Saç tavlandı hamur tükendi, kız öğrendi ömür tükendi

Siz mi gökyüzündesiniz, yoksa gökyüzü mü sizin içinizde, ayırt edemediğiniz günler olur ya hani, siz de mutlaka yaşamışsınızdır/hatta belki şu an yaşıyorsunuzdur, işte tam da öyle bir gündü.
Siz mi gökyüzündesiniz, yoksa gökyüzü mü sizin içinizde, ayırt edemediğiniz günler olur ya hani, siz de mutlaka yaşamışsınızdır/hatta belki şu an yaşıyorsunuzdur, işte tam da öyle bir gündü.

Ben elimde kitabım, kulağımda durmadan tekrar eden babaannemin sözleri gecenin ışığında kalakaldım… Neden sonra babaannemin uyuduğunu işaret eden düzenli nefes alış veriş seslerini işitince doğrulup gökyüzüne baktım…

Siz mi gökyüzündesiniz, yoksa gökyüzü mü sizin içinizde, ayırt edemediğiniz günler olur ya hani, siz de mutlaka yaşamışsınızdır/hatta belki şu an yaşıyorsunuzdur, işte tam da öyle bir gündü. Üstelik köyde, babaannemin evindeydim ve gökyüzü sahiden de bu ayrımı ortadan kaldıracak kadar yakınımdaydı. Şöyle elimi uzatsam bir yıldızı koparabilecek ve sonra onu alıp annemin saçlarına konduruverecekmişim gibi bir illüzyon… Zaten, köyü en çok bu yüzden seviyordum/seviyorum. Gökyüzünün kalbi olan yıldızlara bakmak, gökdelen ışıkları yerine gökyüzünün kalbini görmek ve belki de yine ve yeniden kâğıda dökülmemiş bir şiiri yazmak için.

Jason Webster, Flamenko’nun İzinde
Jason Webster, Flamenko’nun İzinde

Kuzey yarım kürenin büyük bir kısmı gece nasıl serinleyeceğini düşünürken, yorganlara sarınarak ancak ısınabileceğimiz serin bir yaz akşamı geçiriyorduk. Babaannem çoktan ikinci uykusunu uyurken ben perdenin aralığından süzülen gecenin ışığı ve telefonumun fenerinin yardımıyla Jason Webster’in Flamenko’nun İzinde kitabını okuyordum… Okudukça içim açılıyordu… İçim açıldıkça hayatımda yeni bir sayfa açmaya karar veriyordum.

Yook hayır, okuduğum kitap değildi içimi bunca açan… Aldığım kararlardı… Başta söylemiştim ya, günlerden “o gündü” işte… Kendimi o kadar kaptırmıştım ki “arkası yarın” planlarıma babaannemin “Yeter artık/yat zıbar!” manasını ihtiva eden sağdan sola, soldan sağa dönüşlerini duymuyordum. Neden sonra lambanın açılmasıyla durumun farkına vardım.

  • “Yavrum, madem ne beni ne kendini uyutacaktın, çırayı niye giderdin” diye sordu. Babaannemin ardı arkası kesilmeyecek sorularının önüne geçebilmek için onu kendi silahıyla vurmaya karar verdim. Onca yıldır babaanne tedrisatından geçmişliğim vardı. Heybemde illa ki onu alt edebilecek bir sözüm olmalıydı. Nitekim buldum da “Babaannem aç katık istemez, uyku yastık istemez, demez misin sen? Yine neyi dert ettin de uyuyamadın, sonra uyuyamayışına beni mazeret gösterdin?” Ama babaannem soruya soruyla karşılık verme alanında ihtisas yapmış…

Sordu hemen “Sana n’oldu da gecenin nurunu elindeki fenerle deliyorsun?” Bu soruya verebilecek iyi bir cevabım vardı şükür ki. “Kitap okuyorum babaannem, kitap okurken bir yandan da kendi kitabımı yazıyorum. Onca yıl okudum, çalıştım çabaladım… Ne için? Sevmediğim bir işi yapmak, dört duvar arasında bütün gün rakamlarla oynamak için mi? Bak bu kitaptaki adam da tüm kariyerini bırakıp, Flamenko müziğinin peşinde yollara düşmüş. Benim için de geç değil hâlâ tiyatro yapabilirim…” Babaannem şaşkınlıkla tek kaşını kaldırıp, kendine has hayret nidasını ortaya bırakıverdi, “E anam, hayye ale’s-salah! Guzum allı evlendi, güllü gelin oldu. Sen daha ne edeyim diye düşünüp duruyorsun. İşin var aşın var, bir eksiğin eşin kalmış ama sanki yeni yetip gelen çocuk gibi yok onu yapayım, yok o da olmadı hoşlaşmadım şunu yapayım diye o daldan bu dala konup duruyorsun. Yetmedi mi okuduğun guzum?

Kitap okuyorum babaannem, kitap okurken bir yandan da kendi kitabımı yazıyorum. Onca yıl okudum, çalıştım çabaladım…
Kitap okuyorum babaannem, kitap okurken bir yandan da kendi kitabımı yazıyorum. Onca yıl okudum, çalıştım çabaladım…

Buna verebilecek bir cevabım yoktu… Az önce gökyüzünde süzülen bir uçurtma idim de, babaannem beni sapanıyla vurup yere indirivermiş gibi hissediyordum. “Babaanne ama sistem” desem, “sistem yeni kuruldu da seni el öğrencesi mi bellediler” diyecekti. Ben de yutkundum ve en yuvarlak ifadeyle “Babaanne, hayat” deyiverdim… Babaannem o zaman neredeyse 20 dakikadır havada olan kaşını, sağ salim yere indirdi ve yumuşacık, babaanne gibi sesiyle “Ah benim gınalı guzum, onca yaş yaşadın, onca yıl biz öğrettik, sen öğrendin ama şimdi bir kitap okudun da hayatı mı öğreniverdin de kararlarını değiştiriverdin? Saç tavlandı hamur tükendi, kız öğrendi ömür tükendi, desene… Her okuduğun kitapla hayatı öğreneceksen yaşamaya ne hacet… Haydi gecen hayırlı olsun…” deyip ışığı söndürdü…

Ben elimde kitabım, kulağımda durmadan tekrar eden babaannemin sözleri gecenin ışığında kalakaldım… Neden sonra babaannemin uyuduğunu işaret eden düzenli nefes alış veriş seslerini işitince doğrulup gökyüzüne baktım…

Siz mi gökyüzündesiniz yoksa gökyüzü mü sizin içinizde, anlayamadığınız günler olur ya hani, işte tam olarak o gündü… Elimi uzatsam yıldızlara dokunabilirdim… Dokunmadım. Kitabı pencerenin önüne bıraktım ve Flamenko’yu değil babaannemi dinleyeceğim yeni günün ışıklarını görene dek, orada öylece oturup gökyüzünü seyrettim…

Babaannem, her daim hayal ile gerçeği, gerçek ile mutlağı ayırt edenlerden olduğu için sözleri kalbim için kılavuz hükmündeydi…