Minik Annelikten Hanım Ağalığa bir pazar portresi

​Minik  Annelikten  Hanım   Ağalığa   bir  pazar  portresi
​Minik Annelikten Hanım Ağalığa bir pazar portresi

Otuz beş yıldır her gün aynı enerjiyle açtığı pazar tezgâhının yanında, Erenköy’de on iki yıllık sabit bir dükkân sahibi olmanın gururu… Buna bir de Erenköy sakinlerinin ona "Minik Anne" değil de "Hanım Ağa" diyor olmaları eklenince, değmeyin Saniye Hanım’ın keyfine.

Herkes ona “Minik Anne” diyordu. Küçük yaşta kaybettiği annesinin yerini kardeşleri anasız kalmasın diye doldurmaya çalıştığı günden beri anneydi o. Sonra evlenip çoluk çocuğa karıştı, sahici anne oldu. Çok geçmedi, eşinin işleri bozuldu. Nasıl olduysa kendini bir pazar tezgâhında ev yemeği satarken buldu.

Saniye Kaymak Bay
Saniye Kaymak Bay

İşte o gün bugündür de tezgâh açtığı tüm pazarlarda müşterisinden pazarcısına herkesin annesi… “Daha otuzuna basmamış bir kadının pazarda tezgâh kiralayıp çalışması o günlerde kolay değildi” diyor hayat hikâyesini anlatırken.

Bana sorarsanız bugün de hiç kolay değildir. Fakat 61 yaşındaki Saniye Kaymak Bay’a göre, “Bugün her şey dünden çok daha kolay!” Bunu söylerken çocuklarını pazarcılıktan kazandığı parayla büyütmüş, okutmuş, evlendirmiş bir annenin rahatlığı var üzerinde.

Aynı zamanda otuz beş yıldır her gün aynı enerjiyle açtığı pazar tezgâhının yanında, Erenköy’de on iki yıllık sabit bir dükkân sahibi olmanın gururu… Buna bir de Erenköy sakinlerinin ona “Minik Anne” değil de “Hanım Ağa” diyor olmaları eklenince, değmeyin Saniye Hanım’ın keyfine.

Hanım Ağa ile tanışmam pazara alışverişten çok gezmek için çıkan Erenköylü iki hanımın -Semra ve Ayten- sayesinde oldu. O perşembe günü tüm pazarcılar gibi ben de ekmeğimin peşindeydim.

Sürekli fotoğraf çekiyor, bazı pazarcılarla ve müşterilerle konuşup seslerini kaydediyordum. Pazarın kalabalığından bunalmış ve yarınki baskıya yeterince “Yaz geldi, tezgâhlar şenlendi!” klişe malzemesi toplamış olarak, âdeta açık büfe görünümlü, bir yemek tezgâhının arkasındaki gölgelik masalardan birine oturdum.

Yemek için bir şeyler seçip, çay söyledim. Çok geçmeden iki hanım geldi, bütün masalar dolu olduğu için benimle oturmak istedi. “Buyursunlar”dan sonra kısa bir teşekkür faslı… Sessizce çektiğim fotoğraflara bakmaya devam ettim.

Sigaralarını yakıp iki sade Türk kahvesi söylediler. İşte buna şaşırdım çünkü pazarda kahve içildiğini görmemiştim bugüne kadar. Alışveriş telaşının arasında annemi pazarda oturmuş kahve içerken düşündüm de -hiç olmayacak iş- gülümsedim.

Hemen arkamızdaki dükkândan çıkan garson, hanımların kahvelerini getirdi. Her zaman ki çikolatalı kekten istediler. “Hanım Ağa döktürmüş yine” dediler. Dayanamayıp sordum: Ev yemekleri dükkânının tezgâhı mı burası?

Semra olan “Ev yemekleri tezgâhının dükkânı demek daha doğru olur” dedi. Gülüştüler. Bu espriden hiçbir şey anlamamıştım. O sırada tezgâhın başında karalahana sarması satan Saniye Hanım’ı gösterip, “Bak bu kadın ‘Mahallemizin Hanım Ağası’dır. 35 yıldır burada tezgâh açar. Her şeyimizi ondan alırız. Dükkânı açtığından beri de alışveriş için perşembeyi beklememize gerek kalmadı” dedi.

Ayten Hanım da dayanamadı, başladı anlatmaya, “Çok severiz kendisini. Dili tatlı, eli lezzetli, temiz bir hanımdır. Bazen sadece onunla sohbet etmeye gelirim. Onların böyle bir arada, ailece çalışması çok hoşuma gidiyor. O kadar gayretliler, o kadar çalışkanlar ki! Bir dakika boş durmazlar. Başladıklarında sadece iki çeşit yiyecek vardı tezgâhlarında. Şimdi gördüğünüz gibi her şey var.”

O sırada Semra Hanım makinemin ekranındaki fotoğrafa bakıp “Negüzel çekmişsin. Baksana tezgâha; fellah köfte, mücver, zeytinyağlı sarma, lahana, kısır, kek, elmalı kurabiye, dereotlu poğaça, un helvası…” diye tüm çeşitleri tek nefeste saydı, biraz soluklandı ve devam etti: “Ben evde kek yapmıyorum artık.

İlk aldığımda lezzeti, malzemesi nasıl diye tereddüt etmiştim. Ama artık Hanım Ağa ile içli dışlı olduk. Evde kullandığımız kalitede malzeme kullanıyor, beğenmediği yiyeceği tezgâhına çıkarmıyor.”

Kısa süreli kaynaşmadan doğan samimiyetiyle makinemi elimden alıp çektiğim fotoğraflara daha yakından bakarken bana dönüp sordu: “Fotoğrafçı mısın sen?” “Gazeteciyim” dedim. İkisi birlikte birer şen kahkaha attı: “Ay şekerim, ne kadar şanslısın, haber ayağına geldi, Hanım Ağa’yı yazsana!”

Benimle vedalaşıp, tezgâhtan akşam yemeklerini seçtiler. Bir süre Hanım Ağa’nın yoğunluğu geçsin diye bekledim. Ay şekerim, haber ayağıma gelmişti de kalabalıktan konuşacak fırsat bulamıyordum. Epey sonra meramımı anlattım. Hayat hikâyesini anlatacağına sevinmiş bir hâlde iki gün sonra beni dükkânına davet etti.

Gittiğimde yoktu, babacığı vefat etmiş. Daha sonra hayatını anlatırken üç yerde bahsi geçecekti. İlki annesini kaybedince babası ve kardeşleriyle İstanbul’a göçmeleri, ikincisi Sarıyer Ticaret Lisesi’nde eğitimine devam ederken hem kardeşlerine bakıp hem ailesinin rahat geçinmesi için börekçide çalışmaya başlaması ve biriktirdiği parayla babasına Kilyos yolu üzerinde meyve satması için bir kulübe kiralamasıydı. Üçüncüsünü anlatırken ağlamıştı: “Rahmetli babamın duasını çok aldım. Mekânı cennet olsun. Bana, ‘Kızım senin tuttuğun altın olsun’ derdi. Hakikaten de ne tuttum ise altın oldu. Altın gibi çocuklarım, altın gibi işim oldu.

Acısının arasında beni de unutmamış. Bir hafta sonra Göztepe Cuma Pazarı’nda buluşmak üzere randevu vermiş.

Saniye Hanım’ı Göztepe Pazarı’nda bulduğumda yine tezgâhının başındaydı. Taziye verdikten sonra sohbete başladık.

Elime bir tabak tutuşturdu ve pazarcı cömertliğiyle “Canın ne istiyorsa al ye” diyerek başladı anlatmaya: “1958 yılında Giresun Şebinkarahisar’da doğdum. Annemi kaybettikten sonra göçtük geldik buralara. Üniversite okumayı çok istedim de kısmet olmadı. Ama bütün kardeşlerimi okuttum. Evlenip biraz rahat yüzü görmüştüm ki eşimin işleri bozuldu. Bu sefer de çocuklarım yokluk görmesin, rahat okusunlar diye mecbur kaldım çalışmaya.”

Bu mecburiyet sonrası -reklama girmesin diye adını vermek istemediği- “çok meşhur” bir çamaşır fabrikasına işçi olur. Maaşı yetmez tabii kalabalık ailesini geçindirmeye. Derin bir iç çekti, sesinin rengi değişti bunları anlatırken, belli ki çok zor günlerdi.

“Cesaretimi topladım, patronun yanına gittim. İhraç fazlası malları biriktirip satmak için izin istedim. Kovabilirdi beni, Allah razı olsun izin, verdi.” Patronu, Saniye Hanım’a malları pazara dökmesinin yasak olduğunu ancak bir dükkân açıp satabileceğini söyler. Günler geçer, depoda mallar biriktikçe birikir.

Ne dükkân kiralayabilir ne malları pazara dökecek izni alabilir. İhraç fazlaları beş bini aşıp depoda yer kalmayınca Saniye Hanım patronunun kapısını bir umut tekrar çalar. “Ben dükkân açamıyorum, durumum iyi değil, bana imzalı bir kâğıt verseniz sadece salı pazarına döksem, tek pazarda bunları satıp paraya çevirsem” der.

Patronu zor durumdaki çalışanını kıramaz, bir defaya mahsus izin verir. Saniye Hanım o gün ticari zekâsı ve cesareti sayesinde hayatının dönüm noktası olacak izni almıştır aslında.

Görür ki pazarda para kazanmak daha kolay, eşi durumunu düzeltene kadar eline daha çok para geçmesi için “Acaba pazarda ne satabilirim?” sorusu günlerce meşgul eder kafasını. Düşünür taşınır vakti zamanında kursuna da gittiği için sonunda yemek yapmaya karar verir.

Hem severek hem lezzetli yapacağından adı gibi emindir. Rahmanlar Pazarı’nda satmak için yaptığı ilk menüyü hiç unutmaz: mantarlı et sote, etli dolma, zeytinyağlı sarma, karalahana sarması ve mısır ekmeği

Hikâyesinin bundan sonrasında sesindeki hüznün yerini tatlı bir neşe aldı ve gözleri parlayarak, “Ay görseniz izdihamdı orası! Pazara gelenler kapış kapış alıyordu yaptıklarımdan” diye hâlâ ilk günkü heyecanını yaşayarak anlattı.

Rahmanlar Pazarı’ndaki deneme satışının ardından Rahman’a sığınarak işçi olarak çalıştığı fabrikadan ayrılır. Her gün başka bir pazara gitmeye başlar: Sahrayı Cedit, Göztepe, Tuzla, Erenköy, Bakırköy, Yeşilköy…

Her pazarda sabit müşteriler edinir, bir gelen bir daha gelmekle kalmaz komşusunu da getirir. Uzun yıllar sadece yemek yapıp satar. Sonra unlu mamullere başlar. Bir kadın olarak pazar esnafına kendini kabul ettirmesi de oldukça zor olur: “Bundan 35 sene önce bir kadın olarak pazarda çalışmak öyle herkesin harcı değildi. Pazarcılar kadınları sevmez, varlığımızdan rahatsız olurdu. Artık o kadar alıştılar ki bana ‘Minik Anne’ diyorlar.”

Gelelim Minik Anne’nin büyük ailesine. “Erenköy’den daire aldım, evde 15 kişi yaşıyoruz. Çocuklarıma da ayrı daireler aldım. Bana çok bağlılar, gitmiyorlar evlerine” diye anlatıyor ailesini… Eşi, kızı, gelini, oğlu, oğlunun nişanlısı, yeğeni derken âdeta bir aile şirketi gibi çalıştıkları dükkânı soruyorum.

12 seneyi geçti orayı açalı diye anlatmaya başlıyor: “Erenköy’deki o dükkânda hediyelik eşya satan bir adam vardı. Önünde de senin o gün gördüğün tezgâhım. Her perşembe o dükkâna bakar, burası benim olsa derdim. Bir gün baktım ki devrediyor, hemen tuttum.”

Sahrayı Cedit’teki 500 m2’lik imalathanesini, pazarda satacakları yiyecekleri nasıl hazırladıklarını uzun uzun anlatıyor. Tezgâhı gördüğümden beri düşündüğüm sorunun cevabı da ben henüz sormadan geliyor: “Ürünlerin bir kısmı pazara çıkacağımız sabah 5’te hazırlanır. Unlu mamuller ise bir gün önceden…

Açmalar, poğaçalar, katmerler, börekler, çörekler, kekler hazır edilip uyku dolabına yatırılır. Sabah 5’te kalkıp onları pişiririz. Helvaları kimseye bırakmam, sabah ben kavururum. Sarılmış dolmaları da sabah kalkınca altı gözlü ocağıma sıra sıra dizerim. Yedinciye şerbeti, sekizinciye mercimek köfteyi koyar bir defada sekiz ürün birden çıkarırım.”

Dükkân hariç dört pazara çıktığını düşünürsek -Göztepe, Tuzla, Sahrayı Cedit, Erenköy- anlattığı işleri yetiştirmek için hafta boyunca aynı tempoda çalışmak zorunda. “Kendi işimin patronu olmak hayalimdi, hiç yorulmuyorum” diyor. Ona boşuna Hanım Ağa demiyorlar Erenköy sakinleri.

“Seni neden çok seviyorlar?” diye sorunca biraz da nazlanarak “Ben de onları çok seviyorum. Canlarım, bebeklerim benim” diyor. “Bayağı bayağı meşhursun, muhtar adayı olsan seçilirsin” diyorum gülerek. “Tabii meşhurum, ünlüler bile gelip alışveriş yapıyor benden. Athena Gökhan, Göztepe Pazarı’na gelir. Mısır ekmeği, dil peyniri, mihaliç peynir, isli peynir alır.”

Parmağıyla karşı caddeyi gösterip; Seren Serengil jipini şuraya park edip alışverişini yapar. “Ay onların bende resimleri var. Perran Kutman başımı okşarken resmim var” diye seviniyor çocuk gibi. Sonra fotoğrafları yanına almadığı için kendine kızıyor uzun uzun.

“Eskiden Ayşe Arman da Tuzla Pazarı’na gelirdi” deyip ekliyor: “Bana televizyonda yemek yapma teklifi de geldi. Ama gitmedim. Düşündüm ki tarafsız bir kanal açsam -7/24 reklam ve yemek olacak kanalda- o zaman belki yaparım, dedim.” Henüz muhtarlık düşünmüyor ama aday olsa kazanacağından emin.

“Rüyamda peynir satarken gördüm kendimi, çok kazanıyordum. Çocuklara dedim ki gelin peynir işine girelim. Adapazarı, Çanakkale, Düzce... doğal peynir bulmak için dolaştım. 16-17 sene önce Bursa’ya gidip peynir karavanı yaptırdım. İçini peynirle doldurup satmaya başladım. Gurmeler gibi de geziyorum anlayacağın.”

Peynir rüyası sadece Saniye Hanım’a değil, birçok köylüye de ekmek kapısı olmuş. Nerede ne var gidip yerinde tatmış, beğendiği ürünlerin sahiplerine kartını bırakmış. Babadağ’dan kaymak, süzme yoğurt, Giresun’dan pestil, pekmez, değirmen unu derken pazar tezgâhını yöresel ürünlerle şenlendirmiş. Peynir karavanına bakarken gözleri dolu dolu oluyor.

Şık giyimli bir beyi işaret ederek: “Bak, benim oğlum mimar oldu. Haftanın üç yoğun günü de gelip bize yardım eder. Biz birbirine böyle bağlı aileyiz işte.” Bize de Allah nazarlardan, kem gözlerden korusun demek düşüyor. “Evlatların ne güzel çalışıyor, sen emekli olabilirsin artık” dedim.

“Pazarcılığa alışınca emekli olamazsın kızım, yazlığa bile gidince üç dört gün kalıp işimin başına dönüyorum” dedi.

“Çok çalışıyorum evet ama benim gibi çok çalışıp kazanamayanlar da var” diye ekledi. Yine de görmek istediği merak ettiği yerler var. Allah ömür verirse en kısa zamanda önce hacca sonra umreye, daha sonra da Kanada’ya gitmek istiyor. “İlk ikisi tamam, Allah’ın emri de, üçüncüsü neden başka bir yer değil, illa Kanada?” diye sordum.

Meğer liseden çok sevdiği bir arkadaşı oraya yerleşmiş. Onunla yeniden aynı şehirde yaşamak, hasret gidermek istiyormuş. Gözleri Kanada kadar uzaklara daldı gitti. “Hikâyen bitti galiba, eklemek istediğin bir şey var mı?” dediğimde “Seni sevdim, gel sana el vereyim” dedi. “Tabii, tokalaşıp kucaklaşırız ayrılırken” dedim. “Hayır, öyle değil. Gel, bir tezgâh da sen aç. Yoku var eden Allah. Rızık ticarette!” dedi. Teşekkür ettim, “Ben sizin gibi çalışamam, herkes iyi bildiği işi yapsın” dedim. “O zaman yapmak isteyenlere bir mesajım var” diye sanki kalabalık bir gruba konuşur gibi gür bir sesle başladı nasihate: “Ümitsizliğe kapılmayın, cesur olun, hemen işe koyulun. Ticaret, ticaret, ticaret! Yeter ki herkese güzel bir enerjiyle bakın, çalışkan, temiz, dürüst olun. Ticaretin sırrı bu!” Evet, ben de payıma düşen mesajı almıştım. Sadece ticaretin değil, hayatın sırrı buydu