Öykülere düşen maişet derdi

Erkek egemen kültürle, savaşa gitme sorumluluğunu erkeklik onuruyla özdeş gören -Hodgson’un “Akdeniz kültürü” ne bağladığı- toplumsal cinsiyet yargıları arasında bir bağ var. Erkekler savaşlarda öldükçe ve öldürüldükçe bu kültür, sorunlu yönleriyle birlikte baskınlığını koruyacaktır. Aile maişetinin temini de bazen hatta çoğu zaman bir savaşa girmekten farksız. Bunu artık kadınlar da daha yaygın olarak tecrübe ediyor.

Garaudy, insanlık tarihinin 3 bin yıldan beri kadın boyutu itibarıyla kötürüm olduğunu yazmıştı 80’lerde. Feminizm, ruhsuz ve kirli sayılan Hristiyan kadınların isyanıyla başladı. Avrupalı kadınların oy hakkı ve aile hukuku gibi konularda büyük bir mücadeleyle kazandıkları haklar bize devlet kanalıyla verildi. Beri yandan her direniş ve mücadele başarı kazanınca reklam sektörü tarafından istismar edilir. Bu sadece Che Guevara’nın değil Mary Wollstonecraft’ın da başına geldi. Derken, bir mücadelenin kazanımlarını moda bir eşya misali tüketen kadınlar ve böylelikle hasıl olan alt üst oluş karşısında kendini aciz hissederek hınca kapılan erkeklerle doldu dünya.
Ülkemizde başörtülü kadınlar kamusal hakları için verdikleri mücadeleyle birçok kurumu olduğu gibi zihin yapılarını da dönüştürdüler. Bu şekilde bir dönüşüm de her zaman ifrat ve tefritle beraber gerçekleşir, istismara yatkın olanlar eksik değildir çünkü. Eş zamanlı olarak küreselleşme kültürünün hazırlıksız yakalanıldığı ölçüde tahribatı artıran etkileri bütün toplumsal kesimlere yöneliyor. Son yıllarda kadınlar gibi erkekler de -salgın döneminin oluşturduğu alışkanlıkla- evden çalışmayı tercih eder oldular. Ekonomik krizle birlikte ise nerede olursa olsun bir işe sahipliğin de garantisi kalmadı. Yeterince görmüş geçirmiş olanlar bazen 70’lerin sonundaki yağ ve et kuyruklarını hatırlıyor, bazen de 2000’lerin başlarında vatandaşın Ecevit’e yazar kasa fırlatması gibi eylemlerin sebebi olan maddi sıkıntıları.
Böyle bir dönemde daha da katlanan hayat meşakkatinin erkek öykücülerin metinlerine nasıl yansıdığını ele almak istedim.

İlk metin Mustafa Başpınar’ın dördüncü öykü kitabı olan Büyü Bozuldu (2024)’dan ve kitapla aynı ismi taşıyor.
Babasının erken ölümü üzerine birdenbire ailenin sorumluluğunu üzerine alan ve bu yüzden eski çevresinden kopan Vefa, kitabevi sahibi bir gençtir. Arkadaşları nadir görüşmelerinde, “yüzünü gören cennetlik” diye sitem ederler ama zamanla, o kadarcık görüşmeyi bile arar hâle gelir kahramanımız. Bir kaza geçiren annesinin diz kapaklarının altı tutmadığı için onun bakımının yanı sıra ev işlerinin sorumluluğunu da üstlenmiştir. Annesi evlenmesi için ısrar etse de bu sorumlulukların ağırlığı altında cesaret edemez. Böyle böyle geçen yedi yılın sonunda Meryem, “tıpkı toprağa düşen cemre gibi” hayatına dahil olur. Buna da ortak tutkuları olan kitaplar yol açar.
Emir Han’daki kitabevine vardığında, kapının önündeki sandalyede, kucağında, kitabevinin -baba hatırası- kedisi Çelebi’yle oturan genç bir kız görür. Tanışırlar. O kitabevini açtıktan sonra da revak altında, avluyu gören masada çay içerek sohbet ederler. Meryem o gün şehrin hanlarını gezmeye çıkmıştır. Kitabevinin vitrinindeki kitapları incelerken Çelebi’yi fark edip orada oyalanmıştır bir süre. Genç kız daha sonra içeri geçip kitaplara bakmak ister. Dışarıda, oturduğu yerden görmektedir onu kahramanımız. Şimdi, masasındaki kitabı incelemeye başlamıştır. Bakar mısınız, diye seslenince de içeri girer: “Aaa bu kitabı mı okuyorsunuz?”
Çelebi’yle başlayan muhabbet bir kitap üzerinden sürer gider. Meryem kitabı sevgiyle incelerken kahramanımız da hayran gözlerle onu süzmektedir. Sonra bakışlarını kitaba çevirir. “…yurtsuzluğu, bir yere tutunamama duygusunu derinden hissettiren bu kitabı kim bilir kaçıncı kez okuduğunu” düşününce yazarına olan muhabbetinin arttığını hisseder. Esasında yazar, bir bakıma kılını kıpırdatmasına izin vermeyen şartlar yüzünden uzağında durduğu arkadaşlığa, hatta aşka açılmasına vesile olmuştur:
Sanki tek kişilik hücrelerde yaşamış, konuşmaya hasret kalmış iki insan gibi epey muhabbet ettik o gün.
Meryem kapıdan çıkıp giderken geri dönmüş, birlikte kitabın son cümlesini bir nakarat gibi söylemiş ve gülüşmüşlerdir. “Nereye kadar gider bu ses, kime ulaşır?” Meryem’in, “Bakın o ses bize kadar ulaştı.” deyişiyle kendine gelir. O ses nasıl bir sestir, kimin sesidir, kitabın mı, Meryem’in mi? Biz zamiriyle konuşacak kadar yakınlaşmışlardır.
Yazar, metin boyunca Bursa’nın kadim mekânlarına has iklimi hissettiriyor. Şehri adımlamaktan söz etmiştir ya Meryem, ondan günlerce bir haber çıkmayınca, kahramanımız da sur içine yönelir. Üftâde’ye çıkan merdivenleri tırmanır, sonra dönüp Keşiş Dağı’na bakar. Hisar’a doğru ilerler ardından, aklında Meryem’in kelimeleri. Mevlevihane tarafına yürürken de, yanında öğrencileri, Meryem çıkar karşısına. Hoşbeş ederler. Birkaç gün sonra da kitabevine gelir. Konuşurlar, gider, çabuk döner… Birlikte şehri gezerler. Sonraki günlerden birinde kahramanımız tekerlekli annesiyle, Hisar’da evler arasında kalmış, ilk kez Meryem dolayısıyla gördüğü bir yere annesini de götürmek ister. Orada da karşılarına çıkar sevdiceği. Annesiyle kaynaştığı izlenimiyle umudu artar. Yalnızlık hissettiren yıllar geride kalmıştır işte! Onu Pervane Kafe’ye davet eder. Annesiyle sürdürdüğü hayatı öğrenmek ister Meryem ve dinlediklerini, “Zor bir hayat sürdürüyormuşsun.” diye yorumlar. İşte o sırada kahramanımız onun değiştiğini fark eder. Böyleyken, “Sesime ses olur musun?” diye sormaktan kendini alamaz.

Düşünme payı ister Meryem; teklifi çok da heyecanla karşılamadığını fark eder Vefa. Zamanını gönlünce harcamaya alışkın, kendini sosyal çalışmalara adamış bir genç kızdır o. Nitekim, günler sonra yazdığı bir mesajda, Vefa’nın taşıdığı ağır yükü ileri sürer. Böyle bir yüke ortak olabileceğine emin değildir. “Beni anla lütfen Vefa.” diye biter mesajı.
Biz ise okur olarak, aşk bir yanılsama değilse bile, aşkın gücünün her şeye yetmediğini kabul etmek zorunda kalır, bu trajik durumu içten içe tartışmaya devam ederiz. Bir başka âşık, böyle bir durumda annesini güvenilir bir bakıcıya teslim etmenin yollarını araştırabilirdi, fakat işte ismiyle müsemmadır Vefa.
Ahmet Şevki Sakalar’ın dördüncü öykü kitabı Bahtiyar Yokuşu (2024)’nda ise 15 öykü yer alıyor.
Kitabın üçüncü öyküsü olan “Gelecek Toprakta” da Vefa’nınkine benzer sebeplerle hayal kırıklığı yaşayan bir genci konu alıyor. “Orta Anadolu’nun bozlakla örülmüş şirin ve kurak” şehrinde bir fakültede Sosyal Bilgiler alanında eğitim gören kahramanımız bir vakıf evinde kalmaktadır. Birinci sınıftan itibaren en yakın arkadaşı olan Taner, “özellikle havalı kornalı tırlar” gibi birkaç konu dışında az konuşan, ailesiyle yaşayan bir gençtir. “Sen de bir oğlumuzsun.” diye konuşan annesi, kahramanımızı sık sık evinde misafir eder.
Gayret etseler de umut duymalarını zorlaştırır mezuniyetten sonra atama imkânı sınırlı bir okulda okuyuşları. Fakat gençler ya, elleri ayakları tutmuyor mu? “Toprak bizi bekliyordu.” Apartmanlara karşı değiller miydi? “Müstakil evlerde hayat vardı. Hayat’ta, acılar sevinçler konulurdu sofralara.” Komşu, mahalle kültürü, avlu, hatmi çiçekleri, serçeler… Gece karanlığına duyulan bekçi düdüğünün verdiği güven. Ve toprak cömertti, asık suratla kazsan bire beş, güler yüzle kazsan bire yirmi veriyordu. “Olmadı, yılkı atı yetiştiririm.” diye diye üçüncü sınıfa erişmişlerdi işte. Geçen yıllar içinde öğrencimiz, “Vakti geldiğinde toprağa düşmelidir sanat, yağmur gibi.” diye düşündüğünden, derslerini bir edebiyat dergisi çıkarmak için ihmal etmeyi göze almıştı.

Amfinin arkasında, “halk otobüsünde arka beşliyi doldurur gibi sıralanmış” bir türlü nüfuz edemedikleri İngilizce dersini geçiştirmeye çalışan öğrencilerden biri olan kahramanımızın dikkati bir gün, ön sırada, Bozkurt aşağı Bozkurt yukarı, hocanın övgülerine mazhar olan kız öğrenciye çekilir. Azar yiyen arka beşliyi bir bakışıyla, “hayatın kenar boşluklarına savurmuştur” hocanın gözdesi kız. Anlatıcımıza hayat coşkusu veren ne varsa, dergi yönetmenliği, muharrir yürüyüşü, vakıf evinde aşçılık, Türkçe-Sosyal netleri ve daha birçok şey orada son nefesini verir. Aylarca uyumaz, tek tük sigaraya başlar, evdeki yemek saatlerini boşlar. Kız hakkında bilgi toplar, onu görebileceği yerlerde oturup bekler.
Bekleyişleri sıklaştıkça da normalden daha geç döner eve. Bu hâli arkadaşlarının gözünden kaçmasa da yorum yapmazlar. Akrep yelkovanla ters düşmüş, ağır şarkıların, bozkır türkülerinin yerini uzun sessizlik saatleri almıştır. Zaman zorlukla akıp giderken, kargocu kılığına girip özenli bir aşk ilanı kurgusuyla sevdiceğinin kapısına dayanma fikri düşer aklına. Ama öyle ya, liseli ergen değildir, vazgeçer. Necip Fazıl’ı anma programını hazırlarken tanıştığı asistan Nuran Hoca’ya bağlar umutlarını.
Nuran Hoca itiraz etmeden gider Bozkurt’a, toprak, der, bozkır der, sevda der. Tabiatın güzellikleri asılı kalır öylece, Bozkurt cevap verinceye kadar. Ne midir cevabı? “Ben” der, “akademisyen olacağım. Evliliği düşünmüyorum.”
Kör bıçak döne döne ilerler yürekte, rüzgâr yüzünü çalar, ayaklarına taşlar batar patika yollarda. Nasıl atananlara karışabilirdi ki zaten, Mezarlıklar Şube Müdürü olur, okuldan ayrılıp belediye başkanı seçilen hocasının talebiyle. Kaderinde vardır toprağa yakınlık.
Bozkurt mu? Akademisyen olmaz, üniversiteyi bitirir bitirmez bir iş adamıyla evlenmiş, kocasının açtığı özel okulun müdürlüğüne atanmıştır.

Abdullah İpek’in Son Güzel Günler (2024) isimli ilk öykü kitabında yer alan “Rutin” isimli öykü, şu şekilde başlıyor: “Maişet derdim olmasaydı, bugün itibarıyla öğretmenliği bırakır, doğaya, toprağa verirdim kendimi.”
Fakat ben İpek’in “Oyun Bitti” öyküsü üzerinde durmak istiyorum. Öykünün anlatıcısı hâkim karşısında kendini savunan genç bir adamdır. Sözün akışında, babasına göre işsiz güçsüz bir serseri olduğu ve bir avuntu aradığı yılları hatırlar: “Ne babam ne işsizlik ne de Necla. Kimseyi bir gram düşünmüyordum. Sadece birazdan gelebilecek okey taşı ile masaya sertçe vurup ‘Bu iş buraya kadar beyler.’ demek istiyordum.”
Tabiatına uygun bir iş bulamadığından girdiği her işe en fazla bir hafta dayanabilmektedir. Ya istifa eder ya kovulur. Üç harfli marketlerden birinde kasiyerlik yaparken de kovulunca, babası küplere binerek evin kapısını bir daha açmamak üzere yüzüne kapatır. Geceyi sabaha kadar parklarda dolaşarak geçirip sabahın ilk saatlerinde okey oynadığı kıraathanenin yolunu tutar. Sahibi Demir Abinin rızasıyla orada yatıp kalkacaktır artık. Erkenden kalkıp çay demler, etrafı temizler, müşterileri bekler. Her gece önemli kararlar alıp sabaha unutur. “Yat kalk bardakları yıka çay demle, Hasan puştunu dinle, Demir yavşağından azar işit.” O gece arkadaşı Rıza’yla uzun uzun dertleşip oradan kaçmanın hayaline sığınır. Sabah, ilk müşteri Hasan Dayı kahveyi temizlenmemiş halde bulduğunda ise, ortalığı toplamak için eli ayağı karışır vaziyette koşturur bir süre. Hasan Dayının getirdiği simitleri çay eşliğinde yerken, onun elindeki gazeteden okuduğu bir haberle beyninde şimşekler çakar. “Vay namussuzlar,” demiştir Hasan Dayı, “suç örgütü kurmuş, zenginlere kumpas yapıyorlarmış.”
O da bir türlü tutunamayan varlığını savrulmaya açar. Ekip kurup bir oyun tuzağı oluşturur. Tabiatına uyup uymayacağına bakmadan atılır bu cürme. Liseden sonra iki yıl bilişim okumuş üç genci, reklam yüzü olsunlar diye internet kafelerden alıp getirir ekipteki yardımcısı. Gerçi tasarladığı işi bir türlü başaramaz. Fakat aklına daha şeytani bir fikir düşer. Bu üç genç, oyunu kadın kisvesi altında sürdüreceklerdir. Ancak, sohbet balonuna yazılan herhangi bir cümleye cevap vermemeleri konusunda uyarır onları. Kendisi, akşamları kahvede yalnız kaldığında bilgisayarın başına oturup boş bırakılan balonların bazılarına cevaplar yazar. Kimisini engeller. Günler geçtikçe oyun sınırlarını aşar, binlerce kişi tarafından indirilir. Reklam almaya, para kazanmaya başlamıştır. Oyunun ikinci planı daha da kirlidir. Ekipten biriyle birlikte, kadın ismiyle erkeklerle konuşmaya girişir. Oyunda eşleştiği, güya doktor olan TT-Savcı isimli birine, kurduğu tuzağın akabinde şantaj yapar, gelgelelim doktor gerçekten de savcıdır. Polis aynı anda kahveyi, ortağının evini ve babasının evini basar.

- Yargıca anlatır: Payına hep kaybetmek düşmüştür, fazlasına talip olmasa da. Necla, mahalleden bir kız, tek taraflı kurup yıktığı hayallerinden sadece biridir.
Tabiatına uygun işi arama konusunda elinden geleni yapmasının önündeki engelleri gözünde büyüten bir ortamda yaşamaktır belki talihsizliği. O iş bir türlü ayağına gelmediği için kapıldığı hırsla, kolay paranın tuzağına çekilir.
İlkin Perdesi Yırtık Dünya (2022) isimli öykü kitabıyla tanıdığım Tuncay Günaydın, ilk kitabı Her Şey Mümkün (2019)’de yer alan “Son Azı Dişi” öyküsünde, kocasının maişeti üstlenme mücadelesi karşısında emeği gölgede kalan bir kadının, ilk düşkünlük hissiyle içine düştüğü çaresizliği yüreğe dokunan bir kurguyla anlatmış. Hikâye, mahallede terzilik yapan ustaların uyuşturmadan azı dişi çektiği yıllarda geçiyor.
Kahramanımız Fadime Kadın’ın üzerine, Recai Usta’ya son azı dişini çektirdikten sonra giderek ağırlaşacak bir mahzunluk çöker. Altlı üstlü, eksik gedik on iki tane dişi kalmıştır ağzının ön tarafında. Fakirlikten dolayı kocasına “dişlerimi yaptıralım” diyememekte, bu yüzden yediğinden de bir şey anlamamaktadır. Kimseler görmesin diye avludaki müştemilata gidip gizli gizli göz yaşı döker. Bir akşam yemeği sofrasında da apansız ağlayıp kocası ve çocuklarını kaygılandırır. “Hayatı boyunca hissettiği gibi kendini yine sahipsiz ve yalnız” hissetmektedir. 45 yaşındadır, içindeki ihtiyarlık korkusunun kimseye anlatılamayacağı kuruntusuyla kendi kendini yiyip bitirmektedir.
Karı kocadan her ikisinin de ailesi fakirdir. Taş ustası olan erkek askerden sonra köyüne dönmeyip “koşar adım değişen” bu şehirde hayata tutunmaya çalışmıştır: Sigortalı iş bulma umuduyla çok iş değiştirmiş, “seralarda çiçek bekçiliğini beğenmemiş, alışveriş merkezlerinde sepet toplama işi gururuna çok ağır gelmiş, garsonluğu filan hiç sevmemişti.” Sonra da sigorta hayalinden vazgeçip taş işçiliğinde yol almış, usta olup çıkmıştır. Ustalığı iyidir, hiç işsiz kalmaz. Hep yorgun görünür, dünyaya ait hiçbir şeye fazla ilgi göstermez, yıllardır böyledir. Bu yorgun adamı sevip sevmediğini bilmez Fadime Kadın. O da kendisini sevip sevmediğini belli etmez. Ancak “yemeğin başında ağladığı o akşamdan sonra çok şey değişecektir.”
Kocası mahalle fırınına gidip karısı için kenarsız ve çiziksiz yumuşacık ekmekler yaptırır. Kızına da çiğnemesi kolay yemekler pişirmesini tembih eder. Her yemekte mutlaka çorba olacak, hep sulu yemekler yapılacak, kuruyemiş gibi dişleri zorlayan yiyeceklerden uzak durulacaktır. Evin düzeni belki ilk kez Fadime Hatun’un durumuna göre biçimlenir. Oğlu, okul başlayıncaya kadar ona diş yaptırmak üzere babasıyla çalışma fikrine uyum sağlar. Dahası, bütün bu çabası kızı ve oğlunda babalarına yönelik güzel bir duygunun yeşermesine yol açar. Her şey öyle düzenlenir ki Fadime Hatun dişsizliğin sebep olduğu karamsar hislerden sıyrılır.
Fadime Hatun’un dişsizlikle gelen buhranı, erkeğin ev geçindirme meşakkatinden neşet eden katı düzeni parçalarken ondan mahrum kalan evin neşesizliğini de açığa vurur. Yeni dişleri için oluşan seferberliği fark edince ise mutluluktan sabaha kadar göz yaşı döker. Kocasını yeni bir gözle görmektedir, dişçi yolunda; o, evdeki seferberlik planını gülerek anlatırken…

Toplumsal cinsiyet kadın gibi erkeği de çarpıtıp yamultarak hizaya sokacak şekilde işlemektedir. Kadın da erkek de tabiatına uygun olmayan, sevemediği işlerde ağulanıyor. Toprak, aile, aşk, dostluk, vefa ve emek… Zor zamanlarda sağlam değerlere doğru yönlendiriyor insanı, yeryüzündeki hikâyesinin başından beri edindiği tecrübelerin hülasası.