Romancılar ve paranın felsefesi

​Romancılar ve paranın felsefesi
​Romancılar ve paranın felsefesi

Osmanlıların filozof Simmel’i yoksa da, romancı Ahmet Midhat’ları vardı! Aynı yıllarda kaleme aldığı “Para” başlıklı uzun hikâyesine şu sorgulayıcı sözlerle giriyordu: “Serlevhamızı beğendiniz mi? Ne tatlı, ne ehemmiyetli bir şey üzerine hikâyemiz esasını bina eylediğimizi gördünüz mü? Para bu! Parrrrrrraaaa!”

Yirminci yüzyıla girerken Osmanlılar kâğıt para kullanıyor, fakat bunun felsefesini yapacak bir düşünür yetiştirmekten uzak görünüyorlardı.

  • Georg Simmel 1900 yılında Paranın Felsefesi’nde tamamen dinamikleşmiş bir dünyanın karakterinin paradan daha çarpıcı bir simgesinin olmadığını yazıyordu: “Paranın anlamı, elden çıkarılacak olmasında yatar. Para hareketsiz kaldığı zaman kendi spesifik değerine ve anlamına göre artık para değildir. Para, hareket hâlinde olmayan başka her şeyin bütünüyle tüketildiği bir hareketin aracından başka bir şey değildir. Bir bakıma o, actus purus’tur (Tanrı’ya atfedilen saf eylem).”1 Simmel, bu muhteşem felsefi binaya tarihî-sosyolojik bir revaktan girmeyi de ihmal etmiyordu: “Formunun soyutluğu sayesinde para, etkisini en uzak alanlara yayabilir. Bir İngiliz tarihçi, Londra kentinin bütün tarihi boyunca asla İngiltere’nin yüreği değil, zaman zaman beyni olarak fonksiyon görmesine rağmen, daima onun cüzdanı olarak faaliyet gösterdiğini belirtmiştir. Aynı şekilde, Roma Cumhuriyeti’nin sonunda, Galya’da harcanan her kuruşun Roma’daki finansörlerin kasasına girdiği söylenmiştir.”2

Osmanlıların filozof Simmel’i yoksa da, romancı Ahmet Midhat’ları vardı! Aynı yıllarda kaleme aldığı “Para” başlıklı uzun hikâyesine şu sorgulayıcı sözlerle giriyordu: “Serlevhamızı beğendiniz mi? Ne tatlı, ne ehemmiyetli bir şey üzerine hikâyemiz esasını bina eylediğimizi gördünüz mü? Para bu! Parrrrrrraaaa!” Daha sonra, modern çağın ruhuna derinden nüfuz edecek olan Spengler veya Toynbee gibi medeniyet tarihçilerinden el almışçasına, derin bir tarih felsefesine dalıyor; şan ve şeref bahsinde çağların sırasıyla hikmet, cihangirlik, bilim, güzel sanatlar ve nihayet para ile temayüz ettiklerini belirtiyordu: “Tarihe müracaat ederseniz görürsünüz ki insanların şan ve şeref addeyledikleri şey devren ba’d devr, asren ba’d asr pek çok tebeddülâta uğramıştır. Bir zamanlar şan ve şeref yalnız hikmette olduğundan Yunanistan’ın ukalâ-yı seb’ası ve onlara tâbi olan hükeması o devrin kahramanları addolunurlar idi. Onlardan sonra cihangirlik şan ve şeref addolunduğundan Sizostris’ler, Büyük İskender’ler, Kayzer’ler filânlar bu yolda en büyük kahramanlar addolunmuşlardır. Bir zaman dahi ulûm ve maarif şan ve şeref addolunmuş idi ki binlerce esami bu yolun kahramanı sayılırlar. Hâsılı bir zamanlar sanayi-i nefise şan ve şeref addolunarak erbabı bütün cihanın hürmet ve tazimine mazhar olmuşlardır.”

Ee, şimdi bunların yerinde yeller mi esiyor artık? Hikmet rafa kaldırılıp, bilime ve güzel sanatlara sırt mı dönüldü? Öyle olmasa da, yeni bir değer sistemine maruz kalmış bulunuyoruz: “Şimdi bu zamanın en büyük şan ve şerefi paradır! Elyevm para kazanan bir adam vaktiyle hikmet söyleyen feylesoftan, esfar-ı cihangiraneye çıkan sahip-kırandan, kutb-ı zaman addolunacak erbab-ı ulûm ve fünundan ve sanayi-i nefisede en ileriye varan esatizeden, hâsılı herkesten, her şeyden daha galiptir.” Değerlendirmesinin sonuna doğru hâce-i evvelimiz adını bile işitmediği Simmel’e oldukça yaklaşıyor: “Bu devrin en büyük kahramanları Rotschild’ler, Kamando’lar ve bunlar gibi zenginlerin mecamii olan bankalardır. Düşünmelidir ki bunca şimendiferleri, tünelleri, kanalları ve dağ gibi gemileri yapan hep paradır. Zenginlikteki kudretin şu cihetine şaşmalıdır ki beş paralık kâğıt parçasına beş bin liralık kıymet veriyor. Krallar, imparatorlar bile sarrafların, bankacıların minneti altında bulunuyorlar. Çünkü onlara borçları vardır.”3

Gerek Simmel’in çözümlemesinde, gerek hâce-i evvel (ilk öğretmen) unvanını layıkıyla taşıyan Midhat Efendi’nin tespitlerinde öne çıkan husus, bir kredi unsuru olarak kâğıt para ve onun arkasındaki finans çevrelerinin gücüdür. Goethe’nin onlardan yüz yıl kadar önce Faust II’de haber verdiği üzere, dünyanın gerçek hükümdarları finansçılardır artık.

Çağdaş bir araştırmacı, modern toplumun özünün, paranın kredi olarak yeniden icadından ibaret olduğunu söylüyor. Kâğıt para sistemi tutmamış olsaydı, sanayi devrimini oluşturan büyük-ölçekli sanayi yatırımları gerçekleştirilemezdi. Büyük kredilere uygulanan fahiş (usurious) faizlerle kasalarını dolduran para babaları (“The Moneyed Interest”) yeni dünyanın hakiki efendileriydi: “Küçük bir azınlık idiler. İngiltere’de 1709 yılında on veya on bir bin dolayında olan sayıları, 1750’lerde elli, altmış bine ulaşmıştı. Niall Ferguson, 19. yy başlarındaki sayıyı 250.000’den az olarak tahmin ediyor, nüfusun sadece yüzde 2’si. Fakat bunların serveti, Birleşik Krallık’ın tüm millî gelirinin iki katından fazlaydı.4 Daha sonra merkez bankalarına dönüşen Bank of England gibi finans kurumlarını kuranlar da bunlardı. Kuruluşundan kısa bir süre sonra Bank of England, Kral William’a yüzde 8 yıllık faizle 1,2 milyon Pound borç verdi. Banka bu suretle dünyanın en büyük imparatorluğunun gelecek yüzyıllardaki fetihlerini finanse etmek üzere para temin ediyor, İngiliz devletinin finansmanının modernleştirilmesini temsil ediyor ve hem işletmelerin hem de giderek genişleyen sömürgecilik projelerinin finansmanına yardımcı oluyordu.”5

Kapitalizmin İki Anahtarı: İhtiraat ve Keşfiyat

 Bahtiyarlık başlıklı uzun hikâye veya romanında, Semih Efendi “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol” diyerek oğlu Şinasi’yi Galatasaray Lisesi’ne gönderir.
Bahtiyarlık başlıklı uzun hikâye veya romanında, Semih Efendi “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol” diyerek oğlu Şinasi’yi Galatasaray Lisesi’ne gönderir.

Midhat Efendi, bireysel düzlemde para kazanma sanatını tasvir ederken de Max Weber’e taş çıkartacak bir toplumbilimci kişiliğine bürünüyordu. Bahtiyarlık başlıklı uzun hikâye veya romanında, Semih Efendi “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol” diyerek oğlu Şinasi’yi Galatasaray Lisesi’ne gönderir. Aklıevvel dostları tenkide başlar hemen: “Oğlunuzu sanatkâr veyahut tacir edecek iseniz Galatasarayı’na yazdıracağınıza bir sanata çırak verseniz kavliniz ile fiiliniz daha mütenasip düşmez mi idi?” Semih Bey’in cevabı, kapitalizmin ruhuna ne ölçüde nüfuz etmiş olduğunu yansıtıyor: “Ben oğlum sanatkâr olsun diyor isem yorgancı veyahut yemenici çırağı olsun demiyorum. Ben oğlum tacir olsun diyor isem bakkal veyahut attar olsun demiyorum. İstanbul ve Galata ve Beyoğlu mağazalarını gezip sanayiin derece-i terakkisine dall olan bunca icazkârane masnuatı görmüyor musunuz? Üstatlarından gördüklerinden başka bir şey yapmayanlar bu asar-ı mucidane, bu malûmat-ı muhterianeyi meydana koyabilirler mi? Bahçekapısı ve Galata gibi merakiz-i ticariyede bulunan mağazaları görmüyor musunuz ki derunlarında birer yazıhaneden başka bir şey bulunmadığı hâlde size iki kelime ile iki bin kese akçelik mal devrediyorlar. Bunlar ile kırk paralık kuru kahve satan tacir arasındaki farkı bulamıyor musunuz?”6 Bulamıyor olacağız ki, bu romandanda yüz yıl sonra bile ticaret ve sanayi odalarımız binalarının duvarlarına inovasyon gibi kelimeleri iri harflerle yazıp üyelerine hatırlatmak zorunda kalmaz, icatçı global şirketleri yakından tanımaya yönelik benchmarking seminerleri düzenlemezlerdi. Geniş ufuklu romancımız icat ve buluşların büyük ölçekli para kazanma sanatındaki önemini derinden kavramıştır: “İtikadımız vechile tahsil ve taallüm yalnız devlet memuriyeti mesleğinde bulunanlara mahsus olacak da başkalarına maarifin lüzumu görülmeyecek ise cihan-ı terakkide hayret-ferma-yı ukul olan ihtiraat ve keşfiyat kabil olabilir mi idi?”

Romanbilimin bu derin sesi sadece girişimcilerimizin kulağına ulaşmamış olsaydı, gam değil! Devlet kurucu elitimiz de bu sese bigâne kaldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, her köşe başında bir milyoner yaratma gibi ülküler dillendirilse bile, “ihtiraat ve keşfiyat” peşinde koşan gerçek girişimciler şöyle dursun, küçük esnafa bile iyi gözle bakılmadı.

  • Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak’ta 1930’ların sonlarını şöyle karikatürleştiriyor: “Başkent Belediyesi, Pazarlıksız Satış Mecburiyeti Kanunu hükümlerine üst üste aykırı hareketleri görülen, Anafartalar Caddesi’ndeki bir tuhafiye mağazasını, Atpazarı Meydanı’ndaki bir kumaş dükkânını, Numune Hastanesi karşısındaki bir bakkal dükkânını, Yeni Hal’de bir pastırmacı dükkânını, Saraçlar Çarşısı’ndaki bir hazır ayakkabı dükkânını ikişer gün süreyle kapatmıştır. Bu dükkân sahiplerinin çocukları okullarda başları eğik durumda kalmışlardır. Çünkü memur babalar akşamları çocuklarına, ‘Muhtekir elinin kimse tarafından sıkılmamasını, ona selam verilmemesini; bunlar ve aileleriyle her türlü ilişkinin kesilmesini, itibarsızlıklarının her fırsatta ortaya konulmasını, resimlerinin gazetelerde basılmasını; kısaca, toplum içinde birer hain olarak yaşadıklarının kendilerine belli edilmesini’ öğütlemişlerdir. ... ilçesinin Kaymakamı, Belediye Reisiyle birlikte, Salim Efendi’nin Ankara’ya bir torba kaçak peksimet yolladığını tespit etmişler, duruma el koymuşlar, Salim Efendi’nin dükkânını üç gün süreyle kapatmışlar ve hakkında tahkikat yapılmak üzere evrakını Cumhuriyet Savcılığına sevk etmişlerdir. Böylece peksimetleri ne (Ankara’da okuyan) Aysel’le abisi İlhan ne de teyze kızları İclâl yiyebilmiştir. Fitnat Hanım, çocuklardan her birine beşer adet düşeceğini, ablasıyla eniştesinin de tadabileceklerini hesaplamıştı.”7

İcat Etmeden, Müstakil Olamayız!

Türkiye Cumhuriyeti bir memurlar demokrasisiydi. Atina’nın demosu nasıl (nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturan) hür Atina yurttaşları idiyse, Cumhuriyet’in demosu da cumhur (halk çoğunluğu) değil, memurlardı. Okuma yazması olmayan halk, başta idealist öğretmenler olmak üzere Cumhuriyet memurlarının eğiterek aydınlığa çıkaracağı cahil bir güruhtu. Bir köleler topluluğu. Bilim ve laiklik, bu kölelerin ellerinden tutacak, onları özgürlük alanına çıkaracaktı. Cumhuriyet yönetiminin memurlara ve birer memur gözüyle baktığı müteahhit iş adamlarına öncelik verirken, halkı ve ihtiraat (icat ve buluşlar) peşinde koşacak gerçek iş adamlarını ihmal etmesi, çınar yerine akasya ağacı dikmeye benzetilebilir.

 “Neye çınar değel de akasya dikerler? Çabuk böyür de ondan... görüversinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz.”
“Neye çınar değel de akasya dikerler? Çabuk böyür de ondan... görüversinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz.”

Tarık Buğra, Yağmur Beklerken’de Osmanlıların çınar, Cumhuriyetçilerinse akasya diktiklerine dikkat çekiyordu. Fasulye sırığı gibi akasyalar! “Neye çınar değel de akasya dikerler? Çabuk böyür de ondan... görüversinler böyüdüğünü kendileri. Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz.”8

Kendileri için yaşayanlar, hakiki girişimciliği tehlikeli bulurlar. Halkı baskı altında tutmak ve baskılarını haklı göstermek içinse, onun eskiden hür olmadığı masalını uydururlar. Hürriyete giden yol, anlam ve kapsamları yazardan yazara değişen bilim ve laiklikten geçiyormuş!

  • Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek’te bu naif olduğu kadar kibirli iddiaya ateş püskürüyordu: “Sadece laf etti diye Sokrates’e baldıran içiren Atina Sitesi’nin sefil vatandaşları hür de, Anadolu insanı mı köle? Dış görünüşlerinin hantallığı sizi aldatmasın, güçlerini ayarlamaz oluşları da. Ruhları hürdür ayıcıklarımızın, hamdolsun! Derebeylik düzeni olsa, bu hürlük barınamazdı. Anadolu insanının gerçekten ne kadar hür olduğunu, biz aydınlardan çok, onun içinden yetişmiş ağalar bilir. Evet, aktif bir hürlük değildir bu, pasiftir. Gerçekten işe yaraması için üzerinde bilimle işlemek ister. Çünkü, açıktan açığa baş kaldırıp, birleşip bir amaca yönelerek çarpışa çarpışa elde edilmiş, yasaları kitaplarda yazılı hürlüklere benzemez. Anadolu insanının hürlüğünün hiç aşınmayan iki kaynağı vardır: çile çekme gücü... Azla yetinebilme alışkanlığı... Bu iki zenginliği, hiçbir kumarcı, hiçbir oyunda kaybedemez. Geleceğimizin umudu bu iki zenginliğe bağlıdır. Bunlardan başka her şey palavradır bu toprakta...”9

Kendisi için akasya yerine, torunları için çınar... Hazcılık ve köşe dönmecilik yerine çile ve azla yetinme alışkanlığı... Anadolu insanını müstakil kılan değerler, bu alışkanlıklarda somutlaştı. Aydının, siyasetçinin ve iş adamının müstakillik ölçüsü bundan sonra da aynı değer ve alışkanlıklar olmalı. Bu değerlerin uzağına düşenler, istiklallerini kaybeder, “kapı kulu” olurlar. Kapı kullarının gözü işte, kulağı kiriştedir.

Akasyayı bile çok görür, fasulye sırıklarıyla idare ederler. Bin yıl şöyle dursun, bir yıl bile uzun gelir gözlerine. İstikballeri ne göklerde ne köklerdedir. Günübirlik yaşadıklarından, şirketlerini de devletlerini de yaşatamazlar. Bunları yaşatacak olanlar, müstakil ve müstakim aydın, siyasetçi ve iş adamlarıdır. Akasyacıların saltanatı uzun sürmez. Talih onlara kısa bir süre gülmüş olsa da, tarih çınar dikenlerden yanadır.

Dipnotlar

Georg Simmel, Paranın Felsefesi, İstanbul: İthaki, 2014, s. 516.

A.g.e., s. 509-10.

Ahmet Mithat Efendi, “Para,” Letaif-i Rivayat içinde, İstanbul: Çağrı, 2001, s. 537.

Adrian Kuzminski, The Ecology of Money, Lanham: Lexington, 2013, s. 3.

S. B. MacDonald, A. L. Gastmann, A History of Credit and Power in the Western World, New Brunswick: Transaction, 2009, s. 133.

Ahmet Mithat Efendi, “Bahtiyarlık”, Letaif-i Rivayat içinde, İstanbul: Çağrı, 2001, s. 287.

Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak, İstanbul: Everest, 2016, s. 94.

Tarık Buğra, Yağmur Beklerken, İstanbul: Ötüken, 1992, s. 11-13.

Kemal Tahir, Bozkırdaki Çekirdek, İstanbul: İthaki, 2011, s. 175.