Sarı-siyah renklerde bir gençlik hikâyesi

18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece saat 3.30’da -tıpkı İstanbul Erkek Lisesi’nin duvarındaki durmuş saat gibi- taarruza geçiliyor.
18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece saat 3.30’da -tıpkı İstanbul Erkek Lisesi’nin duvarındaki durmuş saat gibi- taarruza geçiliyor.

Bir mayıs sabahı, hava güneşli ama ısıtmıyor. Yeryüzüne bahar gelmiş ama yüzlerde çiçekler açmıyor. Beyazıt Meydanı’nda bir hatip coşkulu bir konuşma yapıyor: Harbiye Nazırı Enver Paşa. İngilizlerin ülkeyi işgal etmeye çalıştığını söylüyor. Vatan elden gidiyor, Çanakkale’de tarih yazılıyor diyor. O sırada bu konuşmayı dinleyen kalabalık arasında daha bıyıkları terlememiş birkaç genç de var. İstanbul Erkek Lisesi’nin son sınıf talebeleri.

Tarihi yarımadaya doğru yaklaşırken gözlerimi kısıp karşımda o eşsiz silüette gördüğüm binaları sayıyorum. Topkapı Sarayı, Sultanahmet, Ayasofya… Bunların biraz daha solunda, adeta bir kartal yuvası gibi en tepeye yerleşmiş görkemli bir bina daha: İstanbul Erkek Lisesi. Mezunları arasından onlarca bürokrat, yazar çıkartmış, üç mezunu başbakan olan bir lise. Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz, Ahmet Davutoğlu. Ama benim okulu sebeb-i ziyaretim ne akademik başarılarıyla, ne de özgün mimarisiyle alakalı. Görmeyi arzuladığım şey bambaşka. İçeri alınır mıyım, alınmaz mıyım ikilemiyle düşüne düşüne Sirkeci’den yokuşu tırmanıyorum, okulun kapısında güvenlik görevlisi durduruyor:

  • -Ziyaret sebebiniz nedir?
  • -Duvardaki durmuş saati göreceğim!

Saatlerden biri Arap rakamlı, bir diğeri ise Latin. İkisinin de tiktakları çalışmıyor.
Saatlerden biri Arap rakamlı, bir diğeri ise Latin. İkisinin de tiktakları çalışmıyor.

Dışarıdan kulak misafiri olan bir insan için ne kadar anlamsızdı bu yanıt. Görevli acaba beni anlar mıydı? Daha mantıklı bir sebep mi söyleseydim diye biraz gergin bekliyorum. Görevli belki de bu yanıta alışkın ki, ikinci bir soru sormuyor bile. Geçmeme izin veriyor ve hatta tarihi saatin bulunduğu yere kadar bana eşlik ediyor. Mavi camdan bir kubbenin iki yanında iki ahşap saat. Kubbeden süzülen ışık ve gölge oyunlarının arasında merdivenleri tırmanıp saatlere yaklaşıyoruz. Saatlerden biri Arap rakamlı, bir diğeri ise Latin. İkisinin de tiktakları çalışmıyor. İkisi de zamanı durdurmuş gibi 3.30’u gösteriyor. Ben saatleri izliyorum, görevli ise sessizce yanımdan ayrılıyor. Duvardaki çalışmayan bir saat acaba tarihimizde ne anlam ifade ediyor?

Beyazıt meydanında bir mayıs sabahı

Yıl 1884. Fransa’da defalarca yayımlanıp çözülememiş matematik sorularını çözebilen bir deha olan Mehmet Nadir, İstanbul’da bir okul kuruyor: Numune-i Terakki. Mehmet Nadir hocanın başarısını bilen herkes çevresinde toplanıyor ve okul kalabalıklaşıyor. 1910 yılında Sultan Abdülhamit, bu kurumu satın alıp devletleştiriyor. İsmi de sonraları değişiyor ve en güncel haliyle İstanbul Erkek Lisesi adını alıyor. Lise bugün ne kadar başarılı ve önemliyse o dönemlerde de aynı derecede önemli. Ülkenin sayılı liselerinden biri. Hepsi birbirinden pırıl pırıl, heyecanlı gençlerle dolu sınıflar. Talihsizlikleri ise hem memleketin hem de tüm cihanın en karışık olduğu bir dönemde dünyaya gelmiş olmaları. Memleket zaten yorgun. Balkan Savaşı’ndan daha yeni çıkmışken, şimdi de I. Dünya Savaşı patlak vermiş. Cephelerin askere ihtiyacı var fakat gidecek insan yok!

Memleket zaten yorgun. Balkan Savaşı’ndan daha yeni çıkmışken, şimdi de I. Dünya Savaşı patlak vermiş. Cephelerin askere ihtiyacı var fakat gidecek insan yok!
Memleket zaten yorgun. Balkan Savaşı’ndan daha yeni çıkmışken, şimdi de I. Dünya Savaşı patlak vermiş. Cephelerin askere ihtiyacı var fakat gidecek insan yok!

Bir mayıs sabahı, hava güneşli ama ısıtmıyor. Yeryüzüne bahar gelmiş ama yüzlerde çiçekler açmıyor. Beyazıt Meydanı’nda bir hatip coşkulu bir konuşma yapıyor: Harbiye Nazırı Enver Paşa. İngilizlerin ülkeyi işgal etmeye çalıştığını söylüyor. Vatan elden gidiyor, Çanakkale’de tarih yazılıyor diyor. O sırada bu konuşmayı dinleyen kalabalık arasında daha bıyıkları terlememiş birkaç genç de var. İstanbul Erkek Lisesi’nin son sınıf talebeleri. Birbirlerine bakıyorlar ve konuşmadan birbirlerinin gözlerinden ne yapmaları gerektiğini anlıyorlar. O yıllarda Askeri kanunlara göre Sultaniye (lise) öğrencilerinin cepheye alınması mümkün değildir. Ancak bir istisnası vardır: Gönüllü olmak. Elli öğrenci o an bir dakika bile düşünmeden, “Ben bu vatana bugün lazım değilsem, başka ne zaman lazım olurum” diyerek gönüllü askerlik kayıt sırasına giriyor. Çanakkale’ye asker takviyesi öyle elzem ve acil ki, kayıt işlemi bitenler daha orada sivil kıyafetlerle talim görmeye başlıyor. Hatta bazılarının bastonları ellerinde, bazılarınınsa Beyoğlu’ndan aldıkları paketleri bile daha kucaklarında duruyor.

  • Cepheye gitmeden önceki bu kısa talim ancak şunları içeriyor: Silah tutmak ve sıraya girmek. Hepi-topu bu! Zaman kısa, düşman cevval. İstanbul alayı hiç vakit kaybetmeden aynı hafta içinde 2. Tümen’e katılmak üzere Çanakkale’ye doğru yola çıkıyor. Tüm alay gençlerden ve talebelerden oluşuyor. Tıbbiyeliler, Mülkiyeliler, onlarca eğitimli genç ve bir de elli gönüllü lise talebesi. İki gün cephede bekleniyor. Taarruzun gece vakti ani bir baskınla yapılacağı, böylelikle bayırın aşağısındaki düşmanın hazırlıksız yakalanacağı söyleniyor.

Kabatepe’den Kanlısırt’a

18 Mayıs’ı 19 Mayıs’a bağlayan gece saat 3.30’da -tıpkı İstanbul Erkek Lisesi’nin duvarındaki durmuş saat gibi- taarruza geçiliyor. Bu kez alışılmış Allah Allah nidalarıyla değil, sessizce taarruza geçilmesi emrediliyor. Fakat gençler bir sürenin sonra bu emre uymuyor, ıslıklarla, nidalarla ilerliyorlar. Öyle ki, yıllar sonra düşman safında savaşan bir asker o geceyi,

Sanki öğrencilerin okuldan çıkışı gibiydi diyerek anlatıyor kitabında. Evet, daha bir hafta evvel okul sıralarında oturan gencecik öğrencilerdi o vatanını savunmak için sipere koşanlar; bu doğruydu sadece yazar bu gerçeği bilmiyordu. O gece sadece iki saat içinde Çanakkale’nin en büyük kaybı veriliyor.

Bir gecede hepsi lise-üniversite çağlarında 9.000 genç yürüyor Hakk’a. O sabah 2. Tümen’den geriye dönen olmuyor. Bir gecede Çanakkale’de bir darülfünun gömülüyor. O geceden sonra taarruzun gerçekleştiği Kabatepe’nin ismi Kanlısırt olarak değiştiriliyor.

Sarı ve siyahın en anlamlı birlikteliği

İstanbul’da ise küçük sınıflardaki öğrenciler o geceki kanlı çatışmadan habersiz umutla abilerini bekliyor, anlatacakları kahramanlık hikâyelerini dinlemek için sabırsızlanarak. Aynı günlerde ülke çapında bir duyuru yapılıyor. Okullar geçici olarak hastaneye çevrilecek diye. Hastaneye çevrilecek olan okulların duvarları uluslararası savaş kuralları gereği hastane rengine yani sarıya boyanıyor. İstanbul Erkek Lisesinin geride kalan öğrencileri de okulun revire çevrilecek üst katını sarıya boyayıp cepheden gelecek abilerine hazırlıyor. Daha hazırlık bitmeden o yaslı haber geliyor: “Gece 3.30’da yapılan taarruzda tüm öğrencilerimiz şehit olmuştur.” Bu yaslı haber üzerine, cepheye giden öğrencileri tedavi etmek için duvarları sarıya boyanmış olan odaların kapı ve pervazları, matem rengine, siyaha boyanıyor. Sarı umudun rengiyken, siyah matemi temsil ediyor ve bu renkler o günlerden bugüne okulun armasında yaşatılıyor. Bugünkü öğrenciler bir asır öncenin hikâyesini göğüslerinde taşısın ve hiç unutmasınlar diye. Okul o yıl ve hatta Kurtuluş Savaşı döneminde dahi hiç mezun vermiyor.

Yoklama listelerinde isimler sayıldığında “Burada!” nidasından çok, “Şehit, cennet-i âlâ’da!” nidası yükseliyor. Daha tüyü bitmemiş bir koca nesil, vatan olmadan gelecek olmaz diyerek kendilerini feda ediyor. Vatan Türküsü’nü cephede söyleyerek, Rabblerine koşuyor:

Annem beni yetiştirdi, bu yerlere yolladı.

Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı.