Osmanlı’da çocuk musikisi: Beşikten Mektebe, Mektepten Sefere...

Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)
Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)

İstanbul Üniversitesi Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi (OMAR), Osmanlı çocuk musikisi üzerine uzun süredir çalıştığı bir araştırmayı kitaplaştırdı: Beşikten Mektebe, Mektepten Sefere…Geç Dönem Osmanlı Çocuk Musikisi. Seçilen eserler OMAR’ın Türk Müziği İcra Heyeti tarafından seslendirilerek kitaba ses dosyası ve plak olarak eklendi. OMAR Müdürü Gönül Paçacı Tunçay ile, merkezin web sayfasında tanıtım videosunun yayınlandığı 23 Nisan günü, projeyi ve Osmanlı’dan günümüze ulaşan çocuk musikisini konuştuk.

Beşikten Mektebe, Mektepten Sefere… Geç Dönem Osmanlı Çocuk Musikisi projenizle sadece bir çocuk repertuarına değil, Osmanlı’nın farklı dönemlerindeki toplumsal ve kültürel birçok olaya da şahit oluyoruz. Osmanlı’da çocuk musikisi bu dönemlerden nasıl etkileniyor, ne gibi değişimler geçiriyor?

Hem toplumun farklı katmanlarında değişik karşılıkları var hem de zamanla, yaşanan olaylarla bağlantılı bir konu ve bir anlamda, çok homojen bir dönemden söz etmiyoruz, tarihimizin en zor dönemeçlerinden biriyle karşılaştığımız bir zaman aralığı bu. Bu çalışmada toplumun değişimini ve en çok da değişimin çocuklara yansıyan tarafını görmek mümkün. Seslendirilen eserlerde Osmanlı’nın geç döneminin, savaş yıllarının baskın olduğunu söyleyebiliriz ama zihinsel göndermeleri açısından çok daha öncesi de mevcut.

Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)
Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)

Örneğin Sivastopol Marşı var; bestecisi Dede Efendi’nin torunu Rıfat Bey’dir. Bu marş, Kırım Savaşı yıllarında yapılmış ve söylenmiş. Bizim seslendirdiğimiz nota Rıfat Bey hayattayken yazılmış. Ama bildiğimiz şekilde değil, İstanbul’da yaşayan Rum azınlığın kullandığı bir notayla. Yani Bizans notası ve Yunan harfleri ile yazılan Karamanlıca Türkçesiyle. Biz bu marşı 1856 baskısı İstanbul’da çıkmış olan bir müzik eserinden dönüştürdük. O tarihte Rıfat Bey de hayatta olduğu için eserin en orijinal halidir. Bunun gibi pek çok eserin farklı versiyonları da var. Melodiler değişerek anonimleşiyor, varyantları oluşuyor. Bu albüme almadık ama bunu Çanakkale Türküsü’nde de görmüştüm. Marşlar, şarkılar; insanlar gündelik hayatlarını sürdürürken bulundukları yere, coğrafyaya, iş alanına, sosyal hayata, aile ilişkilerine bağlı olarak farklı yerlerden farklı şekillerde geliyor. Zaten müzik, notaya dökülüp eğitim malzemesi olduktan sonra başka bir şey olmaya başlıyor. Bizim bugün anladığımız çocuk müziği, eğitim müziği bu başkalaşmış haldir.

Dönemin çocuklara nasıl yansıdığını kitapta yer alan makalelerde etraflıca görüyoruz. Biraz bahsedebilir misiniz?

Kitapta üç tane makale var: Birisi benim eserler özelinde yazdığım genel bir makale, ikincisi Selma Hacıosmanoğlu’nun yazdığı Osmanlı’da çocuk müziğinin yeri ve başka alanlarla ilişkisi üzerine bir makale ve üçüncüsü de Enis Tombul’un çalıştığımız eserleri edebiyat ve pedagoji açısından değerlendirdiği bir makale… Ayrıca bu vesileyle her işimizi içeride halledebildiğimiz OMAR’ı ve Türk Müziği İcra Heyeti’ni de anmış olalım. Çok iyi sanatçılarımız var, hepsi Osmanlıca okuyor, nota çevirileri yapıyor. Bu eserlerin notaları bilgisayarda yeniden yazıldı. Videoyu da kanuni arkadaşımız Caner Can hazırladı.

Beşikten Mektebe, Mektepten Sefere…
Beşikten Mektebe, Mektepten Sefere…

Biz bugünden bakıp bazı eserlere çocuk müziği diyoruz ama o gün o gözle bakılmıyordu. Mesela “Ya ilahi başlayalım bismillah ile” diye başlayan Zekai Dede’nin ilahisiyle çocuk ata bindiriliyor, Amin Alayı ile mektebe yollanıyordu. Hayatın içinde biriken pek çok şeyden aslında çocuklara düşen hisseydi o. Sadece orada kaldığını da söyleyemeyiz. Okul müziği deyince, onun içine zaman içinde eğitimdeki yenileşme de giriyor, tevhidi tedrisat da giriyor, Batı müziği-Türk müziği meselesi de giriyor. Çocuk müziği diye baktığımızda Osmanlılık, millet olma, var olma, hayatta kalma, bunların hepsi çocuklara ve gençlere yüklenen mesajlar ve müzik de bunun için çok önemli bir araç. Direkt hafızaya hitap eden bir şey olduğu için çok önemli bir rol oynamış. Bebeklikten başlayarak nesilleri aslında müzikle biçimlendirmedir bu, bir bakıma.

OMAR bu araştırmayla aynı zamanda çok boyutlu bir kültür tarihi çalışması da ortaya koymuş oldu. Repertuarınızı oluştururken bu sonuca ulaşmak için öncelediğiniz eserler var mıydı? Hangi eserin çalışmaya dahil edileceğini nasıl belirlediniz?

Ciddi bir repertuar var. Bunun geç farkına varsak da beni asıl tetikleyen şey bunların bize neden intikal etmediği kısmıydı.

Biz bugünden bakıp bazı eserlere çocuk müziği diyoruz ama o gün o gözle bakılmıyordu.
Biz bugünden bakıp bazı eserlere çocuk müziği diyoruz ama o gün o gözle bakılmıyordu.

Aslında bu bir hafıza problemidir. Niye biz ninelerimizin, onların büyüklerinin söylediği ninnileri, marşları, çocuk şarkılarını bilmiyoruz. Gerçekten büyük oranda bizim kuşaklardan itibaren bu aktarım kalmadı. Sabah Sesleri diye bir şarkı var. Bir İstanbul sokağını vapur sesinden sütçüye kadar anlatıyor: “Gazeteci geldi, Tanin, Tasvir, Sabah, İkdam. Gazeteci, yok mu Peyam?” diye… Çocuğun yatağından kalktığı andan itibaren kulağına gelen seslerle bir gününe şahit oluyoruz. Bu şarkı beni çok etkiledi, bir toplantıda bahsetmiştim. Yönetim Kurulumuzda Siyasal Bilgiler’in Dekanı olan hocamız da var. O, geçen sene televizyonda bir yemek programındaki bir konuşmada duymuş, sunucu Ada’da büyükannesinden duyduğu bir tekerlemeyi söyleyerek, bu sözler kulaklarımda diye anlatmaya başlamış. Anlıyoruz ki aslında bilincimizin biraz gerisinde bunlar duruyor.

Sizin çocukluğunuzdan hatırladığınız bir şarkı var mı?

Ben annemden “Neşelenin, sevinin ilk bahar yine geldi” şarkısını dinlediğimi hatırlıyorum. Anadolu Destancı türküsü var mesela, çok tanıdık, anonim. Gençliğe, çocuğa ve entelektüellere sunmak için bir tasnif gerekiyordu tabii. Bu seçkiyi yaparken beni ilgilendiren kısmı makamsal müziğimizin usullerini, melodik kalıplarını yansıtıyor olmasıydı.

Gomidas
Gomidas

Ama mukayese için aynı şiirlerin farklı versiyonlarını da koyduk. Tevfik Fikret’in Papatya şiiri var mesela. Onu Batı formatında, ses aralıkları geniş bir şekilde Zeki Üngör bestelemiş. Aynı şiiri bir çocuk şarkısı olarak Gomidas da bestelemiş. Bu farklı versiyonlarda müziğin aktığı kanalları, bestecilerin yaklaşımlarını da görüyoruz. Pek çok şeyin bir arada olduğu bu toplamdan, bizim işitsel zenginliğimiz de anlaşılıyor. Muallim Kazım Uz’un Terakki Şarkısı var. Kazım Uz, Zekai Dede’nin öğrencisi, Saadettin Kaynak’ın da hocasıdır. Terakki Şarkısı’nı ferahnak-eviç makamında yapmış. Okul için yapılmış, ciddi makamlar kullanılmış ezgiler var. Zirgüleli hicaz makamında sözleri Kazım Karabekir’in olan Akşam Duası diye bir şarkı var. Bütün bunlar aslında hepsinin tek tek bile çalışılabileceğini gösteriyor. Biz altını kolayca çizebileceğimiz en estetik, en geniş yelpazeye yayılan örneklerini koyduk. Seçtiğimiz 53 eseri üç gruba ayırdık: Ninniler ve ilk çocukluk dönemi, okullar için yapılmış mektep marşları ve vatan, sefer türküleri.

Birçok mektebin kendine ait şarkısının olması da bugünden bakınca bize çok ilginç geliyor.

Mesela Adile Sultan Kandilli İnas Mektebi’nin ilk öğrencilerinden, Cemil Meriç’in hanımı olan Fevziye Hanım’ın söylediği okul marşı, kızı Ümit Hanım’ın kulağında kalmış. Notası yok, Ümit Hanım bize söyledi, biz notaya aldık. Böyle çok güzel hikâyeleri var bu şarkıların. Az evvel bahsettiğim Rumca alfabeyle Karamanlıca kaynak olan Apantisma’da, İstanbul’da yaşayan Rum çocuklarının sınavlara girmeden okudukları ezgi çıktı. Bizde çalışan Selanikli bir arkadaşımız var, o okudu. Önceki yüzyılın ortasından padişaha yakarıyor çocuklar, çok hoş değil mi?

Çok hoş. Bu hikâyeler çalışmayı daha da değerli kılıyor. Hocam, ninnilerle ilgili örnekler de verebilir misiniz?

Kitaba yazdığım makalede ninnilere genişçe yer ayırdım. Çünkü çok mahrem bir alan, bir anne ile bebeğinin arasında.

Biz Tanburi Cemil Bey’in veya Mehmed Baha Bey’in yazdığı ninnileri de seslendirdik. Bestekarların bireysel olarak kendi çocuklarına, torunlarına yazmış olduğu bu gibi ninnilerin yanı sıra; topluma mal olmuş, anonimleşmiş ninniler de mevcut.

Bir de Ankara Ninnisi gibi “Uyu yavrum görme zalim düşmanların yüzünü” diye, baktığınızda bir dertleşme, özel bir hal için yazılan ninniler var. Belki çocuğun babası savaşa gitmiş, bunu annesi söylüyor.

Araştırmanızda bugüne kadar hiç duymadığınız eserlerle de karşılaştınız mı?

Bu anlattıklarımın çoğunu ilk defa gördük. Marmara’da yüksek lisans tezinde bu konuyu çalışmış olan arkadaşımız Selma Hacıosmanoğlu’nda -şu anda da OMAR da beraberiz- ve bende epeyce birikmiş malzeme vardı.

Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)
Gönül Paçacı Tunçay (Fotoğraf: Sedat Özkömeç)

Önce küçük bir animasyon dizisi yapılması için repertuar bakmaya başladık. Oradan hareketle, açık söyleyeyim bir hafta on gün içerisinde 550 civarında eseri böyle heyecanla notalara eğilip seslendirdiğimi hatırlıyorum. Bir buçuk sene öncesinden, o yoğunlaşmayla da insan bir yandan sözüne, bir yandan makamına, usulüne bakıyor. Bir yandan pedagojik değerine, çünkü öyle güfteler var ki bakıyorsunuz büyükler olarak bizim bile hazmetmemiz zor: “Şehit oğlum kefenine büründü, babasının mezarına süründü” diyor mesela. Üstelik bu, mektep marşlarının içinde geçiyor. Bugün bunu çocukların taşıması normal ve doğru görünmüyor ama biliyoruz ki o dönem mezun vermeyen liseler var, o dönem gerçekten yaşanmış. Şimdi o yaştaki çocukları düşünsenize, dünyaları nelerden ibaret. Yine dikkatimizi çeken nine ve çocuk ilişkisi var bu eserlerin bazılarında. Bu toplum yapısı çekirdek aileye henüz dönüşmemiş, bir aradalar: “Ağlama sen garip ninem” diyor.

Hikâyesi ya da musikisinden dolayı, ya da başka bir sebeple diğerlerine göre sizi daha çok etkileyen bir eser var mı?

Bu çalışmayı çok zevk alarak yaptık. İşin içinde çocuklar var tabii. Bir tarafta kukuriku diye söylüyorsunuz, bir tarafta ağır bir savaş şarkısı var. Her biri rengarenk, hepsinin hikâyesi var. Ancak bir tanesi benim için çok özel: Konservatuardan hocam olan Yalçın Tura’nın babasının eseri çıktı. Onu da sonradan fark ettik.

Sadece notanın üzerinde Niyazi Bey yazıyordu, kim olduğunu bilmiyorduk. Yalçın Bey’in oğlunun adı da Hasan Niyazi’dir. Darüttalim notalarından çıkmış, eski koleksiyonlarda olan, pek bilinen bir versiyon da değil. Bu notayı Yalçın Hocam da bilmiyormuş. Bize el yazısıyla kendi hafızasında kalanı gönderdi, küçük değişiklikler var ama çok benziyor. Ondan çok etkilendik, ezgi de güzel: “Köyümün bucağından evimin ocağından, asker oldum ayrıldım anamın kucağından” diye başlıyor sözleri. Şehidin Feryadı adını koymuşlar notaya.