Oyunlarda İstanbul

Martı sesleri arasında Galata kıyısına yanaşan bir gemi ile giriyordunuz İstanbul’a.
Martı sesleri arasında Galata kıyısına yanaşan bir gemi ile giriyordunuz İstanbul’a.

Kanada’daki bir oyun yazılım şirketi olan Ubisoft, kendi özgür dünyasını bilgisayar teknolojisinde bulmuş bir ortaokul çocuğu ile bu dünyaya yanlış yüzyılda gelmişim diyen bir tarih sevdalısı olan beni ortak paydada buluşturacağını bilebilir miydi?

Üniversite yıllarımda, okuldan arta kalan vakitlerimde ortaokul ve lise öğrencilerine ders vermeye giderdim hafta sonları. Çoğu öğrencim kız olduğu için ortak paydalarımız kendiliğinden oluşuyordu. Dersler arası çay molalarında ve ders bitişlerinde paylaşacak konular kendiliğinden teşekkül ediyor, bir öğretmen-öğrenci ilişkisinden çok abla-kardeş gibi birlikte ders çalışıyorduk. Aramızdaki ilişkilerin bu samimiyette olmasına özellikle gayret ediyordum. Çünkü ancak bu sayede hafta sonunu veya akşamlarını matematiğe veya fiziğe ayırmak o çocuklara bir yük değil de bir keyif hâline geliyordu.

O günlerde gözlemlediğim kadarıyla, dünyanın bir ucundan, sizinle benzer zevklere sahip hiç tanımadığınız insanlarla gruplar kurup karşılıklı stratejiler geliştirerek âdeta oyunun içinde yaşıyordunuz.
O günlerde gözlemlediğim kadarıyla, dünyanın bir ucundan, sizinle benzer zevklere sahip hiç tanımadığınız insanlarla gruplar kurup karşılıklı stratejiler geliştirerek âdeta oyunun içinde yaşıyordunuz.

Ders verdiğim onlarca öğrencide bunu başarabildiğimi söyleyebilirim. Ancak bir tanesi dışında. Şimdi benden bir baş yukarıda kocaman bir adam olan öğrencimle tanıştığımda henüz orta sondaydı ve liselere giriş sınavına hazırlanıyordu. Tek çocuktu, asker babası, doktor dedesi ondan çok büyük başarılar bekliyordu. Okul dışında iki ayrı dershaneye gidiyor ve evine benden başka üç tane daha ek ders için hoca geliyordu. Fakat ne yazık ki, onun çocuk omuzları bunca sorumluluğu kaldıramıyordu ve kendisine annesinin, babasının veya Milli Eğitim’in sınav sisteminin değil kendisinin kurallarının işlediği başka bir dünya kurmuştu ve her fırsatta oraya sığınıyordu: bilgisayar oyunları.

  • Ne anneannemin Karagöz Hacivat ne de annemin topaç ve fırıldak zamanlarında büyüdüğüm için onu anlayışla karşılayabiliyordum. Sonuçta ben de Süper Mario’da prensesi kurtarmak için saatlerini harcamış, ulvi görevi araba yarışı oyunlarında abisine yenilmek olan bir kız çocuğuydum. Buna rağmen ders vermek için o öğrencimin evine gidişlerimde görüyordum ki Süper Mario’ların, araba yarışlarının dahi üzerinden sanki yüzyıllar geçmişti. Ne zaman gitsem, onu kulaklıklarını takmış, bilgisayar karşısında birileri ile İngilizce konuşuyorken buluyordum.

O günlerde gözlemlediğim kadarıyla, dünyanın bir ucundan, sizinle benzer zevklere sahip hiç tanımadığınız insanlarla gruplar kurup karşılıklı stratejiler geliştirerek âdeta oyunun içinde yaşıyordunuz. Bilgisayar oyunları artık sosyalleşme yeri hâline gelmişti. Türkiye’nin 22 milyon aktif bilgisayar oyuncusu ile dünyanın 3. büyük oyun pazarı olduğunu ve sadece Türkiye’de oyuna günlük toplam 39 milyon saat zaman harcandığını okuyordum bir gazeteden. Ben nasıl bu çemberin dışında bu kadar uzun süre kalabilmişim şaşırıyordum.

 Beni sıkıcı öğretmen sıfatından kurtaracak, abla-kardeş samimiyetini sağlayacak ilişkiyi bir şekilde kurmam lazımdı. Fakat nasıldı?
Beni sıkıcı öğretmen sıfatından kurtaracak, abla-kardeş samimiyetini sağlayacak ilişkiyi bir şekilde kurmam lazımdı. Fakat nasıldı?

Öğrencimin, ben geldiğim hâlde oyunu kapatabilmesi vaktini alıyordu. Çünkü oyunların da artık oyuncudan bağımsız yaşayan bir dünyası vardı. Bizim masum Süper Mario’muz gibi kapatınca istediğin yerden başlayamıyordun, oradaki grup arkadaşlarına karşı sorumlulukların vardı ve bir asker asla yerini terk etmemeliydi! Öğrencim, ne zaman ki oyun arkadaşlarına veda edip derse dönüyordu, o az evvel şahit olduğum heyecanlı, oyun içindeki tehlikelere karşı pür dikkat o çocuk gidiyor, yerine dakikaları sayan, açtığım hiçbir konuya ilgi duymayan biri geliyordu. Ama kararlıydım. Elbette bir ortak nokta bulacak ona bu dersleri bir eziyet değil zevk hâline getirecektim. Beni sıkıcı öğretmen sıfatından kurtaracak, abla-kardeş samimiyetini sağlayacak ilişkiyi bir şekilde kurmam lazımdı. Fakat nasıldı?

Ben bunları düşünürken talihim yardım etti ve bir kapı açıldı. Elimde o gün çalışacağımız kitaplar ile evine gittiğim bir gün masa başında beklemek yerine bilgisayarın yanına gittim ve oynadığı oyunu izlemeye başladım. Öğrenci olma ve öğrenme sırası bana gelmişti çünkü oyunun içinde cumbalı evler, Ayasofya ve sarıklı amcalar vardı. Artık iletişimi nereden sağlayacağımı biliyordum. Acaba Kanada’daki bir oyun yazılım şirketi olan Ubisoft, kendi özgür dünyasını bilgisayar teknolojisinde bulmuş bir ortaokul çocuğu ile bu dünyaya yanlış yüzyılda gelmişim diyen bir tarih sevdalısı olan beni ortak paydada buluşturacağını bilebilir miydi?

  • Konstaniyye, Mayıs 1511… Bir seyyah kılığına girerek İstanbul’a üç yüzyıl evvel saklanmış beş tane anahtarı bulmaya gelen ana karakterin, “Muhteşem bir manzara, Avrupa’nın hiçbir şehrinde böyle bir silüet göremezsiniz” demesi ile başlıyordu Assassin’s Creed adlı oyunun İstanbul bölümü. “Ne kadar da haklısın” dedim seyyaha gülümseyerek. Oyunu gerçekmiş gibi zannetme sırası öğrencimde değil, bendeydi. Martı sesleri arasında Galata kıyısına yanaşan bir gemi ile giriyordunuz İstanbul’a.

Gözün alabildiğine minareler dizilmişti tepelere. Arnavut kaldırımlı sokaklardan, hanların avlularından geçip İstanbul içine doğru ilerlerken duvarlara asılı halıları, Osmanlıca tabelalı dükkânları, evler arasında gerilmiş iplerde asılı çamaşırları, çeşmeleri, servileri, yüzü peçeli kadınları ve Türkçe yaptıkları dedikodularını, sarıklı erkekleri, yeniçerileri, bir sikke isteyen dilencileri, kafesli pencereleri görebiliyordunuz. Yerebatan Sarnıcı’nın, Ayasofya’nın içine girebiliyor, bir Türk evine misafir olup nargile içenlere şahitlik edebiliyordunuz. Hatta ve hatta Piri Reis’le tanışabiliyor, Sultan Bayezid’in, oğlu Yavuz Selim ile taht kavgasını dahi öğrenebiliyordunuz. Halkın arasında yürürken alışveriş yapan kadınların Türkçe cümlelerini duymak heyecanlandırıyorken beni, birdenbire işlemeli mezar taşlarının arasında kulağında küpesi ve tüm haşmeti ile Yavuz Sultan Selim’i görebiliyordunuz. Daha önce bırakın bir bilgisayar oyununu, 16. yüzyıl İstanbul’unu tanıtan böyle bir belgesel dahi görmemiştim. Ana karakter, bir yandan Galata Kulesi’ne tırmanıyor bir yandan bugün benim bile henüz gerçekleştiremediğim bir şekilde Haliç’te sandal sefası sürerek karşıya geçiyordu.

Konstaniyye, Mayıs 1511… Bir seyyah kılığına girerek İstanbul’a üç yüzyıl evvel saklanmış beş tane anahtarı bulmaya gelen ana karakterin, “Muhteşem bir manzara, Avrupa’nın hiçbir şehrinde böyle bir silüet göremezsiniz” demesi ile başlıyordu Assassin’s Creed adlı oyunun İstanbul bölümü.
Konstaniyye, Mayıs 1511… Bir seyyah kılığına girerek İstanbul’a üç yüzyıl evvel saklanmış beş tane anahtarı bulmaya gelen ana karakterin, “Muhteşem bir manzara, Avrupa’nın hiçbir şehrinde böyle bir silüet göremezsiniz” demesi ile başlıyordu Assassin’s Creed adlı oyunun İstanbul bölümü.

Türkiye için ise âdeta ücretsiz bir tanıtım filmi gibiydi. Yurt dışına çıktığımda özellikle Malezya, Fas, Yunanistan gibi ülkelerden kişiler Türk dizilerini izledikten sonra nasıl heyecanla İstanbul’u ziyaret ettiklerini anlatırlardı ve dizilerin, milyonlar dökülen tanıtım filmlerinden daha çok hem de ücretsiz bir şekilde nasıl Türkiye’yi tanıttığını görüp şaşırırdım. Bu kez de bütçesi Hollywood’la yarışan bilgisayar oyunu dünyasında yine ücretsiz bir şekilde İstanbul’un tarihini tanıtan bir oyun görmenin şaşkınlığındaydım. Oyunun daha önceki bölümlerinin Venedik, Floransa gibi şehirlerde geçtiğini ve birçok kişinin oyunlardan sonra şehirlerin gerçeğini görmeye gittiğini okuduğumda hayretim daha da arttı. Kim bilir kaç oyunsever de bu oyundan sonra İstanbul’u ziyaret etmişti?

  • Eğlence endüstrisinin bir parçası olarak ortaya çıkan bilgisayar oyunları âdeta tarih eğitmenliği, kültür tanıtımı yapıyordu. İstanbul ve tarihi, ufak tefek detaylar dışında neredeyse hatasız bir şekilde işlenmişti. Şirket, oyunun yapım aşamasında, tarihî öğelerde hata yapmamak için İlber Ortaylı’dan danışmanlık dahi almıştı, hatta İstanbul’a gelmiş ve beş binin üzerinde resim çekmişlerdi. Avrupa’da İstanbul’daki tarzda ahşap yapı olmadığı için ilk kez bir oyunda bu kadar yoğun ahşap bina çizilmiş ve bunu yapmak da şirketi bayağı zorlamıştı. Fakat buna kesinlikle değmiş olduğunu görüyordum. Öğrencim oyunu oynarken, dur Kapalıçarşı’ya girelim, o zamanlar nasılmış, Piri Reis’le tanışalım, minareye çıkıp şehri ve Topkapı Sarayı’nı görelim hadi, derken haftalardır kuramadığımız iletişimi kurmuştuk. Başarmıştım, ilk haftalarda derslere ağlayarak giren öğrencime ulaşabilmiştim.

Başardığım aslında neydi? sorusu hep benimle kaldı. İkimiz de İstanbul’da, o manzaranın içinde yaşadığımız halde, bir oyunun karelerine yansıyan İstanbul manzaraları sağlamıştı iletişimimizi.

Birilerinin bin bir emekle, ama kim bilir hangi uzun ya da yakın stratejik hedef doğrultusunda hazırladığı tarihi bir sahnede buluşabilmiştik. Yanı başımızdaki ile iletişim kurmak için başkalarının bizim için yazdığı masallardan başka bir zemin kalmadığı anlamına mı geliyor bu?