Şark dünyasının sırlı kedileri

Şark  dünyasının  sırlı  kedileri ​
Şark dünyasının sırlı kedileri ​

Cumhuriyet sonrası Doğu-Batı arasına sıkışmışlığı en güzel anlatan eserlerden olan Fatih-Harbiye’yi okurken ilginç bir mukayese ile karşılaşmıştım. Peyami Safa’nın usta kaleminden neşet eden Neriman ve Faiz Bey karakterlerinin, tartışmaları esnasında Neriman’ın dilinden “Bütün Şark kedilere benziyor” teşbihi dökülür. Garp’ı ise köpeğe benzetir. Müellif buradan birtakım psikolojik ve içtimai yorumlara girer.Hakikaten bugün dahi vakıflara, kitapçılara, mezarlıklara gittiğinizde kedilerin bu tür mekânlardan eksik olmadıklarını görürsünüz. Keza Batı’da boyunlarına bir tasma takarak köpek gezdiren insanların mebzul miktarda oldukları gibi. Günümüz parklarında çokça köpek gezdirenlere şahit olmamız Batılılaşmanın bir tezahürü olarak da düşünülebilir gibi geliyor bana.

Tasavvuf dünyası, oryantalistlere göre “Doğu” diye tanımlanan coğrafyada doğduğu için “kedi” figürü ile iç içedir. Tarikatların, Hz. Peygamber (sav) ve ashab-ı kiramın tavırlarını tevarüs etme gayesi, tabii olarak hayvan sevgisinde de kendini göstermişti.

  • Rivayete göre Hz. Peygamber (sav), kedisi Müezza’yı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Peygamber’in (sav) giysisinin ucunda uyuya kalmış. Uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Peygamber (sav), Müezza’yı uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiş. Keza sahabeden Ebu Hureyre ise isminin hikâyesini şöyle anlatır: “Bir gün elbisemin içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah Efendimiz (sav) beni görünce, ‘Nedir bu?’ diye sordu. Ben de; ‘Kedicik!’ dedim. Bunun üzerine Resûlullah, ‘Ey Ebu Hureyre’ buyurdu. Yani kediyi seven, onlara ana babalık eden kimse.”

Sufilerin hayatlarında da buna benzer hikâyeleri ve hususen “kedi” muhabbetini görmek kabildir. Mesela, bir gün Ahmed el-Rıfâi (ks) Hazretleri’nin paltosunun eteğinde, kedisi gelip uyumuş. Namaz vakti gelmiş, kediyi uyandırmaya kıyamamış. Bir müddet onu şefkatle seyretmiş.Uyanmayacağını anlayınca Hz. Peygamber’in (sav) yaptığı gibi kedinin yattığı yeri kesip namaza gitmiş. Bu rivayetin bir benzeri de Muhammed Bâkî Billâh Hazretleri için anlatılır.

Bir gece teheccüd namazına kalktığında yorganının üzerinde bir kedi uyumuş, Bâkî Billâh da kediyi uyandırmamak için sabaha kadar yatağa girmemiş. Tasavvuf büyüklerinin kedileri çok iyi müşahede ettiklerini de rivayetlerden anlıyoruz.

Mesela Cüneyd-i Bağdâdî’ye murakabeyi yani kalbi, dünyevî düşüncelere karşı koruma ve kontrol etme işini nereden öğrendiği sorulunca şöyle cevap vermiş:

  • “Benim murakabe konusunda üstadım bir kedidir. Bir gün bir kedi gördüm. Bir deliğin önünde pusuya yatmış, fareyi gözetliyordu. Avına öyle bir yönelmişti ki hiçbir azası oynamıyor, hatta tek bir kılı dahi kıpırdamıyordu. Hayretler içinde onu seyrederken birdenbire gönlüme bir nida geldi. Diyordu ki: ‘Ey düşük himmetli! Ben senin maksudun olmakta bir fareden eksik değilim. O hâlde sen de beni talepte bir kediden aşağı kalma!’ O zamandan beri murakabeye çok ehemmiyet veririm.” Bu rivayetin bir benzeri Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî için de anlatılır.

Kedisiyle baş başa

Galata Mevlevihanesi’nde Gavsi Dede’ye bağlanan Fasîh Ahmed Dede’nin de onlarca kedisi vardır.
Galata Mevlevihanesi’nde Gavsi Dede’ye bağlanan Fasîh Ahmed Dede’nin de onlarca kedisi vardır.

Kedi muhabbeti bahis mevzuu olunca, çok yakından bildiğimiz değil ancak duyduğumuz bir isim olan Hz. Mevlânâ’yı anlatmadan olmaz.

Menâkıbnâmelerde Hz. Mevlânâ Türbesi’nde, Hazret-i Pir’in kabrinin bulunduğu kısımda Celaleddin Çelebi ve oğullarının hemen yanında Hz. Mevlânâ’nın çok sevdiği kedisine ait küçük bir sanduka olduğundan bahsedilir. Ancak bu sanduka günümüze intikal etmemiştir. Galata Mevlevihanesi’nde Gavsi Dede’ye bağlanan Fasîh Ahmed Dede’nin de onlarca kedisi vardır.

Fasîh Dede kedileriyle dergâhtaki hücresini paylaşırmış. Dergâhın diğer dervişleri de onca kedinin bir dergâh odasında barınmasına, bakılıp beslenmesine, koridorlarda dolaşmasına, bahçeye girip çıkmasına, şüphesiz diğer odaları da ziyaret etmesine ses çıkarmazlarmış.

Rivayete göre, Fasîh Dede’nin kendisinden önce otuz dokuz kedisi ölmüş. Onların tamamını kefenleyip dergâh mezarlığına gömmüş. Fasîh Dede 1699 yılında vefat ettiğinde aynı gün kara kedisi de ölmüş ve beraber kefenlenip gömülmüşler. Fasîh Dede’nin bugün de kabrinin etrafı kedilerle doludur. Yakın zamanda bir dostum “Bu kadar kedinin bakımını kim yapıyor?” diye sorduğunda meczup bir şahsiyetin bir anda gelip, kedilerle ilgilendiğini hayretle anlattı. Kedisini çok seven sufilerden biri de Konya’daki Pisili Sultan Tekkesi’nin şeyhi Pir Esad’dır.

Pisili Sultan lakabıyla anılan Pir Esad ile sevgili pisisi bugün aynı türbede istirahat etmektedirler.
Pisili Sultan lakabıyla anılan Pir Esad ile sevgili pisisi bugün aynı türbede istirahat etmektedirler.

Hz. Mevlânâ’ya yakın bir dönemde yaşadığı ve mezar taşındaki kitabeden 1263 senesinde vefat ettiği anlaşılan bu zat, kedileri çok sevdiği için dergâhına Pisili Sultan Zaviyesi denmiştir. Bu dergâh zamanla tarihe karışmış ise de, şeyhin türbesi günümüze ulaşmıştır.

Halk arasındaki rivayete göre, Şeyh’in vasiyeti üzerine kedisi ölünce kendi mezar sandukasının soluna, ayak ucuna gömülmüştür. Yani Pisili Sultan lakabıyla anılan Pir Esad ile sevgili pisisi bugün aynı türbede istirahat etmektedirler. “Ehlullahın hâlleri farklı farklıdır.Dergâhındaki fareleri incitmemek için kedi beslemeyen Merkez Efendi gibileri de vardır, kedisini çok seven hatta kedisine mezar yapan sufiler de olmuştur” diyen Necdet Tosun Hocamız Ahî Ferec Zencânî’den (ö. 457/1065) bir hikâye anlatıyor.

Rivayete göre, bir gün dergâhın aşçısı sütlaç yapmak için çömleğe bir miktar süt koymuş. Kara bir yılan bacadan çömleğin içine düşmüş.

Şeyh Zencânî’nin kedisi bunu görmüş. Çömleğin etrafında sürekli dönüp ızdırapla miyavlıyormuş. Bu durumdan habersiz olan aşçı, onu azarlayıp kovalamış. Aşçı onun anlatmak istediğini kavrayamamış. Kedi gelip kendini kaynayan çömleğin içine atmış ve ölmüş. Yemeği boşalttıkları vakit o kara yılanı ölü olarak bulmuşlar.

  • Şeyh, “O kedi, kendisini dervişlere feda eyledi. Onu kabre koyun ve orayı ziyarete gidin” demiş. Derler ki, o kedinin kabri gerçekten mevcuttur ve halk orayı ziyaret eder. Benzer bir hikâye de Konya’daki Pisili Tekke’nin piri olan Esad Efendi için anlatılır. Zamanla tekkesi ortadan kalkan Pir Esad evde yokken Hazret’in üzerini kapattığı sütün olduğu yere zehirli bir yılan girmiş. Yılan kap içerisinde bulunan sütten biraz içmiş ve kalan sütün içerisine zehrini akıtmış. Hazret’in haberi olmayan bu durumu kedi görmüş.

Pir Esad Sultan evine geldikten bir müddet sonra kap içerisine koyduğu sütü içmek istemiş. Ama kedisi Pir Sultan Esad’ın yüzüne bakarak acı acı miyavlamış. Sultan sütü içmek istedikçe o sesini yükseltmiş. Sultan sütü bir daha içmek isteyince kedi onun elindeki tastan sütü içivermiş. Süt zehirli olduğu için o anda yerde kıvrılarak ölmüş. Sultan sütün zehirli olduğunu ve kedisinin kendisini feda ettiğini anlamış. Zehirlenmekten kurtulan Allah dostu, Allah’a şükrederek kendisini bu yolda feda eden kedisine bir mezar kazıp onu defnetmiş.

Aradan zaman geçince vefatına yakın bir zamanda vasiyetinde kendisinin de kedinin yanına defnedilmesini istemiş. Kendisine “Pisili Sultan” denilmesinin sebebini bu rivayete bağlamaktadırlar.

Fas’taki Heddeva tarikatı başta olmak üzere, birçok tekkede “kedi” sembolü kullanılagelmiştir. Fars ve Hint minyatürlerinde tasvir edilen sufi ve âlimlerin yanlarında munis bir kedi görmek çok muhtemeldir.Heddeva müridleri Mulay Hasan’ın hükümdarlığı esnasında Mişmiş ve Hamar ismini verdikleri kedileri, tekke için teseüle (bir nevi dilencilik) çıkarırlarmış.

Kediler bir heybe içinde en yakın pazara götürülür; gelip geçenden sadaka dilenirmiş. Her geçene miyavlar, insanlar da kendilerini kediye bir şey vermeye mecbur hissederlermiş. Pazar toplanınca da tekkenin dervişleri hasılatı toplarlarmış. 16. yüzyılda Şeyh Ahmed Herevî tarafından yaptırılan ve sahiplerinin kedi beslemesi dolayısıyla “Kediler Tekkesi” olarak bilinen Bursa’daki “Kedili Tekke” ise Rıfaî yolu dervişlerinin devlethaneleriydi.

Mîr-i Büdela denilen tekke için şu rivayet anlatılmaktadır: “Bir kadın Budala Bey’in huzuruna gelerek oğlunun düşman elinde esir olduğunu söyleyip ondan dua etmesini ısrarla rica edip ağlamış. Şeyhin keramet sahibi olduğuna ve dua ederse oğlunun kurtulacağına inanmış. Bu sırada şeyhin yanında tesadüfen bir kedi bulunuyormuş. Kediye hitaben, ‘İşittin mi bak, şu çaresizin oğlu esirmiş, onu kurtarmalı’ demiş.Kadın, ‘Şeyh Efendi benimle alay ediyor’ diye can sıkıntısı ile evine dönmüş. Gece yarısı kapı çalınınca, kadın oğlunu karşısında bulmuş. Oğlunun anlattığına göre, geceleyin bulunduğu yere bir kedi gelmiş. Yüzüne bakarak bağırmış, kovunca gitmemiş, o da peşine takılınca kendini evinde bulmuş. Kadın memnun bir şekilde şeyhe teşekküre gittiğinde, kediye de ciğer götürmüş.” Son dönemin meşhur hâfız-ı küttâbı olan İsmail Sahib Sencer’in kedilerini anmadan da geçemeyeceğim.

Rivayete göre, meşhur ve muhalled İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Büyük Osmanlı Tarihi ve Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri’ne himmet eden lakin Melâmîliğinden dolayı bunu gizleyen Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nde binlerce kitabın içerisinde kedileriyle yaşarmış. Bunu farelerin kitaplara vereceği muhtemel zarara bir tedbir olarak görenler olsa da herhâlde yalnız bu sebebe bağlamak doğru olmayacaktır.

Cerrahi meşayihından Safer Dal Efendi kediyle.
Cerrahi meşayihından Safer Dal Efendi kediyle.

Günümüzde bu ilginç “kedi” muhabbetinin devam etmekte olduğunu görmek kabildir. Gerek vakıflarda gerek cami hazirelerinde -bilhassa tekkeden camiye çevrilen mekânlarda- en sadık müdavimler bu tatlı hayvanlar.

Üsküdar’da Hezarfen Kitabevi açılırken, hemen karşısındaki Nasuhî Dergâhı’ndan bir kediciğin kitaplarla beraber usul usul nasıl burayı sahiplendiğini hayretle müşahede ettiğimde, kedilerin insiyaki olarak sosyal âdete vâris olduklarına kâni olmuştum.

Sanki tevarüs ettikleri bir huy vardı ve bu tür mekânlarda bu huy açığa çıkıyordu. Şehre bakışımız, mekâna bakışımız kısacası hayvanat ve cemadata bakışımız belki zamanla değişiyor ama onların bize bakışları pek değişmiyor gibi.

  • Kediye Merhamet Ettiğin İçin
  • Bağdatlı mutasavvıf Ebubekir Şiblî, 946 senesinde vefat etmişti. Ölümünden sonra dostlarından biri onu rüyasında gördü ve “Allah Teâlâ sana nasıl muamele etti?” diye sordu. Şiblî şöyle cevap verdi: “Rabbim beni huzuruna aldı ve bana: ‘Ey Ebubekir Şiblî, biliyor musun, seni neden affettim?’ diye sordu. Dedim ki: ‘İyi amellerimden dolayıdır.’ ‘Hayır’ dedi. Ben, ‘İbadetlerimde samimi idim’ dedim. O, ‘Hayır’ dedi. ‘Hac, oruç ve namazlarımdan dolayıdır’ dedim. ‘Hayır’ dedi, ‘bu yüzden de seni affetmiş değilim…’
  • Dedim ki: ‘Ey Allah’ım, o zaman ne sebeple beni affettin?’ Buyurdu ki: ‘Hatırlıyor musun, Bağdat’ın ara sokaklarında gidiyordun. Soğuktan mecalsiz kalmış, ayazdan ve kardan kurtulmak için duvardan duvara koşarak sığınak arayan bir kedi yavrusu buldun, merhametle onu yerden kaldırdın ve kürkünün içine sokup ısıttın.’ Dedim ki: ‘Evet hatırlıyorum.’ Buyurdu ki: ‘O kediye merhamet ettiğin için ben de sana merhamet ettim.’”