Safiye Erol’un unutulmuş iki hikâyesi

Safiye Erol
Safiye Erol

Safiye Erol, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının hanım yazarları içerisinde üslup sahibi bir imza oluşuyla ön plana çıkan isimlerdendir. 1917’de, henüz on üç yaşında iken Türk-Alman Derneği aracılığıyla Almanya’ya giden ve orada lise eğitimine başlayan Safiye Erol, 1919’da Türkiye’ye dönmüş, 1921’de ailesinin yönlendirmesiyle tekrar Almanya’ya giderek yarım bıraktığı eğitimini tamamlamıştır.

Safiye Erol, Ciğerdelen romanı ile adından söz ettirmiş ve edebiyat tarihimizde yer etmiş önemli bir yazarımızdır. Hazin bir aşk hikâyesinin tarihî bir zeminde anlatıldığı Ciğerdelen, 1946 yılında yayımlanmış, o dönemde büyük ilgi görmüş ve 1963’te Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilerek 1974’te tekrar basılmıştır.

Safiye Erol, Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatının hanım yazarları içerisinde üslup sahibi bir imza oluşuyla ön plana çıkan isimlerdendir. 1917’de, henüz on üç yaşında iken Türk-Alman Derneği aracılığıyla Almanya’ya giden ve orada lise eğitimine başlayan Safiye Erol, 1919’da Türkiye’ye dönmüş, 1921’de ailesinin yönlendirmesiyle tekrar Almanya’ya giderek yarım bıraktığı eğitimini tamamlamıştır. Felsefe eğitiminin ardından Şarkiyat doktorasını tamamlayan yazar, 1926’da yurda dönmüş, 1927 yılından itibaren ise eserlerini gazete ve dergilerde neşretmeye başlamıştır.

Romanlarıyla tanınan yazarın edebiyat âlemine girişi hikâye türüyle olur; yazarın bir Alman dergisinde neşredilen “Leyla ile Mecnun” ve “Büyücü Masalı” adlı ilk eserleri bu türdendir.1 Erol, Türkiye’ye dönüşünün ardından hikâye nevinden eserler yayınlamayı sürdürür. Yazarın 1927-1928 yılları arasında Millî Mecmua’da “Dilara” müstear adıyla yayınladığı altı hikâye, Halil Açıkgöz tarafından 2002’de Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda neşredilmiştir. Bu hikâyeler, Safiye Erol’un edebiyat hayatının ilk dönemindeki dil ve üslup özelliklerini yansıtmaları bakımından önem arz ederler. İlerleyen yıllarda Erol’un Politika gazetesinde yayımladığı “Gel Seninle Dertleşelim” adlı hikâyesi Mehmet Nuri Yardım tarafından derlenerek Safiye Erol Kitabı’nda neşredilmiştir.

Safiye Erol’un dergi ve gazetelerde kalmış yedi hikâyesi 2010 yılında Leylâk Mevsimi adıyla kitaplaşmıştır.3 Bu minvalde yazarın kitaplaşmamış iki hikâyesi aşağıda dikkatlere sunulmaktadır. “Kıskanç” ve “İzdivaç Bumu” adını taşıyan bu hikâyeler, 1935 yılında Balıkesir’de çıkan Savaş gazetesinde neşredilmiştir. “S. Erol” imzasıyla bu hikâyeler, 1930’lu yıllarda gazetelerde hayli yaygın olan, çoğunlukla aşk, kadın-erkek ilişkileri gibi temalara odaklanan ve yer yer toplum hayatına dair ayrıntılar içeren popüler metinlerdir.

Üzerinde durulması gereken noktalardan biri, Safiye Erol’un Balıkesir’de yayımlanan bir gazeteye hikâyelerini nasıl gönderdiğidir. Belirtmemiz gerekir ki Savaş gazetesi, Balıkesir’de yayımlanan kısa ömürlü “yerel” bir gazete olmasına rağmen düzenlediği edebiyat sayfasıyla dönemin pek çok edibini (örneğin Mustafa Seyit Sutüven, Ahmet Muhip Dıranas, Nihad Sami Banarlı, Esat Adil Müstecaplıoğlu, İsmail Safa Esgin gibi) sayfalarında ağırlamıştır. Safiye Erol’un da bu gazeteye yakın arkadaşı Nihad Sami Banar[1]lı4 vesilesiyle hikâyelerini gönderdiği tahmin edilebilir.

Kıskanç

Salih Bey o sene üniversiteyi bitirmiş, ağır ceza mahkemesine kâtip olmuştu. Kendisi orta boylu, kibar bir zattı. Bundan üç sene evvel Nevzer isminde bir lise talebesiyle tanıştılar. Aralarında sözleşmişlerdir. Kız liseyi bitirecek. Salih Bey de üniversiteden çıktıktan sonra evleneceklerdi. Salih Bey, en nihayet üniversiteyi bitirdi, çok sevdiği Nevzer ince, narin yapılı, kumral saçlı, uzun boylu, temiz bir kız. İkisi de birbirini görüp sevmişlerdi. Bir yuva kurmak için Nevzer’le evlendiler.

Şimdi onlardan mesut yoktu…

Radiyo, konfor, her şeyleri tamamdı. Fakat karısını çok seven Salih Bey, herkesten değil, hatta kendi gözlerinden bile kıskanırdı. Her akşam, memleketin dört yol ağzındaki kahvesine gelirdi. O akşam da kahveye girince, dünkü arkadaşlarından birine rasgeldi. Selâm ve hatırdan sonra konuşmağa daldılar. Salih Bey ne dense çok kızgın konuşuyordu. Anlattı, bir sürü şeyler söyledi. O akşam karısına eve gelmiyeceğini tembih etmişti. Salih Bey, her ihtimale karşı evin anahtarını yanına almıştı. Fakat, karısını tecrübe etmek için kahvede saat on ikiye kadar güç hâl ile oturabildi. Bu vakitten sonra evine gitmek için kalktı. Paltosunu giyerek kapıdan dışarı çıktı. Evin önüne geldiği zaman adeta bir hırsız gibi yavaşça cebinden çıkardığı anahtarı kapının deliğinden sokarak açtı.

Parmaklarının ucuna hafifçe basarak merdivenlerden yukarı çıktı. Yatak odasının kapısında bir lâhza durakladı. İçeriden bir ses geliyordu:

– Of yapma, uslu dur da seni seveyim. Bu sözleri işiten Salih Bey, beyninden vurulmuşa döndü. İçinden:

– Kâfir kadın, zaten bundan dört beş ay evvel bu manzarayı sezer gibi olmuştum. Bir fırsatını gözlüyordum.

En nihayet bu akşam senin canına kıyarım diyerek, karısının yatak odasının kapısını açtı. Girdi. Birdenbire cebinden çıkardığı rüververle iki el ateş etti. Hemen diğer erkeği de öldürmek için hazırlanan Salih Bey, yatak odasının elektriğini açınca, ne görsün, her günkü çok sevdikleri pamuk kedisi karısının yanından fırladı…

Bu hâli gören Salih Bey:

– Zavallı karım, masum karım, beni affet diyerek dizlerine kapandı. Fakat… Heyhat ki karısı son nefesini vermişti.



İzdivaç Bumu

Mühendis Semih’le Mimar Turgut iki arkadaştılar. Bir gün akşam gezintisine çıkmışlardı. Birkaç turdan sonra geniş caddenin ortasından yürüyen güzel bir kıza rast geldiler. Uzun boylu, arkasında son moda manto, yüksek topuklu bir iskarpin, elinde güzel bir portmen vardı. Bir ara Semih’le selamlaştılar.

Ve uzaklaştılar. Yolun tam dönemeç noktasında ikisi de arkasına bakıştılar.

Genç kızla işaretleşirken sokağa sapıyorlardı ki Turgut arkadaşından ayrıldı. Semih onu uzun bir takipten sonra yüksek bir apartman önünde buldu. Genç kız birkaç merdiven çıktıktan sonra göz göze geldiler.

Kız çantasından kâğıt kalemini çıkararak demir çerçevelerle örülmüş merdivenin tutumluklarına yaslanarak bir baş selâmı verdi. Kâğıdı ona atarken çapkın gülümsedi. Kâğıtta şu yazılı idi:

“Sizi yarın Kadıköy iskelesinde saat ikide beklerim,” diyordu. Genç, kâğıdı alarak okudu. Gözleri sevinçle doldu. O gece sabaha kadar uyuyamamıştı. Verilen randevu saatini sabırsızlıkla bekliyordu. Ertesi günü randevuya yetişti. Güzel kız sözünde durmuştu. Onun yanına yürek heyecanı ile yaklaşırken:

– Tün aydın küçük bayan! diyerek elini sıktı. Konuştular. En yakın bir aile bahçesine gittiler. Eğlenmeğe ve dans etmeğe başladılar. Bir yaz akşamının Semih’e verdiği bu çiçek herkesi alakadar ediyordu. Evlerine gitmek için hazırlandılar. Ve bahçeyi terk ederek evin yoluna koyulurken Semih genç kıza kalbini döküyordu:

– Nevindan, bilsen bugün ne kadar mesudum. Kolumda adeta bir kuş gibisin, dedi.

Genç kız ona dönerek:

– Ya öyle mi? Meğer ki bilmeden ben de sevmişim Semih.

Yolun dar kaldırımından yürüyen Semih, Nevindan’ın yorgunluğunu hissetmiş ta uzaktan gelen boş otomobili durdurarak genç kızı otomobile bindirmişti.

Aradan günler geçti. Bir gün Turgut arkadaşına rast gelmişti. Hatırını sorarken sözlerini sevinç ve heyecanla anlatmaya başladı.

– Yarın bize davetlisin Turgut, dedi.

Turgut hayretle sordu:

– Hayrola, bir eğlence mi var? dedi.

Semih cevap verdi:

– Hayır, evleniyorum.

Turgut son kelimeler karşısında bir lahza duraklamış, daha doğrusu şaşırmıştı. Arkadaşının yüzüne dikkatle bakarak sordu:

– Sahi mi söylüyorsun?Bu genç kız da kim? dedi.

Turgut ertesi günü arkadaşının evine gitmişti. Mükellef salonda grand tuvalet irili ufaklı gençler vardı. Semih’le nişanlısı Turgut’u onlara takdim etti. Sonra bir köşeye oturdu. Düğün gecesi ev baştan başa aydınlık içinde, kapılar, pencereler açılmış, ikide bir cazbant çalıyor. Neşeli kahkahalar, taşkınlık ve çılgınlıklar.

Salonda sanki kuvvetli bir ışığın etrafına toplanan gece böceklerinin kaynaşmasına benzer gürültülü bir hayat vardı. Semih’in nişanlısı bir ara Turgut’un yanına oturarak hararetli hararetli konuşmağa başladılar.

Çok geçmeden iki nişanlı, salonun ortasında göründüler, yüzükler takılıp tebrikler yapıldı. Son bir danstan sonra hepsi dağılmışlardı. Gece yarısından sonra Turgut Semih’in elini sıkarken onların gözünde saadetin ilk izlerini görür gibi olmuştu. Fakat aradan günler geçti, meğer insan hislerinde, duyuşlarında bazan yanılıyor ve çok kerre acı hakikatlerle karşılaşıyor. Buna en bariz bir misal ne yazık ki hayatında mesut bildiği zavallı çapkın kız bir nümune oldu.

Yazık dün işi düştü de şöyle bir Semihlere kadar gidivermişti. Fakat keşke gitmez olaydı. Ve onu hâlâ bir gece yarısı gözlerinden okuduğu saadet izleri arasında bileydi, ne olurdu…

Turgut derin bir göğüs geçirdi. Sonra mırıldanır gibi; “Aldanmak yahut hislerinde yanılmak o kadar acı ki!” dedi. Evde üç kişi idiler. Turgut’u ilk karşılayan çapkın kızın anası idi. Ona manalı ve bedbin gözlerle bakarken sadece bir iç çekişi ile “buyurun” demişti.

Turgut odanın içine girdiği zaman her birisi birer köşeye uzanmış, birbirleriyle çirkin aile ve içtimai hayata yakışmaz tavır ve hareketlerle karşılaştı. “Akşamınız hayır olsun” diyerek bir köşeye oturdu. Her ikisi de o kadar fena olmuştu ki içlerde misafir mi, yoksa bir külhanbeyi mi vardı? Her halde belki o an için bunu idrak edememişlerdi. Fakat aradan bir saat geçti, yine aynı vaziyet hem de daha kötü şekilde birbirleriyle tükürük yarışı yapıyorlardı. Eğer izdivaç böyle ise Turgut şimdiden böyle hayata lanet etmişti.

Savaş gazetesi, S. 371, 5 Şubat 1935, s. 3-4.