“Open-Air Market” mı desem “Marché ” mi “Markt” mı? Avrupa Pazarları

​“Open-Air  Market”  mı  desem  “Marché”  mi  “Markt”  mı?  Avrupa  Pazarları
​“Open-Air Market” mı desem “Marché” mi “Markt” mı? Avrupa Pazarları

Türkiye’de pazar gezmeyenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bu yüzden herkes bir şeyler bilir Türk pazarları hakkında. Ben de her hafta Fatih Çarşamba pazarında mesai harcayan biri olarak pazarları çok iyi bildiğimi düşünürdüm, hatta pazarı Doğu’ya özgü bir şey sanırdım. Bu yüzden Berlin, Viyana, Strasbourg, Paris, Zürih, Aarau ve Roma’da tevafuk eseri pazarlara denk gelince her seferinde Amerika’yı yeniden keşfediyormuşçasına şaşırdım çünkü tıpkı bizdeki gibi kurulup kaldırılan, “açık hava” pazarlarıydı bunlar. Bir pazar müdavimi olarak ayağıma gelen bu fırsatı kaçıramazdım elbette, bu yüzden her bir şehirdeki pazarları alıcı gözle inceledim.Bizim pazarlarımız ile Avrupa’daki pazarlar arasında pek çok farklılık olduğunu kabul etmenin yanı sıra hepsinde ortak bir tat yakaladım.

Viyana’dayım, gece geç saatlerde gelmişim. Ucuz olduğu için şehre nispeten uzak olan bir hostelde bir yatak kiralamışım, dünyanın kim bilir neresinden gelmiş insanlarla aynı odada uyuyacağım. Sabah da erkenden kalkılıp şehri keşfetmeye çıkılacak.

Yalnız çıkmışım bu yolculuğa, biraz kafa dağıtmak ve kendimle yüzleşmek istiyorum. Maksadım bu. Viyana’yı, Prag’ı, Brno’yu görmek, Berlin’i tekrardan ziyaret etmek tali öneme sahip. Asıl mesele benim. Sabahın yedi buçuğunda uyanıyorum ve hemen hazırlanıp sokağa çıkıyorum.
Meyveyle yapacağım kahvaltımı. Keseme danışıyorum, asayiş berkemal. Plastik bir kabın içerisindeki capcanlı renkleri olan pasparlak çileklerden alıyorum.
Meyveyle yapacağım kahvaltımı. Keseme danışıyorum, asayiş berkemal. Plastik bir kabın içerisindeki capcanlı renkleri olan pasparlak çileklerden alıyorum.

Olsa olsa saat sekiz. Kahvaltı etmemişim, bir fırından Viyana’nın meşhur hamur işlerinden alıp açlığımı bastırma niyetindeyim. Hostelin bulunduğu sokağın köşesinden döndüğümde bir kalabalık fark ediyorum. Bu saatte ne kalabalığı? Üstelik günlerden pazar.

Türkiye’de bile pazar günü bu saatte sokaklar bomboş olur, üstelik burası bir Avrupa şehri. Şaşkınlığımı üzerimden atınca fark ediyorum ki cadde boyu pazar kurulmuş. Bildiğimiz Türk pazarı! Renk renk meyveler, çeşitli sebzeler ve yeşillikler serili tezgâhlarda. Ama meyveler kiloyla satılmıyor. Bizde seyyar satıcıların kese kâğıtlarında sattığı erikler gibi, âdeta tadımlık olacak şekilde poşetlenmişler. Bazısı plastik kutularda, bazısı bizim daha çok aşina olduğumuz kese kâğıtlarında.

O kadar taze görünüyorlar ki hamur işinden falan vazgeçiyorum: Meyveyle yapacağım kahvaltımı. Keseme danışıyorum, asayiş berkemal. Plastik bir kabın içerisindeki capcanlı renkleri olan pasparlak çileklerden alıyorum.

Satıcı Avusturyalı. Bozuk paralarım tam çıkışmıyor, beş sent kadar eksiğim var. Cüzi bir miktar, satıcı Türk olsa çekinmem ancak Avusturyalı diye bütün para vermeye çalışıyorum. Sonuçta burada “üstü kalsın”, “sonra verirsin” minvalinde şeyler yaşanmıyor. Ücret neyse o, tecrübelerimden biliyorum. Ancak satıcı hiç oralı olmuyor, bütün para vermeme çıkışıyor, eksik olan bozuk parayı alıyor gönül rahatlığıyla. Bunun üstüne biraz laflıyoruz, Almanca kelime oyunu yaparak şakalaşıyor benimle.

 Atalar doğru demiş: Kör pazara varmasın, pazar körsüz kalmasın.
Atalar doğru demiş: Kör pazara varmasın, pazar körsüz kalmasın.


Dünyanın her yerinde pazarcılar aynı galiba diye düşünüyorum: neşeli, şakacı ve tokgözlüler. Yoluma devam ediyorum, şehir merkezine epey yakın bir parkta oturup çileklerimi yiyeceğim. Nihayetinde Viyana’nın güzel parklarından birinde soluklanıyorum. Hemen çileklerime gömülüyorum, o kadar kırmızı ve iriler ki tatları mükemmeldir diye düşünüyorum. Hayal kırıklığı hâlbuki…

Çileklerimin içi bembeyaz, tatları o kadar sası ki çilek olduklarını bilmesem ne yediğimin ayırdına bile varmam. Ah be amca, yaktın beni. Kahvaltı için ayırdığım sınırlı parayı bu tatsız çileklerine yatırmış bulundum. Atalar doğru demiş: Kör pazara varmasın, pazar körsüz kalmasın.

Neden sonra etrafıma dikkat kesiliyorum. Yürüyüş yapanlar var, bir de bankta oturan bir çift. Kese kâğıdından bir şeyler yiyorlar onlar da.

Kahvaltılarını benim gibi yapmayı tercih etmişler. Ne yiyorlar acaba? Fasulye ayıklıyor gibi duruyorlar. Çok dikkat çekmemeye çalışarak onları gözetliyorum, bezelye ayıklayıp tanelerini yiyorlar!

Pazar sabahı kahvaltısı için kötü bir tercih, yine de belki benim sası çileklerimden iyidir. Bu sefer Strasbourg’dayım, bir dostumun evinde. Uzun süreli misafir kontenjanından bana salonda bir yatak ayrılmış. Havalar sıcak, cam açık uyunan bir mevsimdeyiz.

Sabah yedi gibi dışarıda bir telaş başlıyor, her şeyi yanı başımda oluyormuşçasına duyabiliyorum. Camdan bakıyorum, bir de ne göreyim! Pazar kuruluyor. Sabah dokuz gibi her şey hazır olurmuş, pazarcı amcalar siftah etmeye başlarlarmış o vakitlerde.

Ben de tezgâhlar kurulduktan, ürünler serildikten, pazar baştan ayağa tastamam olduktan sonra dolanmaya çıkıyorum.

Arkadaşım özellikle tembihliyor, çok güzel çevirme piliçler oluyormuş bu pazarda. Tezgâhlar biraz tanıdık; bir yandan “bildiğimiz pazar işte” diye düşünüyorum, bir yandan da dikkatimi farklılıklar çekiyor.

Türkiye’deki pazarlarda meyve sebze ağırlıklı olmak üzere ürünler çeşitlenir. Burada ise daha ziyade kasaplar, peynirciler, yoğurt satanlar, mandıradan çeşitli ürünlerini getirenler, şarkütericiler, balıkçılar, hatta mezeciler bile var. Şöyle bir bakıyorum: Meze satanlar hepsinden daha elit. Bizde hep karikatürize edildiği gibi fularlı bir amca satıyor mezelerini.

Arkadaşımla gide gele ahbap olmuşlar. Onun selamını söyleyerek “her zamankinden” alıyorum. Bu pazarda satıcı lar kendi yaptıkları ürünleri satıyorlar, peynir satıyorsa sütünden itibaren her şeyiyle kendi ilgilendiği organik peynirleri sunuyor müşterisine.

Meyve sebzeler de hakeza, herkes kendi ürettiği organik ürünleri satıyor. Doğrudan Fransız köylüleri ile muhatap olunuyor bu pazarda, arada halci yok. Ona rağmen burası bizdeki cep dostu pazarların aksine marketten daha pahalı.

Uzakdoğulular da pazara yolu düşenlerin karınlarını doyurmak ve kendi ceplerini de bilvesile doldurmak için tezgâhlarını kurmuşlar.

Mesela Berlin’deki Türkischer Markt isimli pazar evlere şenlik. Ne ararsan bulabileceğin, ürün yelpazesi geniş, kocaman bir pazar, amenna; ama aynı zamanda bu pazarın konumu da çok iyi.
Mesela Berlin’deki Türkischer Markt isimli pazar evlere şenlik. Ne ararsan bulabileceğin, ürün yelpazesi geniş, kocaman bir pazar, amenna; ama aynı zamanda bu pazarın konumu da çok iyi.

Bizdeki pazar girişlerindeki gözlemeci teyzeleri anımsatan bir durum. Ufak bir panayır gibi, küçük ama eğlenceli bir ortam. Hepi topu 15 tezgâh ya var ya yok.

Onun için sabahın erken saatlerinde kurulan bu pazar akşama kadar sürmüyor; öğlen saatlerinde topluyor pazarcılar tezgâhlarını.

Yani Strasbourg’daki bu ufak meydan pazarı bir nevi part-time pazar. Tabii tüm Avrupa pazarları böyle ufacık tefecik, hop kurulup hop kaldırılan, part-time pazarlardan değil.

Mesela Berlin’dekiTürkischer Markt isimli pazar evlere şenlik. Ne ararsan bulabileceğin, ürün yelpazesi geniş, kocaman bir pazar, amenna; ama aynı zamanda bu pazarın konumu da çok iyi. Nehir kenarında boylu boyunca uzanıyor. Tıpkı Strasbourg pazarı gibi burada da pazar ziyaretçileri için çeşitli yiyecekler satılıyor.

Pazarın isminden de kolayca tahmin edilebileceği gibi burada Türk teyzelerin sattığı halis muhlis Türk yemeklerini görüyoruz. Gözleme reyonundan tut, sigara böreği, mücver, yaprak sarma, mercimek köftesine varıncaya kadar…

Şıpıdık terliklerini giyip şalvarlarını çekip, yemenilerini de başlarına takıveren teyzelerimiz burada “anne eli değmiş gibi” yemeklerini satıyorlar.

Bu yemeklere Türklerin talebi malum, ben kısa süreli kaldığımdan pek oralı olmadım ancak orada uzun zamandır kalan arkadaşlarım bu pazarda nerede ne yenir çok iyi biliyor. Almanlar da epey iltifat ediyor bu yemeklere.

Yazın sıcağında simsiyah giyinmekle kalmayıp bir de üstüne deri ceket geçiren, ayağına da siyah deri bot giyerek aykırılığına aykırılık kattığını düşünen, vücutları dövme kaplı ve piercing takılabilecek her yerlerine piercing takmış olan gençler bu yemek tezgâhlarından birinden mercimek köftesi alıyor. Manzara seyirlik.

Sonrasında teyzeyle biraz konuştuk, mercimek köftesini özellikle veganların çok sevdiğini söyledi. Zaten tezgâhının üzerinde de vegan yemekleri olduğunu yazıyordu. Ben o teyzeden bir şey almadım çünkü yakınındaki bir tezgâhta 10 avokado 1 euro, bir kasa frambuaz 2 euro’ydu. Koca bir kasa frambuaz!

Bu teklife hayır demek mümkün değil. Arkadaşımla hemen üşüştük, kaptık kasayı, doğru nehir kenarına. Herkes yemeğini alıp nehir kenarındaki çimlerde oturup keyfediyor. Fakat bizim neşemiz kısa sürüyor, frambuazların çoğu ya küflü ya da çürümeye yüz tutmuş.

Zaten bu pazarda meyve sebzelerin bu kadar ucuz olmasının sebebi de buymuş. Anlaşıldı, yüzüm gülmeyecek bu pazar meyvelerinden. O zaman en iyisi tekrar pazara dönmeli. Zaten pazarın geri kalanı çok bildik bir şekilde ilerliyor. Türk işi takılar, tokalar, kıyafetlerden oluşan pek çok tezgâh var. Pazarın en büyük kısmını ise meyve sebze tezgâhları oluşturuyor.

Hiçbir pazarda yabancılık çekmiyorum zaten, doğruya doğru; ama burası epey aşina bize, bizden olana. Tüm bu anılarımı birbirinden bağımsız yerlerde de saklayabilirdim hafızamda. İnsan bazen benzerliği aşikâr şeyleri bile ayrıştırıyor birbirinden.

Oysa şimdi durup düşündüğümde tüm bu pazar gezmelerindeki müşterekleri fark ediyorum: ilk başta şaşkınlık, merak, bir şeyler keşfetme isteği, evvela farklılıklara, sonra da ortaklıklara dikkat kesilme. Bunlar kendime dair bir şeyler de söylüyor. Demek ki gezdiğim pazarlardan öğrendiğim bir şey var.