğurduğu bilgiler olduğunu düşünseler de bilhassa Eşarî ve Hanefî kelamcılar, nazari bilgilerin de nazarın sonucu olmadığını sadece nazarın ertesinde yaratılmasının Allah’ın âdeti olduğunu savunmuşlardır.

Üçüncüsü: Meleklere imanın anlaşılması en zor yönü, onların putperestlerin putlarından farkıdır. Bilindiği üzere Mekke müşrikleri, taptıkları putların yaratıcı olduğunu düşünmüyordu. Onlar sadece putların aracı varlıklar olduğuna inanıyorlardı. Putların gördüğü işlev, ilk bakışta meleklerin işlevlerini andırır. Fakat burada temel soru şudur: Melekler, ilahi kudretin etkisinin aracısı mıdır yoksa kudretin bir tezahürü müdür? İslam dini putları reddederken yaratılmış bile olsa Allah’ın fiiline aracılık eden, dolayısıyla da müstakil bir varlığa sahip olup O’na yaklaştırıcı etkisi olan her türlü nesne, olgu ve duyguyu da reddetmiş oldu. Bu bağlamda melekler, ilahi kudretin var olan her şeyde gerçekleşen ilahi etkisini ifade eder. Diğer deyişle varlığın insana görünen maddi yüzünün ötesindeki manevi yüzüne işaret eder. Bu sebeple melekler, insan gibi akıl ve irade çatışmasına konu olan varlıklardan farklı olarak ilahi “emr”in taşıyıcısıdırlar. “Emr” kelimesini Kur’an’daki anlamıyla yaratılan nesne veya durum olarak tahakkuk eden anlam şeklinde anladığımızda mesele daha da açıklığa kavuşur.

  • Emri taşımak, taşıyana herhangi bir uluhiyet kazandırmaz, sadece uluhiyet mertebesine yakınlığı ifade eder. İslam’da uluhiyet mertebesine yakınlık ise yakın olana vazife yükler ki en üst seviyesi daimi tesbih ve tenzih olan bu vazifenin karşılığı, bizzat yakınlığın kendisidir. Bu sebeple Kur’an’da meleklerin Allah’a hiçbir şekilde isyan etmedikleri ve kendilerine emredileni yaptıkları belirtilir. Dolayısıyla Allah’a yakınlık, ilah payesi almanın değil, kulluğun bir diğer ismidir. Bu açıdan bakıldığında âlemin bütününe yayılmış melek topluluklarının varlığına inanç, her şeyin Allah’a eşit yakınlığını ve her şeyin varlığı açısından Allah’ı tenzih ve tesbih etmesini ifade eder. Öyleyse meleklere iman, bütün âlemin Hakk’ın ilmi ve kudretiyle dolu olduğunu ve insanın her nesne ve fiilde Hakk’ı hatırlaması gerektiğini ifade eder.

Özetle mümin meleklere iman ettiğinde, (I) Allah’ın insana emri ve vahyini ilettiğine, (II) ilahi kudretin mutlaklığı ile O’nun fiili olan mevcutlara vazife ve sorumluluk nispet etmenin birbiriyle çelişmediğine ve nihayet (III) âlemde kutsaldan arındırmaya elverişli hiçbir şey olmadığına iman etmiş olur. İlk madde aynı zamanda meleklere iman ile dinin şeriat hâline gelmesi arasındaki ilişkiye delalet eder. Nitekim Cebrail’in (a.s.) diğer isminin “yasa” anlamına gelen “nâmûs” (Nomos) oluşu dinin aynı zamanda yasa boyutuna dikkat çeker. İslam geleneğinde nübüvvet meselesi bir yönden nazari aklın inşası diğer yönden de amelî aklın inşası bağlamında anlaşılmıştır. İkinci madde meleklere iman ile insanın sorumluluğu arasındaki ilişkiyi gösterir.

Allah’ın fiili oldukları ve O’nun emrine isyan etmedikleri hâlde meleklerin dahi vazife sorumluluklarının bulunması, her şeyin ilahi kudrete dayanmasıyla çelişmediği gibi insanın isyan ve itaat etme özelliği, onun cebr altında olduğunu göstermez. Bu bağlamda melek inancı, insanın ahlaki sorumluluğunun ahlak-ötesi boyutuna işaret eder. Üçüncü madde ise var olan her şeyin Allah ile ilişkisi bakımından mukaddes olduğunu ve müminin var olanlara muamelesinde veya ötekiyle ilişkisinde daima bu kutsal nispetin bulunması gerektiğini ifade eder.