Mirasın tevarüsünde büyük eserler

​Mirasın  tevarüsünde  büyük   eserler
​Mirasın tevarüsünde büyük eserler

İsmail Kara, Osman Nuri Ergin’e değindiği “Osmanlı Cumhuriyet’e Nasıl Taşınır?” başlıklı yazısında Ergin’in bazı eserlerinde Osmanlı kültürünü yeren ifadelerinden örnekler verir ve bu tavrı anlamlandırmak için şu soruları sorar: Bu adamlar rol mü yapıyor? Cumhuriyet idaresinden beklentileri mi onları böyle konuşturuyor? Bir şeyler aktarabilmek için rüşvet-i kelamda mı bulunuyorlar veya gerçekten Atatürkçüler mi?

İsmail Kara, Osman Nuri Ergin’e değindiği “Osmanlı Cumhuriyet’e Nasıl Taşınır?” başlıklı yazısında Ergin’in bazı eserlerinde Osmanlı kültürünü yeren ifadelerinden örnekler verir ve bu tavrı anlamlandırmak için şu soruları sorar: Bu adamlar rol mü yapıyor? Cumhuriyet idaresinden beklentileri mi onları böyle konuşturuyor? Bir şeyler aktarabilmek için rüşvet-i kelamda mı bulunuyorlar veya gerçekten Atatürkçüler mi?

Kara’nın zikrettiğim yazısını da içeren Şeyhefendi’nin Rüyasındaki Türkiye kitabı, ismini aldığı menkıbeden içindeki yazılara kadar bu tür sorular ile doludur. Bu sorulara cevap vermek, ömürlük bir mesele…. Osman Nuri Ergin gibi bu minvalde ele alınabilecek başka isimler de mevcut. Aynı kitapta İsmail Kara, Süheyl Ünver’i, Ahmed Hamdi Akseki’yi ve benzeri isimleri farklı tonlarda da olsa bu çerçeve içinde ele alıyor.

Konunun peşinden gidecek olursak, Cumhuriyet’in ilk döneminde hayatta olan, ilk gençliğini yahut çocukluğunu Osmanlı döneminde yaşamış, yani takriben –en geç- 1900-1910 civarında doğmuş, eser vermiş yahut öğrenci yetiştirmiş isimlerin hayat hikâyelerine bakmak gerekiyor.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir kısım insanın Gül Yetiştiren Adam örneğindeki gibi bir tavır takınmasının yanında, söylenmiş pek çok sözün de dönemin rengine bulandığını ve asıl anlatmak istediğini mecburen sakladığını görüyoruz.

Fakat Osman Nuri Ergin örneğinde olduğu gibi, bu dönemde yaşananlara –kısmen ya da tamamen- mesafe alan, geçmişin bu kadar acımasızca görmezden gelinmesine, hatta silinmeye çalışılmasına gönlü razı olmayan, bunu diliyle ikrar etmese de geçmişinden ve dönem içindeki tavırlarından böyle bir intiba edindiğimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osman Nuri Ergin, Server İskit, Sadeddin Nüzhet Ergün, Elmalılı Hamdi Yazır, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mehmed Zeki Pakalın, Reşat Ekrem Koçu gibi insanların ortaya koyduğu gerçekten devasa boyutlarda kitaplar dikkat çekiyor. Devasa eserleri ile bildiğimiz bu isimlerin henüz yayımlanmamış kitapları dahi mevcut. Ve tabii ki yayımlanmamış eserler deyince, Ahmed Avni Konuk’un Füsus ve Mesnevi şerhlerini özellikle zikretmemiz gerekir sanıyorum.

Bu devasa eserler bize, ele aldıkları konu dışında ne söyleyebilir? Bu soru detaylı bir incelemeyi yahut derinlemesine bir vukufiyeti gerektiriyor. Fakat bir başlangıç olması niyetiyle devam ediyorum. Bu nevi eserlerden yaklaşık 30 tane tespit edebildim. Ve ilk dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi, yayımlandıkları tarihler itibariyle bu tür eserlerin sadece Cumhuriyet sonrasında değil, takriben 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlaması.

Büyük eserler furyasının yazar tarafından tespit edilen en erken örneği, mehmed süreyya bey’in “sicill-i osmanî”sinin iç kapağından bir detay.
Büyük eserler furyasının yazar tarafından tespit edilen en erken örneği, mehmed süreyya bey’in “sicill-i osmanî”sinin iç kapağından bir detay.

Benim bu anlamda ilk örneğim Mehmed Süreyya Bey’in Sicill-i Osmânî isimli eseri. Ömer Faruk Akün, İbnülemin hakkında yaptığı bir konuşmada bu eserin özellikle biyografiler alanında önemli bir çığır açtığını ve İbnülemin’in de bu eserin doğurduğu etkiden nasibini dile getiriyor; 1 tabii İbnülemin’in kendi merak ve çalışkanlığını da ayrıca not ederek.

İbnülemin
İbnülemin

Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk döneminde büyük eserler diye bir şeyden bahsedeceksek bunun en önemli örneklerinden bir tanesinin İbnülemin olduğunu söylememiz hata olmaz. Aslen sonu kemal ile biten kitaplar silsilesi, hem tarih hem biyografi hem de edebiyat noktasında emsalsizdir.

Fakat içinde bulunduğu ve temas ettiği alanların yanında İbnülemin’in eserleri ve bu eserleri kaleme alış tarzı hakkındaki değerlendirmeler, eserlerinin içeriklerinin kıymeti yanında İbnülemin’in kaybolması korkusu ile pek çok şeyi eserlerinin içine yedirdiğini dile getirir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hoş Sada kitabının sunuşunda bu konuya, İbnülemin’in psikolojisini de tasvir ederek şu şekilde değinir:

Bu İstanbul efendisi, hayatımızın kırk elli sene içinde nasıl altüst olduğunu, çerçevelerini nasıl kaybettiğini ve çöktüğünü görmüştü. Gençliğinde zengin, mamur, ağzına kadar dolu gördüğü konakların hepsi yanmış, yıkılmış, insanları dağılmış, arsaları kaybolmuştu. Bunlar hepimizin bildiği, az çok duyduğu şeylerdi. Fakat İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onları yalnız hatırlamakla kalmıyor, garip ve dokunaklı bir şekilde kendisini onların ayakta kalmış tek parçası, hakiki vârisi zannediyordu. İşte tezkireciyi, Fatin Efendi’nin, Esat Efendi’nin, Âli’nin ve Müstakımzâde’nin halefini, yazı yazmayı Flaubert’in Bouvard et Pécuchet’sini hatırlatacak derecede ömrünün tek işi yapan adamı bu terkipten kalanları behemehal kurtarmağa götüren, yahut daha iyisi bu işte o kadar kırbaçlayan şey. Bir eser, bir isim, bir müşahede, yıkılanın bir zerresi, ne olursa olsun o daima bir şeyler kurtarmağa mecburdu. Son Hattatlar’da bazan yalnızca bir ismi anmak ona yetiyordu. Son Asır Türk Şairleri’nin anketi abese kadar gider, ömründe tek manzume, hattâ tek mısra yazmış insanların hepsi bu acaip ‘sormagir’ mahallesindedir. Çünkü muharrir için kurtardığı şeylerin kıymetli olması behemehal şart değildi. Kurtarılmış olmaları mühimdi.2

İbnülemin’in yakın arkadaşı ve o daha hayatta iken İbnülemin’in en kapsamlı biyografilerinden birini hazırlayan Hüseyin Vassâf ’ın Sefîne-i Evliyâ’sı da bu cümledendir. Vassâf bu eseri 1924’te tamamlamış. Yani Cumhuriyet kurulduğunda eser zaten kemale ermiş. Ve dahası bu eser ancak yıllar sonra yayımlanabilmiş. Yukarıda değindiğimiz gibi aynı şey Ahmed Avni Konuk’un eserlerinin başına da geliyor.

Gerçi yazarları bu kitapları hayatlarında bastırmayı düşündüler de beceremediler mi yoksa, “Balık bilmez ise Halık bilir” düşüncesi ile yazdılar ve bir kenara koyarak nasibini bulmasını mı beklediler? Bunu tam bilemiyoruz ama sonucun bu şekilde olduğuna şahidiz. Ahmed Avni Konuk’un 1915 gibi başladığı Füsus Şerhi, 1928’de son hâlini alıyor.

Sonrasında başladığı Mesnevi Şerhi de 30’larda tamamlanıyor. Yani bir memur olan Ahmed Avni Konuk yaklaşık 20-25 senesini, yayımlanıp yayımlanmayacağını bilmediği eserler için ayırıyor. Bugün toplamda 20 cilt civarında tutan eserlerin basılmış hâllerini ise ancak torunları görebiliyor.

Osman Nuri Ergin, konudan ayrılarak başka bahislere dalmanın sınırlarını zorladığı eserindeki ayrı bahisler (haşiyeler) için ayrı bir içindekiler tablosu dahi oluşturduğu büyük eseri Türk Maarif Tarihi’nin girişinde bu konuyu gündeme getirir ve çok fazla haşiye yazması hakkında şöyle konuşur:

Bu yola gitmekle bahisleri uzattığımı, öyküyü büyük tuttuğumu iddia edecekler bulunacağını tahmin ediyorum. Bunu bildiğim hâlde yine de –dolayısıyla da olsa- mevzuma dair ne gördümse, ne okudumsa hatta ne işittimse yerli yerince kayıd ve tespit ettim; bir kısım kitapların satırları, bir kısım kütüphanelerin tozlu rafları, arşivin küflü vesikaları arasından çıkardım; bir kısmını da yaşayanların sadırlarından almaya çalıştım. Keşke daha fazla okumuş, daha çok vesika görmüş ve daha ziyade kimselerle görüşmüş ve tanışmış olsaydım da kitabım daha uzun olsaydı.3

Osman Nuri Ergin’in ifade ettiği ne duyduysa, gördüyse, biliyorsa yazma psikolojisinin bu ortamda, “yazılmazsa kaybolacak” diye düşünülerek ortaya çıktığını görüyoruz. Büyük eserlerin zaman aralığını burada tekrar gündeme getirirsek, Ergin’in kendi biyografisi de bu konunun, Cumhuriyet ile doğrudan alakalı olmadığının göstergesi aslında. Çünkü en mufassal eseri beş ciltlik Mecelle-i Umûr-ı Belediyye 1910’lu yıllarda yayımlanıyor. Belediyecilik alanında Türkçe yayımlanmış en önemli eserlerin başında gelen kitap, aynı zamanda bir İstanbul tarihi olarak da başvuru kaynaklarından bir tanesi.

Fakat malum olduğu üzere iş burada kalmıyor. Cumhuriyet’in ilk dönemleri, bu sefer yasaklar ve baskılar ile başlayan yeni bir süreç devreye giriyor. İşte bu noktada İsmail Kara’nın sorduğu, acaba önceki dönemler ile ilgili kötü konuşarak kendilerine alan mı açıyorlar mealindeki sorusu, büyük eserler ile de birleşerek ciddi bir anlam kazanıyor. Bu konuda dikkatimi çeken örneklerden bir tanesi Server İskit’in neşriyat tarihimize dair kitapları. Örneğin 1939’da yayımlanan Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, beş yüz sayfayı aşkın boyuta sahip. Kitabın yarısını Cumhuriyet dönemi matbuatının faziletleri, diğer yarısını ise Osmanlı dönemi matbuatının yergisi oluşturuyor. Fakat bu kadar yergiye rağmen Osmanlı matbuatına dair bölüm, dikkat çekici bir şekilde Osmanlı döneminde matbuata dair yayımlanmış neredeyse bütün kanunları ve diğer yazılı metinleri içeriyor. İskit, yeri geldikçe, 10-15-20 sayfalık kaynak metin alıntılarının yanına, “Bakın gördüğünüz gibi ne kadar kötü bir matbuat vardı o dönemde!” kabilinden cümleler serpiştiriyor. Ve hemen peşine başka bir “kötü örneği” alıntılıyor.

Server İskit
Server İskit

Server İskit bu eserleri yayımlamış da ne olmuş, demek lüksümüz yok. Türk matbuatının 1939’a kadarki tarihini, 1939 sonrası tarihine göre fersah fersah daha iyi bilmemizin en önemli sebebi tartışmasız Server İskit ve Selim Nüzhet’in bu alandaki çalışmalarıdır. Bu tür bir eserin şahsi gayretlerle basılmasındansa, hem de en hızlı şekilde devlet eliyle yayımlatılabilmesi için, içine bu tür birkaç cümle eklemek, çok da anormal gözükmüyor.

Devlet himayesinde devasa bir esere imza atan Elmalılı’nın Hak Dini Kur’an Dilikitabına da bu gözle bakabiliriz. Fakat bu eserde benzeri kötülemeler ve yergiler yer almaz. O zaman bu kitabın nasıl, hem de devlet eliyle yayımlanabildiğini sormak hakkımızdır, sanıyorum. Ben bu sorunun cevabının, bir tür “suç ortaklığı”nda yattığı kanaatindeyim. En azından bir etken de bu olmalı.

Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ve Başkan Yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki’nin ısrarları ile bu işi kabul eden ve tefsiri nasıl yazacağı bir protokol ile belirlenen Elmalılı’nın, yöntem konusunda uygulayacağı şartlardan bir tanesi şöyle: İtikadda ehl-i sünnet ve amelde Hanefî mezheplerine bağlı kalınmak üzere ayetlerin ihtiva ettiği dinî, şer‘i, hukuki, içtimai ve ahlâkî hükümler açıklanacak, ayetlerin ima ve işarette bulunduğu ilmî ve felsefî konularla ilgili bilgiler verilecek, özellikle tevhid konusunu ihtiva eden, ibret ve öğüt mahiyeti taşıyan ayetler genişçe izah edilecek, konuyla doğrudan veya dolaylı biçimde ilgisi bulunan İslam tarihi olayları anlatılacak… Doğrudan, ve dolaylı.

Ahmed Hamdi Akseki
Ahmed Hamdi Akseki

Yani Diyanet İşleri Başkanlığı kısıtlama “niyetiyle” sözleşmeyi hazırlarken aslında Elmalılı’ya, alakalı alakasız her şeyi kitabına koyma fırsatı veriyor. O da bu fırsatı hakkıyla değerlendiriyor.

Kaybolmaya başlayan şeyleri elden geldiğince kurtarmak bahsinin birbirinden farklı birçok veçhesi var. Süheyl Ünver gibi kimileri, her bildiği konuyu kaleme alıyor, her gördüğü eski eserin eskizini çıkarıyor, tıp fakültesinde dahi olsa bildiği sanatları öğrencilerine aktarıyor; Nuri Arlasez gibi kimileri sahaflardan, kâğıt toplayıcılarından, çöplerden topladığı yazma eserleri, eşyalar ile eşine az rastlanır bir koleksiyon oluşturuyor ve bunu teklifsiz bir şekilde vakfediyor; kimisi de yazdığı eserlerin içine, kaybolması muhtemel bilgileri alakalı ya da alakasız, değerli ya da değersiz demeden sıkıştırıyor ve başkaları da bu eserleri, devletin imkânları ile bastırmaya önayak oluyor.

Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk döneminde yapılan pek çok şeye, başka gözlerle de bakmamız, içeriklerden ve söylenenlerden öte, şekillerden, boyutlardan dahi anlamlar çıkarmaya çalışmamız gerekiyor, zannederim…

1. Bilim ve Sanat Vakfında düzenlenen “Ölümünün 50. Yılında İbnülemin Mahmud Kemal İnal Paneli”nde yapılmış bu konuşmaya, linkten ulaşabilirsiniz

2. Ahmet Hamdi Tanpınar, “İbnülemin Mahmud Kemal’e Dair”. içinde: İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar. İstanbul: Dergâh Yayınları 1982. sf. XIX

3. Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi. İstanbul: Eser Kültür Yayınları 1977, sf. XV