Seda Özen: Hatıralar, yapılara sahip çıkar.

Seda Özen
Seda Özen

Türk Evi mimarisinin yeniden hayata geçirilebilmesi, şehirleşme ile ilgili problemlerimizin çözümü olabilir mi? Bu sorudan yola çıkarak mesken ve mekân kültürü üzerinde durduk. Maziye bakıp hali hazırda yaşıyor olduğumuz evimizi, mahallemizi ve komşuluk ilişkilerimizi düşündüğümüzde birçok şeyden mahrum olduğumuzu gördük. Doğru olan bu değil dediğimiz noktada, aklımıza takılan soru şuydu: “Peki nasıl olmalı?” Şehrin içindeki bitişik nizam yapılar gibi sorularımızı birbirine ekledik ve Restoratör-Mimar Seda Özen’in kapısını çaldık. Kendisiyle geçmişte bir evin nereye ve nasıl yapıldığını, mimaride gelenekselin ve çağdaşın durumunu Türk Evi’ni merkeze alarak konuştuk.

İstanbul, Üsküp, Mostar, Selanik, Kastamonu, Tokat, Antalya, Tire... Birbirlerine binlerce kilometre uzak olmasına rağmen, benzer formda evler yapılmış. Türk Evi olarak adlandırılan bu evlerin ayırt edici nitelikleri sizce neler? Nasıl tanımlarsınız?

Oswald Spengler, Batının Çöküşü adlı kitabında “Bir ırk ifadesi en saf şekliyle evde somutlaşır. Çünkü ev, varoluşun anlaşılması güç sürecinde şekillenir” der. Bunu Doğan Kuban Hoca alıntılamıştı, ben de tekrarlamak istedim. Anadolu-Türk evi için “hayat” adını verdiğimiz yarı açık galerili mekân ayırt edicidir. Makedonya’da, Filibe’de de benimsenmiştir. Safranbolu evleri ile Ohri benzerdir ancak plan tipleri farklıdır. İstanbul’da artık bugün ayakta kalmış örnekler “hayat”lı ev tipolojisinin geride kaldığı, şehre göre biçimlendiği geç dönem örnekleridir. Zemin kat kargir-taş ve dışarı kapalı, hayat olan kat ise asıl bildiğimiz “hayat”ın yaşandığı günlük işlerin yapıldığı yerdi, yukarıda idi. Sonra sokağa çıkmalar vardır.

Seda Özen
Seda Özen

Türk Evi’nin gelişimi Orta Asya’daki çadırlarda kurulan yaşam düzenine de bağlanıyor. Çadırda merkezde olan ocak, evde duvara doğru yaklaşıyor. Hayatlı evin çadırlardaki yaşamın bir devamı olduğunu ileri sürenler var. Otağ geleneği, hem otağlarla şeklen, hem Sarayburnu’ndaki köşklerin yerleşmesi ile mana olarak Evlerimizdeki yapının ve malzemenin hatta renklerin Uygurlarla ilişkili olduğu, köşklerin-konakların dört açık cepheli olmasının Orta Asya’daki yapı tipolojilerine ve Uygurlara, Hakanilerin inşa ettiği köşklere dayandıran yine Emel Esin’in üzerinde durduğu tez var. Yeryüzüne atfedilen dört köşe, haçvari planda yapının Çin’de dört cihete hâkimiyet olduğunu söylüyor. 9-10.yüzyıldan kalma bir Uygur metninde, ev, tapınak ve şehirlerin dört yöne bakan dört ana kısımdan oluştuğunu, dört yöne bakan dört odanın mevsimlere göre ayarlandığını anlıyoruz. Cihannümalar, çatıların üstündeki manzaranın seyredildiği ayrı köşklerimiz Çin köşk mimarisinin etkilerini gösteriyor. Çin’deki bir köprü ile Ordu’daki Bolaman Kalesi üzerine inşa edilen Abdullah Bey konağının eli böğründeleri çok benzerdir. Mesela Milas’taki Firuz Bey Camii’nde yin-yang motifi var. 14 kere tekrarlamış. İnkâr edilemez bir ilişki var tabii… Orta Asya’dan gelen geleneği bilinçsiz olarak devam ettirenler olduğu gibi buradaki Rum-Ermeni halktan, Anadolu’daki kadim kerpiç geleneğinden aldığımız, yapım sistemine ilişkin bilgiler de olmuş. Fakat yapıyı dönüştürmeyi ve kendimize has kılmayı bilmişiz. Özellikle bizim topoğrafyamız çok düz olmadığı için İstanbul’da ya da Anadolu’da topoğrafyaya uyan evler yapılmış.

  • Geçmişteki eserlere bakıldığında topoğrafyayı ve kotları çok iyi kullanıyoruz. Fevkani dediğimiz yüksekte olan camiler de bu şekilde eğimden yararlanıyor. Güncel mimaride üstünde en çok durulması gereken konulardan biri eğimden yararlanılması gerektiğini öğretmek. Uzun yıllar Balkanlarda Türk Evi konferansları oldu, literatüre Türk Evi olarak geçti bu form. Son zamanlarda Türk Evi denmesine itirazlar var. Hassasiyetle “Geleneksel Osmanlı Evi” denmesi öneriliyor. Çünkü bu formu Balkanlarda, Yunanistan’da, Arnavutluk’ta Osmanlı’dan kalan bölgelerde de görüyoruz.

Dıştan baktığımızda hayat, avlu, çıkma ve araziyle uygun olması…

Bazı özellikler coğrafya ve iklime göre değişiyor. Antalya’da meltem rüzgârını alacak şekilde biçimleniyor, evin yazlık ve kışlık kısımları olabiliyor. Göçerlik evin içinde de devam ediyor. Üstü kışlık, altı yazlık olabiliyor. Artvin’deki ve Karadeniz’deki ormanlık alan yaylalarında çantı adını verdiğimiz, ağaç kütükleri ile yapılan evler vardır. Kızılcahamam, Kütahya Dursunbey, Bolu, Adapazarı, Kastamonu, Rize ve Artvin köylerinde bu çantı evlere rastlıyoruz. Sven Hedin; Taklamakan Çölü’nde böyle kütüklerden yapılmış 6-7 yüzyıllık bina kalıntılarına rastladığını söylüyor. O evlerin de yazlık-kışlık mekânlarının ayrımı oluyor. Türkler Anadolu’ya yerleştikten sonra kırsal alanlar ile ilişkileri kopmuyor, kentte yaşayanlar yazları yaylaya çıkıyorlar. Zemin kısmın sokağa göre uyarlanması, mutfak ve hamamın evin taş olan kısımda olması, üst katta ise yapının çıkmalarla düzenlenmesi genel olarak dikkat çekiyor. Evin merkezi olan üst kat sokağı kontrol ediyor. Bu evler demokratik sokaklar oluşturuyor.

Sokağın demokratikliğine örnek verebilir misiniz?

Boğaza dik inen sokakları düşünün. İnsanlar cumbalarından denizi görüyor. Kimse birbirinin denizini, manzarasını kapatmıyor. Herkes çıkmalarla denize doğru bakıyor. Özellikle denize dik inen sokaklardaki evler oldukça demokratik. O yıllarda idari yönetimden farklı olarak çeşitli kentlerin mimarları, bu mimarların da alt birimleri var. Evlerin saçak kotlarını denetliyorlar. Komşunun rızası olmayan bir yapı inşa edemiyorsunuz. Herkesin saçak kotları denetleniyor. Bizim o yıllarda uygulayıp şimdi dikkate almadığımız bu durum şu anda Avrupa’da uygulanmakta. Yeni yapılacak bir projeyi komşuların onayına sunuyorlar.

Mahremiyet esası mekân kurgumuzu farklı kılar

Bu evleri Türk’e özgü yapan nedir? Bize has ayırt edici özellikleri nelerdir?

Geleneksel mimarimizi anlatan bir eser, yazılı bir belge yok. Mimar Sinan’ın anılarının toplandığı Tezkiretü'l-Bünyan ve Tezkiretü'l-Ebniye var sadece. Onda da nasıl yaptığını anlatmıyor. Neyi yaparken neyi hedeflediklerini de söylemiyor. Bu nedenle bazı şeyler için kesin şöyledir diyemiyoruz. Ama çıkmaları taşıyan eli böğründeler ve evlerin ağırlıklı ahşap olması bize özgüdür diyebiliriz.

Geleneksel mimarimizi anlatan bir eser, yazılı bir belge yok. Mimar Sinan’ın anılarının toplandığı Tezkiretü'l-Bünyan ve Tezkiretü'l-Ebniye var sadece.
Geleneksel mimarimizi anlatan bir eser, yazılı bir belge yok. Mimar Sinan’ın anılarının toplandığı Tezkiretü'l-Bünyan ve Tezkiretü'l-Ebniye var sadece.

19. yüzyılda yangın yönetmelikleri çıkana kadar özellikle ahşaptan inşa edilir. Ahşabın dolgu malzemesi çoğunlukla kerpiç tuğladır. Türk-Anadolu sentezidir. İslam düşüncesinde Allah’a dönüş esastır, o nedenle de ahşap gibi organik dönüşebilen bir malzeme tercih ediliyor. Gayrimüslim evleri de kâgir oluyor. Bizans Dönemi yapıları da kâgir, Fatih’in ilk inşa ettiği yapılardan Çinili Köşk kâgir, ancak plan tipi özellikleri Orta Asya geleneklerinden geliyor. Yangınlardan sonra geriye o evler kaldığından zannediliyor ki her şeyi onlar yapıyor. Twitter’da çok soruyorlar. Bu evlerin hepsinin ustaları Rum, Ermeni mi diye. Yörükler de var ev yapan. Ahiler konaklama sistemi kurmuşlar. Fuat Köprülü ve başka araştırmacıların da paylaştığı gibi tekke ve zaviyeler etrafında şeyhlerin müritleri ile birlikte yaptığı evler var. Bir hocamız “Türkler askere gidiyordu, ev yapacak kimse kalmıyordu. Bu sebeple Ermeni ve Rumlar çoğunluktaydı” demişti. Tabii ki birlikte çalışıyorlar. Bir Anadolu sentezi var. Çünkü bizim bugün ayrıştığımız gibi ayrışmıyor toplum.

  • Camilerin inşalarında, Ömer Lütfü Berkan’ın yayınladığı Süleymaniye Camii İnşaat Defterlerindeki kayıtlardan anlaşıldığına göre, pazar günü tatil yapan Hıristiyan Türkler de vardı, cuma günü tatil yapan Müslümanlar da vardı. İnşaat defterlerinde belli oluyor bunlar. Herkes ustalığına göre alınıyordu bu işlere. Şimdi hayal edemeyeceğimiz bir şey. Osmanlı yerel malzeme, yerel para, yerel dil konusunda bizden daha ileri düşünüyordu. Belki de gücünün etkisi ile yapıyordu bunu. Bugün Çin’den mihrap getiriliyor ama bir Müslüman mabedinde bir Hristiyan’ın, bir Hristiyan mabedinde Müslümanın çalışması mümkün değil gibi…

Geleneksel Türk Evi’nin Müslümanlara özgü haremlik selamlık gibi bölümleri var. Abdest önemli olduğu için odalarda ahşap kapaklı dolap görünümlü banyolar var. Bir oda açıldığında aslında bir ev açılıyor. Çocuklar evlendiği zaman bağımsız bir odası oluyor, başka da bir yere gitmiyor, aynı köşkün içerisinde birlikte yaşanıyor.

Geleneksel Türk Evi
Geleneksel Türk Evi

Geleneksel özelliklerinden biri de sofa... Hayat mekânının şehirleşmesiyle dönüşmüş bir mekân sofa. Işık alan, yaşayan mekânlar bunlar. Çıkma ve cumbaları da tekrar edelim burada. Bizim ev tipimiz dünya örneklerini incelediğimizde eşsiz ancak malzemeleri çürüktür. Mesela İngiltere’de 12-13. yüzyıldan kalma ahşap evler var. Fransa’da da… Almanya’da insanlar torunları için ahşap malzeme bırakıyor, yıllandırıyor. Ahşap malzeme ne kadar kuru olursa o kadar iyi sonuç alırsınız, çalışmaz, çatlamaz ve form değiştirmez. Bizde koruma kavramı çok geç gelişti. Mülkler çok el değiştirmiş. Meslek hayatım boyunca aynı evin sahibi olmuş bir aile, dedesinden kalma evini yaptıran insanlar görmedim diyebilirim. Eşyasıyla birebir korunan ev hiç görmedim. Evlerimiz boşalıyor, boşaldığı için yıpranıyor ve iyi mimari örnek göremiyoruz. O zaman da yeni örnekler ortaya koyamıyorsunuz.

Melling, İstanbul’u resmetmiş önemli bir sanatçı. Bebek’teki güzel bir yalı hakkında şöyle demiş: “Garip ve karmaşık mimarisi ile güzel. Egemen karakteri hafiflik. Geçicilik ifadesi Türk yapıları için karakteristik bir şeydir.” Bu Batılı sanatkâr, Türk evini niçin karmaşık bulmuştur sizce? Hafiflik ve geçicilik nitelikleri hakkında neler söylersiniz?

Planlaması girift olduğu için karmaşık buluyor. Üniversitedeyken bir hocamız, Japon ahşap yapılarıyla bizim yapılarımız benzer ama bizimkiler daha girifttir demişti. Avrupa’daki İngiliz, Fransız, Alman evlerine baktığımızda planların basit olduğunu görürüz. Sağda, solda odalar her şey simetriktir.

Selanik’ten bir hava fotoğrafı var, (@tevarihiselanik paylaşmıştı) bir sokağı “burası geleneksel Türk Mahallesi” diye paylaşmış.
Selanik’ten bir hava fotoğrafı var, (@tevarihiselanik paylaşmıştı) bir sokağı “burası geleneksel Türk Mahallesi” diye paylaşmış.

Bizim giriftliğimiz topoğrafyamızdan kaynaklanıyor. Roma’ya baktığınızda geniş dikdörtgen yapı adaları vardır. Bizde ise yollar kıvrıla kıvrıla gider. Hep Barselona’yı örnek gösterirler bize ama onu uygulayacak alanımız yok. Selanik’ten bir hava fotoğrafı var, (@tevarihiselanik paylaşmıştı) bir sokağı “burası geleneksel Türk Mahallesi” diye paylaşmış. Türk Mahallesi hava fotoğrafından ayırt edilebiliyor. Organik bir yapısı var. Yapılarımız mahremiyet esaslı olduğundan çıkmaz sokaklarla karmaşıklaştırılmıştır. Aile büyüdükçe onlara açılan odalarla, harem ve selam bölümleriyle mekân kurgusu çok farklıdır. Bu da yapıya giriftlik getirir.

Bu giriftlik içinde sokakla, caddeyle, komşuyla ilişkisine nasıl bakabiliriz Türk Evi’nin?

Kendi mahremiyetini koruyan aynı zamanda komşusu ile belli kurallar çerçevesine gelişen bir ilişkisi vardır. Komşuluk ilişkilerinde de kurallar çerçevesinde hareket edilir. Eldeki malzeme de sınırlı ve çıkılacak kat sayısı belli olduğundan ahşap yığma yapıların ölçüsü de bellidir. Dolayısıyla kendisinin ve komşunun alanı mahremiyet esaslarıyla belirlidir.

Mimarimiz hiçbir dönem kendini taklit etmemiştir

Malzemelere baktığımızda ahşap ağırlıklı olduğunu görüyoruz evlerin. Uzun ömürlü olmayan, kolay yanan geçici bir malzemenin tercih edilme sebebi nedir? Orijinaline uygun yapabiliyorlar mı yangından sonra?

Türk Evi ahşaptır dersek çok büyük iddia olur. Ama bizim bildiğimiz örnekler ahşaptır. Kerpiç ile sentezlenmiştir. Ancak İstanbul’da kerpiç, gördüğümüz örneklerde terk edilmiş. Yerel ve doğal malzemeye göre yapılmıştır. Süleymaniye defalarca yanıyor. Bugün bildiğimiz hali üçüncü dördüncü Süleymaniye’dir. Yandığı zaman aynısını yapmıyor. Altta kalan temel ve evin alanı aynı olsa da değişimi bilmişler hep... Şimdi biz taklitlere ondan kızıyoruz. Bir barok yapmış, ortaya Osmanlı Baroğu bir eser çıkmış. Kendimize özgü bir mimari her dönem olmuş. Taklit etmemiş kendini hiçbir zaman. Evlerde de camilerde de…

İskân nasıl oluyor o yıllarda? Sur-u Sultani gibi çok önemli bir saray yerleşmesinin dibinde Soğuk Çeşme Sokağı var mesela…

Toprak konusu biraz karmaşıktır. Her şey Allah adına halifenindir. Bazen ise şahıslar adına vakıflarındır. Ev yapabilmek için bir arsa elde ediyorlar. Ayasofya ile Sultanahmet arasında da yapılar var. Sur içinde, Rumeli Hisarı’nda ya da Saraya en yakın noktalarda yapılmış evler var. İnsanlar Sur içinde kısıtlı bir alandalar ve nereyi buluyorsa oraya yerleşmişler.

Ne zaman hem tarihi yarımada da olalım hem konforlu yaşayalım istedik, o zaman kaybettik

Eski fotoğraflara baktığımızda sokaklar eğri büğrü. Sanki kendi oluşturduğu bir ara geçiş bölgesiymiş gibi… Bugünkü düzenlenmiş parsellenmiş arazinin aksini görüyoruz.

Topoğrafyaya uyma ile ilgili bir durum bu. Araziye uymadığınız zaman ne olur? Bugün yoldan geçerken tünellerden çıktığınızda yan tarafımızda koca koca duvarlar görüyoruz ya. Onun sebebi o yolların özgün topoğrafyada farklı kotlarda olmasına karşın, şehir hayatında doğayı bir şekilde tahrip ederek düzene sokmaya çalışmak.

Eskiden bu inşaat bilgilerinin olmadığını düşünün. Topoğrafyaya uymak zorundasınız. En pratik yöntem ve model bu... Ne zaman ki sanayi devrimi oldu o zaman sokaklar bize yetmemeye başladı.

Teknoloji ilerleyip iki tane otomobil yan yana geçsin, yollara araba park edilsin istendi, ne zaman ki biz tarihi adayı bir müze olarak koruyamayıp orada yaşamaya devam ettik ve orada da çağdaş şekilde yaşamayı istedik, o zaman kaybettik. Çünkü bizim konfor talebimiz var. İtalya’da çatılarda klima görmüyorsunuz. Olduğu gibi yaşamayı kabulleniyor insanlar. Biz her şeyi bir arada istiyoruz. Hem tarihi yarımada da olalım hem konforlu yaşayalım.

Roma, Venedik, Prag, Fez vb şehirlerde eski şehir bölgesi korunabilmiş. Belki İstanbul 1950’lerdeki haliyle korunabilirdi. Bunu niçin başaramadık sizce?

Avrupa’ya gidip özellikle Paris’te Haussmann gibi geniş caddeleri gören yetkililerimiz “Bizde niye insanları otomobil kullanımına özendirecek geniş caddeler, yollar yok!” diye baktılar. Bu düşünceyi İstanbul’da Tarihi Yarımada’ya uygulamak istediler. Abidin Daver’in Dünkü, bugünkü yarınki İstanbul kitabına baktığımızda Lütfü Kırdar’ın halkı radyodan bilgilendirdiği konuşmaları var. 1911’de başından geçmiş bir olayı anlatıyor.

  • Paçalarını sıvamış hamalların insanları taşıdığını, kendisinin dizlerine kadar çamurlu sellere batarak yürüdüğünü anlatıyor. . Bizim nostaljik diye baktığımız yolları, çamur içinde diye anlatıyor. İşte bugün asfalt döşeli, geniş, güzel ve Haliç tarafındaki rıhtımı yapılmış Eminönü meydanı diyor, Eminönü’nün tertemiz asfaltlarından yürüyün diyor. Çamurdan nefret ediyorlar. Bizim fotoğraflarda göremediğimiz şey konforsuzluk. Evlerimiz çok özel, iç mekânları oldukça zengin kalem işleriyle bezeli ama alt yapımız yetersiz. Bilmiyorduk anlamında söylemiyorum bunu elbette su getirecek bilgileri vardı. Seyyahların da bir süre sonra topoğrafyanın ve manzaranın sihrinden sıyrılıp sokakların içine girdiği zaman hep şikâyet ettikleri şey çamurlu yollar.

Demek ki bizim sokaklarımız çamurlu, yollarımız eğri büğrü sıkıntılıydı, ancak topoğrafya büyülüydü. Bu bin bir desen, bin bir rüya resmi bir şehri oluşturuyordu, ancak biz bundan kurtulmak istemişiz. İnsanlar asfaltı alkışlamışlar. Siyasilerin bazı icraatlarını halkın alkışladığını gördüğünüzde demek ki halk bunu istemiş diyorsunuz. Bu icraatları, sonunun nereye gideceğini planlamadan yapmışlar. Menderes’in yaptığı büyük yollarda kaybolan bostanlar ve yapılar var. Dalan ise Haliç’i yıkmış. Biz hep inşaatı yüceltmişiz. O zamanlar bu projeler halkın hoşuna gitmiş. Şimdi sonuç elimizde ve ne olduğunun yeni farkındayız.

Bomonti tarafında yükselen binaları görüp oranın 5 yıl önceki halini hatırlayınca ne kadar farkındayız diye sorguluyoruz. Gayet güzel evler vardı orada şimdi gökdelenler…

Orası endüstri mahallesi olabilirdi. Ve o şekilde de değerli olabilirdi. Levent’i düşünün. Mimar Prof. Dr. Kemal Ahmet Arû ve Mimar Prof. Dr. Rebii Gorbon'un müşterek çalışmalarıyla kurulmuştur. Levent Çiftliği’nin bir şekilde gelir getirmek için dönüştürüldüğü bir mahalledir. Levent’in yanında Gültepe var. Hangisi kıymetli? Yüksek yapı yapmak mı bahçe içinde yaptığın mı? Az çoktur aslında. Ama biz öyle bakmamışız şehirleşmeye.

Galata 1909
Galata 1909

İskân problemini daha çabuk çözümlemek için bitişik nizam, deprem yönetmeliğinde balkonu bile olmayan, konsoldan da vazgeçtiğimiz Fransız balkon gibi ne kadar bize ait bilemediğimiz yapılar yapıyoruz. Biz yarı açık mekânlar balkonlarla kandırılmıştık oysa. Bizim için bir ara geçişti o. Birtakım faaliyetleri de orada yapıyorduk. Ayazlık var, seki var, insanlar orada ev işlerini yapıyor, tarhana kurutuyor, bulgur yapıyor. Şu anda ise tamamen kapatılmış ve binalarımız bitişik nizam. Avrupa’da yüksek evler bile bitişik nizam değil. Ayrıca bahçeli evler var orada. Biz her yeri bitişik nizam haline getiriyoruz. Bunu artık köylere bile taşıyoruz. Dört cephesi olmayınca tek cepheye indirgendiği için binalar heykelsi özelliğini kaybediyor. Dolayısıyla gitgide daha kötü, estetik yoksunu oluyor.

Mimari hizmetin bir ihtiyaç olduğunu ilk önce işverenin anlaması gerekiyor

Bunun önüne geçilemez mi? Mimarlar bu projeleri neden onaylıyor?

Birincisi yapı üretimi siparişle olmuyor şu anda. Müteahhit sizin yerinize sizi hiç tanımadan arsanıza ya da binanıza talip oluyor. Size çizdirmesi gereken projeyi teknikere çizdiriyor. Hızlıca birçok projeye imza atılıyor. Ortaya birbirinin aynı evler çıkıyor. Nispeten villaların olduğu yerlerde yapı dört cephesi birden görünebilir olduğu zaman iddia başlıyor. İddiadan koptuğunuz zaman kim daha çok daire verecek olayına dönüyor iş.

Aslında mimari ile ilişki bir terapistle danışanının ilişkisi gibi olmalıdır. Bu evi kişiye özel kılar. Çünkü insanlar çok çeşitli yaşantılara sahip. Muhafazakâr insanlar var, haremlik selamlık oturan insanlar var, seküler insanlar var, evine perde istemeyen yere kadar cam isteyen insanlar var. Ama bunların hiçbirine dikkat edilmiyor. Sizin yerinize dairenizi müteahhit dilediği gibi yapıyor. Sonra satın aldığınız evinizle bir etkileşim kuramıyorsunuz.

Yine Türk Evi’ne dönecek olursak. Eskiden aileye özel yapılırdı değil mi evler?

Hala yapım tekniklerini irdeleyen, hem geçmişi hem günümüz için söylüyorum çok fazla eser yok. O zamanlar herhalde bir kalfayı buluyordunuz, önceliklerinizi anlatıyordunuz. Kaç çocuğunuz var, yaşantınız nasıldır. Evinizin mahalleyle ilişkilerinin kuralları olmasına rağmen siz zaten komşularınızla birlikte yaşayacağınız alanı güzelleştirebiliyordunuz. Fazla parası olanlar da aynı mahallede daha süslü evler yaptırıyordu. İnsanların bir arada yaşama sorumlulukları vardı. Şimdi kimse kimseye saygı göstermiyor. Klimalarını camlarından sokağa çıkarabiliyor. Bütün parklar çöp dolu. Cihangir’de de var, Pendik’te de. Kimse sokağı evi gibi hissetmiyor. O zaman da birlikte yaşama kültürü kurulmuyor. Sipariş üzerine de eviniz yapılmayınca hiçbir şeye sahip çıkmıyorsunuz. Bizde çok iyi iç mekânlar vardır ama dış cepheler sorunludur. Dergilerde bir evin iç tasarımını görürsünüz ama binanın dışından hiç fotoğraf koymazlar.

Hüsrev Tayla - 1989
Hüsrev Tayla - 1989

Kadıköy’de birkaç sene sonra çok mutsuz insanlar olacak. İnsanların ekonomik düzeyleri nispeten yüksek olmalarına rağmen evlerini müteahhitlere verdiler. Müteahhitler de o inşaatları yapabilmek için 2-3 kat eklediler. Bağdat Caddesi’nin eski ve yeni silüetini çıkarın, Kentsel Dönüşüm olarak ne dönüştü? Katların yükselmesinden başka çevrenin donatılarında ne değişti? Eski Kadıköylü bir yakınımızın izlenimi “Eskiden kuş sesleri duyuyordum, artık duymuyorum, güneşi görüyordum göremiyorum.” Binalar yükseldikçe bunun olması kaçınılmaz. İnsanlar fedakârlık etmeli, bir arada yaşama kültürüne, kent kültürüne sahip çıkmalıydı. Orada çok büyük fırsatları kaçırdılar. Çok özel binalar yapılabilirdi. İnsanlar en fazla metrekareye en hızlı yapacak müteahhitleri istediler. Aslında bu işin yapılma süresi bellidir. Projeleri keşke daha uzun sürseydi.

Bir proje şu kadar aydan önce çıkmamalı diyecek bir disiplin yok mu?

Yurtdışında projelendirme süreci çok uzundur, disiplinlidir. Altı ay sürer. Projelerde geriye dönüş olmaz. Bizde iki haftada, bir ayda proje isterler. Her belediyede bir çaba var ama çözüm olmuyor. İnsanların estetik zevklerini yükseltmek kolay değil. Bir de bunları normal insanlar nasıl yapacak. Mimara ayırdığı bütçe çok kısıtlı. Mimara hizmet bedeli ödemeyi düşünmüyorlar. Ağırlıklı olan şey müteahhit ve işçilik. Mimarlar aradan çıkarılması gereken bir angarya. Bizim uluslararası mimarlarla yarışacak mimarlarımız var. Bu Kadıköy’deki işler için de geçerli. Geçmişte de mimar yoktu belki kalfa vardı ama bağlı olduğumuz bir gelenekle evler inşa ediliyordunuz.

Kalfa dediğiniz de eğitimden geçmiş biri değil miydi?

Tabii ki. Zaten denetleniyorlar. 200’den fazla disiplin var ustalık üzerine, bunların ocakları var. Ehil olmayan kimse iş yapamıyor. 1700’lerden sonra Batı’ya dönmek için bunları terk ediyoruz. Aslında ilk çöküşümüz Cumhuriyet değildir onu hep yanlış düşünüyorlar. O tarihlerden sonra mimarlık ocağı da düşüyor.

Şimdi ne eksik mimaride?

Geometri ve iyi ustalık. Sedefkâr Mehmet Ağa iyi bir mimar aynı zamanda da sedef ustasıdır. O noktaya gelene kadar on farklı iş yapmış. Çok iyi geometri biliyor. Geometri demek üçüncü boyutu iyi algılamaktır. Biz hocalarımızla usta-çırak ilişkisi içinde çok iyi eğitim aldık. Ama hocalarımız üretim yapmıyordu. İnsan hocasının tecrübesini de bir eser üzerinde görmek istiyor. Çoğu hümanist insanlar olduğundan inşaat sektöründen çekiliyorlar. Hassas naif insanlar…

Eğitimden ziyade aslında mimarların aradan çekilmesi problem. Yönetimin mimarı koruması gerekmez mi? Vatandaş bunu düşünemez ama öyle bir kural olur ki ona uymak zorunda kalır.

Belediyeler hassas bu konuda ama belediye ve kamuda denetim tecrübesi olan insanların iş tecrübesi yok. Uygulama pratikleri yok. Yurt dışında mimarlık öğrencileri bile işin pratiğini uygulayabileceği binalar yapıyor. Bizdeki inşaat projesine dâhil olmak gibi değil. Bir duvarı kendisi örmek, eliyle iş yapmak gibi bir pratikten bahsediyorum. Bunu ufak ufak yapanlar var. Bir taraftan da çok öğrenci var. Herkesten aynı performans beklenmemeli.

  • Mimarlık öğrencisi olarak Anadolu’dan gelmişsiniz, hayatınızda hiç otel görmemişsiniz, otel çizmek zorundasınız. Hiç gitmemiş olabilirsiniz. Avrupa’yı hiç görmemişsiniz ve dünyayla yarışmaya çalışıyorsunuz. Herkesin parası olmadığı ve kendine ofis açamadığı için başkalarının yanında işe giriyor ve hevesi kırılıyor. Mimari hizmetin bir ihtiyaç olduğunu ilk önce işverenin anlaması gerekiyor. Çünkü işi işveren belirler.

Yapı adaları oluşturarak İstanbul’u koruyabilirdik

Bazen de işe yarar bir proje önermek başka işler için ufuk açıcı olabilir mi? Bir inşaat şirketi, bir projesinde dairelere misafir odası koymamış, misafir odasını daire sahiplerinin ortak kullanım alanı olarak tasarlamış, proje ödül almıştı. Türk evindeki bir odanın hem yatak hem yemek hem oturma odası sofanın ise misafir odası olarak kullanılması gibi... Günümüzün kalabalık ve pahalı şehirlerinde bu özellik ilham verebilir mi? Bu konuda ne dersiniz?

Projeyi hatırlıyorum. Sokağın ölçeğini kaybetmezseniz ortak birlikte yemek yapacağınız birlikte paylaşabileceğiniz binalar oluşturabilirsiniz. Örneklerini İngiltere’de gördüm. Mutfak, bahçe aletleri gibi birçok şeyi paylaşmayı gerektiren yapılar var. Sosyal ilişkiyi koparmamak için insanlara ortak binalar yapmışlar. Bizde Beyoğlu’nda Semt Konakları oluyor. Ama kadına mahsus bir yer. Hem erkek hem kadınların birlikte kullandığı mekânları çözmek gerekiyor. İstanbul’da bu sene ilk defa giden insan sayısı gelen insan sayısından 300 bin fazla. 300 bin kişiyi gönderdik. Gittiği yerde nasıl inşaat yapıyor bilemiyoruz tabi. Köylerde inşaatların yükseldiğini görüyorum. Onlar da denetlenmiyor.

Soğukçeşme Sokağı - 1900
Soğukçeşme Sokağı - 1900

İstanbul’da sadece Boğaziçi’nin görünümü korunması gerekiyor ve yapı yasağı olan bir bölge. Biz Tüm İstanbul’a böyle bakmalıydık. Göçü zamanında kontrol altına almalıydık. Çünkü şehirde anıları olmayan insanlar tahrip ederek yaşıyor. Birkaç kişi görmüşümdür dedesinin dayısının yaptığı evle, binayla ilgili konuştuğumuz. Hatıralar yapılara sahip çıkar. Avrupa göçmenleri biraz da böyle sebeplerden istemiyor. Bir evde hiç anısı yoksa ısınmak için kapısını söküp yakabilir mesela. Özne için o an ne gerekliyse öyle yaklaşır olaya. Masum gecekondular yapıldı ilk önce. Kaçak olmalarına rağmen devlet bunlara altyapı verdi. Bu yapılar tek katlı ve bahçeli kaldığında çok da kötü yerleşimler değillerdi. Bu kaçak uygulama popülist yaklaşımla devam etti ve apartmanlaştı. Aflarla yasallık kazandı ve daha da yüksek binalara evriliyor. 1957 yılında çıkan ruhsat kanununa kadar böyle değildik. En büyük göç 83’lerde. Hızlı iskânlaşılıyor.

Fatih döneminde de İstanbul’da hızlı iskanlaşma var. Ayasofya ve Sultanahmet arasına da evler yapılıyor. Ama o zamanki binalar çirkin görünmediği için gözümüz rahatsız olmuyor. Sit alanı olarak veya korunması gerekli alan olduğunu hazine arsası olduğunu düşünmeyip kendisi için en pratik yerleşmeyi yapıyor göç edenler. Bir şehirli bunu asla yapmaz.

Türk Evi modeli bugün bize hiçbir şey vadetmez mi?

Şehrin içindeki bitişik nizam yapılaşmada Türk Evi’ni sürdürmek pek mümkün değil. Ölçek olarak imkânsız. Tabii ki birtakım tedbirler alınabilir. Ekonomik sebeplerden baba evine dönen insanlar oluyor. Çoluğunu çocuğunu alıp yerleşiyor ailesinin yanına. Ama çamurlu yollar hadisesi gibi biraz da biz bu kopmayı istedik. Eskiden bir evde baba, üç oğlu gelinleri beraber yaşayabiliyorlardı. Artık istenmiyor. Köylerde kasabalarda birlikteliği önemsiyoruz ama aynı zamanda büyük şehrin kaçış alanlarını da seviyoruz. Bir de Türk Evini inşa etmekten daha zor olan ona bakmak. Bakım giderleri zor dolayısıyla bu ekonomik bir durum.

Süheyl Ünver’in ve Sedad Eldem’in betonarme yapılarla mimari zihniyetinin korunabileceği üzerine söylemleri var. Öyle olsa bakım maliyeti yine zor mu olur?

Hiçbir zaman eskinin taklit edilmesi taraftarı değilim. Ama şunu yapabilirdik; bir insani ölçeği koruyabilirdik. En fazla 4-5 katlı yapı adaları oluşturabilirdik. Bu adaların ortasında bahçeler olabilirdi. İnsanlar o bahçelerde birlikte yaşamayı yakalayabilirlerdi. 1/100000’lik imar planı yeni yapıldı. Yıllardır plan yapılıyor İstanbul’da. Türk evi yapmaktan öte, Türk evini olduğu yerlerde bırakıp, koruyabilseydik, olayı çözmüştük. Boğaziçi, Tarihi Yarımada, Galata, Eyüp, Üsküdar, Zeytinburnu korunabilirdi. Bunların dışında kalan alanlar ise yapı adaları olabilirdi. Planlı yapmadık yerleşimi. Ülke nüfusunun büyük oranda İstanbul’da yaşıyor olması sorun. İstanbul’u planlayabilirdik. Hala da planlı hareket edebiliriz geç değil diye düşünüyorum. İnsanlara kentsel dönüşüm ve teşvik için kat idaresi verildiği zaman çözemiyoruz, çözümsüzleştiriyoruz durumu.

Topoğrafyaya uymak gerekir. Bizde bodrumlar da iskân ediliyor. Vatandaş ister vermemesi gereken belediyelerdir. Belediyeler ya çok katı davranıyorlar ya çok gevşek… Şunu demek istiyorum aslında; bir restoranın önüne bir şey yapılacaksa bunu kaçak yapmasınlar. Buna ihtiyaç varsa, bu bir tasarım ürünü olsun. Her şeyimiz kaçak göçek oluyor, aradan mimar çıkartılıyor. Mimarın idealini kaybettiği ya da insanların doğru mimarlık hizmetlerine ulaşamadığı bir ülke haline geldik. Yurtdışında çok büyük inşaatlar yapıyoruz. Orada mutlaka tasarım hizmeti alıyoruz. Kendi ülkemize gelince almıyoruz. Kendimize niye layık görmüyoruz bu hizmeti? Tasarım hizmeti almanın lüks olmaktan çıkıyor olması gerekli.

Görme ve estetik bilinciyle mi alakalı bu durum?

Diyelim ki insanların ortalama olarak ilkokul eğitimi varsa ilkokuldan itibaren mimarlık tarihi dersi vermek gerekiyor. Sanat tarihi dersi vermek gerekiyor. Çok sayıda işsiz sanat tarihçisi ve arkeolog var. Sultanahmet Camii’nde ana okul öğrencilerini camiye getiren İspanyol bir grup gördüm. Çocuklar caminin içine yatmışlar ellerinde defterler çizim yapıyorlar. Aldıkları felsefeyi görebiliyor musunuz? 5-6 yaşında bir çocuk, öğretmenleriyle birlikte yabancı bir ülkeye gelmiş, başka bir dine ait yapının resmini çiziyor. Bu çok önemli. Bırakın başka bir dini yapıyı, kendimiz olana sahip çıkalım. Resim derslerini camilerde ya da tarihi yapılarda yapalım. O zaman çocuklar güzel eserlerle bir ilişki kurmuş olur. Oran, ölçek kavrar. En büyük sorun zaten oran ve ölçek kaybımız. İnsan bir şeyi fotoğrafladığı zaman değil çizdiği zaman anlar. Mimari de en önemli şey ölçektir. Şehirlerimizde ölçek kaybı var.

Dünyada hızla yayılan tuğla ekolü bizden çıkabilirdi

Eskiden yaptığımız her eserin ölçeğinin oran ve ölçeğinin olduğunu düşünürsek kaybımız büyük yine…

Mesela bizim kadim malzemelerimizden biri tuğla. Selçukludan itibaren bu alanda çok güzel örneklerimiz var. Hala bunu yapan mimar çıkmadı. Asla kopya ve benzeri değil ondan yola çıkarak yorumlayan mimarımız yok. Dünyada ise çok fazla tuğla ekolü var. Bize ait çok çeşitli duvar örgü sitili var. Bunlar yurt dışındaki tuğla örnekleri, bunlar da Manisa’daki bir Selçuklu Camii’nin tuğlaları. Dünyada yayılan tuğla ekolü bizden çıkabilirdi. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Sonra tuğla yapı inşa etmeyi yurtdışından taklit etmeye başlıyoruz. Oysa bu şekiller ve geometri bizde var. O dönemdeki ustaların ve kalfaların geometri bilgisine bakar mısınız? Hiçbir yerde aynı şeyi tekrarlamıyor. Her defasında başka bir şey yapmış. Ama böyle bir caminin önündeki yağmurluğa bakın. Bunun bir tasarım ürünü olması gerekiyor. Çünkü atalarımız her şeyi önemsemiş, özenerek yapmış. Biz ise hiçbir şeyi önemsemiyoruz.

Yapılmış olanı anlamak, saygı duymak gerekiyor. Bu noktadan restorasyonlara geçmek istiyoruz. Son yıllarda da bir restorasyon atağı var ülkemizde. Süreçte gördüğünüz olumlu ve olumsuz uygulamalar neler?

Öncelikle restorasyon yapılacak eserler karşısında kendimizi sorumlu hissetmeliyiz. Bursa Ulu Camii minberini yapan ustanın, Hacı Abdülaziz oğlu Mehmed Usta’nın imza attığı iki eser var. Diğeri Manisa Ulu Cami minberi, Bursa Ulu Cami minberinden de 25 yıl önve yapılmış. Ve bu iki eserden bir tanesi olan Bursa Ulu Cami minberi 1960’larda iyi olsun diye yağlı boya ile boyuyorlar. Bu günlerde insanların önemsediği şey ise o minberin üzerinde gezegen sistemi mi var? Bu popüler ve spot bilgiler insanlara hoş geliyor. Müellifi yazmadığı sürece ben gezegen sistemini iddia edemem. O sadece bir tahmindir. Benim için o minberde çok değerli bir yazı var, kûfi harflerle 3 kere “El-mülkü ilah”, “Mülk Allah’ındır” yazıyor, o pek gündeme gelmez. O minber etrafında yaratılan hikâye o camiye insanları götürüyorsa iyi bir şeydir. Ama bu merakın insanları şu sorulara götürmesini isterdim: Bu usta kimdi, kaç tane eseri var, başka nerelerde ne yapmış? Ama insanlar bunları hiç merak etmiyor, kısa hap bilgiler seviyor. Detaya inebilse eseri de korumayı bilecek. Restorasyonlarda Vakıfların elinde camilerin rölöveleri oluyor. Bununla birlikte büyük tamirlere girdiler.

Soğukçeşme Sokağına Ayasofya'dan bakış - 1852
Soğukçeşme Sokağına Ayasofya'dan bakış - 1852

İnsanların camilerden paylaştığı birçok hata kullanıcı hatasıdır. Camiyi Vakıflar telim ettikten sonra diyanet personelinin sahip çıkması lazım. Dolayısıyla bu kişiler esere dokunamayacağını ona sahip çıkması gerektiğini bilmeli. Kılıç Ali Paşa’nın içindeki müezzin mahfilinin tavanında ceylan derisi çok özgün bir kalem işi var. Şarabi renkte. Ama cami görevlilerinden biri camla kapatıp kendine ofis yapmış. Ben görüntüyü paylaşınca Vakıflar Genel Müdürü devreye girdi ve söktürdü. Camla kapattığı o eserin değerini, ömrünü azalttığını ve o eserin eşsiz olduğunu bilmiyor. Oysaki bizim birbirine benzer sandığımız camiler bile çok farklı, hepsi eşsiz örnekler. Kubbe tipleri ve şemalar benzer gibi görünebilir ama topoğrafyaya konumuna göre değişiklik arz ediyor. Benim naçizane önerim her caminin bir yönetim kurulunun olması. Patrikhane ve azınlık ibadet yerlerinde öyle. Genç ve dinamik belli bir eğitim seviyesinde insanlar oluyor. Bizde de cami dernekleri var ama mimari anlamda donanımlı olduklarını söyleyemem. Camiyle ilgilenen bir mimar olmalı bu derneklerde. Çünkü parça bazlı tamirler gerekiyor artık. Büyük restorasyondan öte gündelik ihtiyaçlar tamir edilmeli.

Vakıflar kendini çok geliştirdi. Dünya ile yarışıyor bazı konularda ama ihale sisteminden dolayı sorunlar olabiliyor. Çünkü en düşük fiyatı verene veriyor projeyi. Birçok önemli mimar da girmiyor böyle olunca. Ama teslim sonrasında da problem var. Kent mimarlara bırakılmalı.

İstanbul’da Dolapdere, Karaköy, Balat, Sulukule gibi muhitlerde soylulaştırma uygulanıyor. Ama bu aynı zamanda o muhitlerin sosyo-kültürel dokusunu bozuyor. Bu soylulaştırma nasıl yapılmalı ki oranın yerlisi insanlar bundan zarar görmesin, oradaki doku bozulmasın?

Yeni mimari biçimlendirmelerle baktığımızda doğaya mümkün olduğu kadar az zarar veren sadece ağaca, toprağa değil elde olanı değerlendirebileceğimiz eserler önem taşıyor. Sulukule’nin eski halini biliyorum. Oranın hoş bir havası, ruhu vardı. Çünkü Fatih döneminde yerleştirilmişlerdi oraya, çok eski bir iskân. Sizi rahatsız eden şeyler varsa onları toparlar, denetlersiniz. İnsanların eline boya badana verir, kendi evlerini boyatır düzene sokarsınız. Yüzyıllardır yaşadıkları hele de Suriçi gibi bir alanda zoraki böyle bir şey yapmak çözüm getirmedi. Ki üstelik az katlı yapılar inşa edildi oraya. Eski dokuları, eski evleri toparlayıp, mahalleyi yeşillendirip bırakılabilirdi.

Balat’ta şöyle bir şey başıma geldi. Evleri yenileme alanında kalmış Musevi bir aile, dayımız yaptı bu evi, demiş ve gözleri dolmuştu. Evlerini kaybetmekten korkuyorlardı. Çünkü yapıya ilişkin hatıraları vardı. İnsanların maddi güçleri olmayabilir. Evlerine bakamıyorlarsa zamanla dönüşüm olabilir. Yurt dışından bir örnek vereyim. Yaşlıları da kalacağı yerler sıkıntı olduğu için çözüme dâhil edip bir uygulama yapmışlar. Onları binaların zemin katına yerleştirmiş, üst katları da üniversite öğrencilerine vermişler. Yaşlılar sokağı gözlüyor, düzayak evinden çıkıp yürüyor. Öğrenciler de evlerin üst katlarında yaşayıp o mahalleye hareket getiriyor. Böylece semt ayakta kalıyor, yaşıyor.

Üniversite öğrencilerini getirip Süleymaniye, Fener, Balat, Dolapdere gibi semtlere yerleştirebiliriz. Evlerin sahipleri de ilk katta yaşayabilir. Öğrencinin olduğu yerde mahalle canlanır. Yapı ayakta kalır, marjinalleşmez. Fakat biz şehri kontrol edemiyoruz. Envanterler güzel ama bundan sonrasında senaryo yazabilecek insanlar yok. Ya da var sürece katılmayı reddediyorlar.

Seda hanım, bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz. Biz çok yararlandık, umarız okurlarımız da yararlanmıştır.

Ben teşekkür ederim, yayın hayatınızda başarılar dilerim.